Bir Uysallaştırma Stratejisi olarak “Psikoloji”
Barış Özkul

Psikoloji malum günümüzün yükselen bilimi! Üniversitelerde edebiyat bölümleri kapanırken psikoloji bölümlerine rağbet giderek artıyor. Birkaç yıl önce Türkiye’deki bir “vakıf” üniversitesinin psikoloji kürsüsünde yüksek lisans programına yüze yakın öğrencinin kabul edildiğini işitmiştim. Demek ki insan psikolojisini tanımaya yönelik artan bir “milli” ilgi var. 

Benim bildiğim edebiyat, insanın yalnız başkalarını değil kendini de daha iyi tanıyabilmesi için sonsuz bir kaynaktır. Büyük düşünürlerin hemen hepsi edebiyat yapıtlarıyla cebelleşmiştir – Freud’un Dostoyevski’ye ve Shakespeare’e olan ilgisi bilinir. Psikanalitik edebiyat eleştirisi diye bilinen literatür de aslında psikolojinin edebiyatla zorunlu bağının mantıki sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Öyleyse insan psikolojisini tanımaya, anlamaya meraklı bir toplumdan daha fazla edebiyat okumasını, edebiyat bölümlerini kapatmak yerine çoğaltmasını beklersiniz. Ama bizde ve galiba Amerika’da öyle olmuyor, sekiz yüz sayfalık Anna Karenina veya Karamazov Kardeşler’le cebelleşmek yerine terapistiniz ile bir saat sohbet edip zamanın ruhuna uygun olarak “kendinizden” söz ediyorsunuz ve saatine mukabil ücretinizi ödüyorsunuz. Şimdi bu kolaylık, bu konfor varken kim takar Dostoyevski’yi? Aile ve evlilik terapisi varken Madam Bovary okuyacak halimiz yok.

Psikoloji ve psikoterapi adı verilen zanaatın görüş alanına giren son derece ciddi vakalar da vardır şüphesiz (bu vakalar tanım gereği “travmatik” olmak zorundadırlar) ama bir de orta sınıflara hayat standardı pazarlayan, onlara para karşılığında kendilerini iyi hissettirmenin aracı haline gelmiş olan bir sektör var. 

Kendini iyi hissetmek çok zaman uzlaşmaktır. Hele insanın kendi kafasında yaratmadığı, onun dışında yer alan nesnel bir negativite ile uzlaşması konformizmle sonuçlanan bir etik açmazdır. Bütün karamsarlığıyla Adorno söylemişti: “Yaşı ilerlemiş bir insan son yıllarında eriştiği olağanüstü huzurlu ruh halinden ötürü övülmekteyse, yaşamının bir alçaklıklar dizisi olarak geçtiğine hükmedebiliriz.”

Kapitalizm, pop-terapinin uzlaştırıcı gücünü fark ettiği için bunu kurumsallaştırmaya, sınıfsal tabanını aşağıya doğru genişletmeye karar vermiş görünüyor.

Bu kararın bir sonucu olarak “endüstri ve örgüt psikolojisi” diye bir alan icat edildi. 

Batı dillerindeki “organizasyon” kelimesi bizde örgüt, teşkilat, organizasyon anlamlarını karşılayacak şekilde kullanılıyor. Bunların arasında birtakım nüanslar var ve burada örgütle kastedilen siyasi örgüt falan değil bir şirketin organizasyonel yapısı. 

Türkiye pazarına da “pazarlama araştırması asistan direktörlüğü”, “kıdemli istihdam uzmanlığı” gibi unvanlarla giren “endüstri ve örgüt psikologları”ndan işçilerin çalışma davranışlarını, performans ve verimlilik düzeylerini ölçmeleri istenirken işletmeye sorun çıkartmayacak bir psikolojik dayanışma ruhunun kurulması; bunu yapamıyorlarsa sorun çıkartan işçilerin elenmesi yönünde çalışmaları isteniyor. İşin kötüsü, işveren ile işçi arasındaki ilişkilerin doğrudan ve kişisel olmaktan çıktığı büyük ölçekli işletmelerde işçiler “örgüt ve endüstri psikolojisi” seminerlerine katılıp bir anlamda “ifade” vermeye zorlanıyorlar.

“Verim ve kalite artışı” için nicel ölçümler yapan, aritmetik ortalama ve sapmalar belirleyen bu alanın menzili “kâr-zarar” hesaplarıyla sınırlı. İşçilerin işyeriyle ilgili kişisel sorunları kimsenin umurunda değil. Herhangi bir çalışan, işyerindeki haksızlıklara işaret edip huzuru bozacak olursa psikolojinin zengin cephaneliği yardıma koşuluyor: Onun egoları var, patolojik, obsesif vs. Peki sen niye değilsin? 

Kapitalizmin kendinden önce kurulmuş toplumsal düzenlerden temel bir farkı, çalışmayı toplumsal değer ve statünün kaynağı olarak kodlayıp aylaklık ve boş zamanı neredeyse bir suç ve ahlaki zaaf haline getirmesidir. Çünkü boş zamanını düşünerek, soyutlama ve bilinç seviyesini yükselterek geçirmeye başlayan işçi hem kendine hem de bulunduğu yere, maddi koşullarına eleştirel bakacak; alternatif bir dayanışma ihtimali somut ilişkiler içinde ortaya çıkacaktır. Marx bunun için boş zaman ve mesai kavramına sonradan Marksistlerin “iktisadi eşitlik” safsatasına atfettikleri anlamdan çok daha fazlasını atfetmiştir. İki değil üç lira kazanan bir işçi aradaki bir lirayla iki bira fazla içmek dışında başka hiçbir şey yapmayabilir. Ama mesai kavramıyla ilişkisini değiştirip psikolojikman ve moralman kendini özne olarak hissetmeye başlayan işçi kendi devrimini yapmıştır. 

Kapitalizmin “endüstri ve örgüt” psikolojisi önce bu ihtimali ortadan kaldırmak için mücadele ederken “Bakın OHAL ilan ettik, artık grev yapamıyorlar” diye övünen “yerli ve milli” paternalizm onu yürekten destekleyecektir.