Bir alıntıyla başlayayım; bunları söyleyen, Brezilya’dan, hayatı “insan hakları” için mücadeleyle geçmiş, Lucia Nader adında bir kadın:
İnsan hakları hareketi içinden konuştuğum bazı insanlar ve ben kendim de bazan bu yorgunluğu duyuyoruz. Bütün imkânlarımızı kullanıyoruz: Yasaları geçiriyor, kampanyalar yapıyor, Birleşmiş Milletler’den yararlanıyoruz; gene de gidecek o kadar yol var ki! Bütün bunlar olmasa hiç şüphem yok, çok daha beter bir yerde olurduk. Daha iyi bir dünya mücadelesinin en iyi insan hakları alanında verileceğine de gerçekten inanıyorum. Ama günlük iyimserliği sürdürmek bazan zor oluyor – özellikle, aldığımız sonuçları rüyasını gördüğümüz dünya ile karşılaştırdığımız zaman. Uluslararası düzeyde, örneğin, Trump’ın yasayı terörizm şüphelilerine yapmak istediği şeyleri yapmasını önleyen bir engel gibi gördüğünü anlıyoruz. Son yoklamalarda Amerikan halkının yüzde elli sekizinin onunla aynı fikirde olduğunu öğreniyoruz. Bu zihniyet nasıl değişir? On Amerikalı’nın altısı işkenceyi destekliyor. Bu, dayanılır bir şey mi? Böyle bir dünyada yaşanabilir mi?
Lucia Nader’e hak vermemek mümkün mü? Onun verdiği somut örneği (Trump’a destek) değiştirip sonuna aynı soruyu takacağımız bin tane cümle daha kurabiliriz: sokaklarda kalabalıkların “idam isteriz” diye bağırdığı bir dünya, diyelim, örneğin.
Nader’in bu serzenişini Amerika’dan arkadaşım, Harvard’da, Kennedy School of Government’ta çalışan Kathryn Sikkink’in son kitabında (Evidence for Hope [Umut için Kanıt] Princeton University Press, Princeton ve Oxford, 2017) okudum. Kathryn’in kitabı ise bu karamsarlığı gidermek üzere yazılmış. Kathryn diyor ki “her şeye rağmen umut var, çünkü somut ilerleme var.”
Şu sıralar bütün dünyada “geriye gittik” duygusu yaygın. Birçok ülkede “popülist” demeye dilimizi alıştırdığımız politikacılar egemen. Biz, Türkiye’de, bunların esaslılarından biriyle karşı karşıyayız. Ama çevremize baktığımızda, daha iç açıcı manzaralar görmüyoruz. Nader’in örnek olarak verdiği Trump da (şimdi Kavanaugh’u da kendine eklemlemiş durumda) hepsinin üstünde, deyim yerindeyse, tüy dikiyor.
Peki, bu koşullarda Kathryn’in iyimserliği nereden geliyor? Aynı olguları görmüyor mu o?
Görüyor ve bunlardan hepimiz kadar şikâyetçi. Kathryn, bu gibi olumsuzluklara bakıp “Yahu, bu işin sonu yok! Koyver gitsin!” diyenlere durumun o kadar karanlık olmadığını, mücadelenin iyilik getirdiğini anlatmaya çalışıyor. Yani, “direnme”nin yalnızca ahlâkî bir seçme olmadığını, somut yarar da getirdiğini söylüyor.
Onun verdiği örnekleri tekrarlamayacağım. Kitabı elbette tavsiye ederim. Sağlam bir “akademisyen” ile kararlı bir “pratisyen”e iyi bir buluşma noktası öneren bir kitap. Metodolojik uyarısı üstüne birkaç şey söylemek istiyorum.
Yukarıda, “geriye gittik” duygusundan söz ettim. Böyle olduğunu kabul edelim; geriye gittik – ama nereye göre geriye gittik? Gemilere Afrika’dan insan doldurup pamuğa ya da şeker kamışına götürdükleri günlere göre “geriye” gitmedik herhalde. O günlere göre “ileriye” gitmiştik; bunun da üzerinden öyle çok fazla bir zaman geçmedi. Bizde resmen yasaklanması 1847’dir. Amerika daha geç: bu sorun nedeniyle bir iç savaş yaşadıktan sonra, 1865’te.
“Geriye” (ya da “ileriye”) gitmekten söz ediyorsak, bir yere göre ileri ya da gerideyiz demektir. Yani bir “karşılaştırma” yapıyoruz. Kathryn şunu soruyor: ampirik olarak dünyada varolan bir noktaya göre mi, yoksa zihnimizdeki bir “ideal”e göre mi? Bu gibi yargıların, çok zaman, somut, maddî bir noktadan çok bir ideale göre verildiğini söylüyor.
İdealler önemli. Onlar insanları durdukları yerin daha ilerisine gitmeye çağıran, zorlayan elle tutulmaz etkenler. Dolayısıyla onlar olmalı ve varlıklarıyla bizleri alesta tutmalı. Ama aynı zamanda “ampirik gerçeklik” var; bir “tarihî olarak verilmiş” dünya var. Nereden nereye geldiğimizin, ileri mi, geri mi gittiğimizin hesabını buradaki nirengilere bakarak hesaplayabiliriz; somut gerçekliği burada yakalayabiliriz.
Sokaklarda “idam isteriz” diye bağıran kalabalıklardan söz ettim. Bu bizim somut bir olgumuz. Belki “bağıran” değil de, “bağırtılan” demek daha doğru olur, ama sonuçta, evet, kalabalıklar idam istediklerini bağıra bağıra söylüyorlar.
Peki, dünyanın geri kalanında ne oluyor? Dünyanın geri kalanında durum böyle değil. 1977’de Amnesty ölüm cezasının kaldırılması için dünya çapında bir kampanya başlatmıştı. O zaman bunu uygulamayan ülke sayısı on altı idi. Bugün ise yüz kırk.
Bu yüz kırkın içinde Türkiye de var. Avrupa Birliği ilişkileri içinde bu mide bulandırıcı uygulama resmen kaldırıldı (zaten, “12 Eylül” gibi özel dönemler dışında pek fazla uygulanmıyordu). O halde, şimdi sokaklarda “idam isteriz” diye bağırmak bir “geri gitme” eğilimi değil mi? Şüphesiz ki öyle. Ama böyle bir eğilimin görüldüğü tek alan da değil zaten. Zaten Türkiye demokratik değerleri seven insanların durmadan zorlandığı bir toplum.
Yani sorun karmaşık. Gelişme hiçbir zaman “eşit” değil, “düz” de değil. Gidişler, dönüşler, ilerlemeler, gerilemeler. Aslında çok daha karmaşık ama belki biraz kolaylaştırmak için bir “helezonî” hareketten söz etmek mümkün.
Ama, dediğim gibi, Türkiye’nin demokrasi sorunu çok zor ve gün geçtikçe zorlaşıyor.