Türkiye, en içine kapandığı dönemlerinde de, en dışa açık zamanlarında da, özel bir örnek olmayı hep sevdi. İktidarından muhalefetine, en ulusalcısından en evrenselcisine kadar bütün siyasi akımlar, bazen pozitif, bazen negatif vurguyla bu ülkenin özgünlüğüne, farklarına vurgu yapmaktan hiç geri durmadı. Gerçekten de, abartıldığı kadar olmasa da bu ülkenin çok özgün tarafları var ve bunları anlamak, kavramlarını üretmek açısından da henüz çok ileri bir safhada değiliz. Ancak son zamanlarda, başa gelenler ve daha çok da bir türlü baştan gitmeyenler üzerine kafa yormaktan başka bir şey yapılamadığından, düşünme sistematiği de biraz değişmeye başladı. Özellikle muhalefette olanlar açısından, dertlenilen şeylerin rastlantısal olamayacak kadar çok örnekle, bütün dünyanın üzerinde dolaşan bir kara bulut halini alması; dünyanın pek çok yerinde aynı dertlerin ve giderek daha çok benzerliklerin konuşuluyor olması, bir taraftan zihin açıklığı sağlarken, diğer taraftan da bir çeşit rahatlama yaratıyor. Yalnız olunmayan ortak dertler için söylenen, "alemle gelen düğün bayram" lafının anlattığı bir rahatlık.
"Ne olacak bu memleketin hali?" veya "ne oldu bize böyle?" şeklindeki Türkiye'ye özgü soru formlarının, alanı genişletilerek dünya ölçeğinde popülerleşmesi diyebileceğimiz bir fikri hareketlilik yaşanıyor. Dünyada sistemin içinden veya sistem karşıtları arasından tartışmaya katılanların giderek daha büyük bir kısmı, tek tek vakalara bakmaktan çok, ortaklıklara, benzerliklere dikkat kesilerek durumu tarife çalışıyor. Kavramsallaştırma çabası, büyük bir dalgaya dönüşen kötü örneklerdeki kesişim alanlarını belirleme ve tarihsel paralellikler yakalamaya yoğunlaşıyor. Küreselleşmenin iddia edildiği gibi demokrasi, özgürlük gibi pozitif evrensel değerleri ve refahı büyüterek dünyaya dağıtamadığı gibi, envai çeşit melaneti bütün gezegene yaydığı ortaya çıktıkça, "başa gelen" ve "baştan bir türlü gitmeyenler" konusundaki ortak dert, ortak akıl arayışını zorluyor. Bazı açılardan çok tanıdık gelen ama bazı taraflarıyla da tamamen yeni durum çok kafa karıştırıyor. Fakat her kafa karışıklığı, zihni bir açılmanın, aydınlanmanın potansiyelini çağıran bir imkân olabilir.***
Birkaç gün önce Ahmet İnsel'in Birikim Haftalık'ta yazdığı "Popülizm demek yeterli mi?" yazısı da, bu tartışmalardaki bir kolaycılığa dikkat çekiyordu:
"Bir alışkanlık halini almaya başladı: Diktatörlüğü demokrasiye üstün gören, azınlıkların, dışlananların eşit yurttaşlar olarak toplumsal yaşama katılmalarını destekleyen politikalara nefret kusan, dinî dogmaların yasalara üstünlüğünü savunan, yabancı düşmanlığını bayrak yapan ve aynı zamanda emekçilerin haklarını ve doğayı koruyan önlemleri büyüme düşmanı ilan eden siyasetçilere günümüzde 'popülist' etiketi yapıştırılıyor."
İnsel, "meşrulaştırma" riski de taşıyan bu tanımın yerine Brezilya'daki Bolsonaro örneğini işaret ederek daha sert bir kavramlaştırma öneriyor:
"Nasyonal yanı, milletin benimsediği dinin emrettiği düzene tâbi olmayı da içeren, liberal yanı ise piyasa ekonomisinin güçlülerinin arzuladığı toplumsal örgütlenme modelini gerçek özgürlük olarak sunmaya dayanan bu dinci, milliyetçi, cinsiyetçi, ırkçı otoriter magmayı, 20.yüzyılın ilk yarısında faşizm ve nasyonal-sosyalizmin temsil ettiği devrimci karşı-devrim dalgasının içinde bulunduğumuz yüzyılın koşullarında ortaya çıkan bir versiyonu olarak ele almak daha doğru olacaktır."
Hem Bolsonaro'nun politik serüveni, hem de iddia ve vaatleri açısından çarpıcı örnekleri sıralayan İnsel'in sorduğu soruyla açılan verimli tartışmaya geri dönersek; olup bitene, "Popülizm demek yeterli mi?" Bir siyasi kavramsallaştırma olarak "sağ popülizm" fazla hafifletici tanım olabilir ve asla yeterli kavramlaştırma sayılamaz ama bir durum ifadesi ve yeterli sonuç garantisi sağlayan bir avantaj olarak, popülerleşmenin ve hatta "sağ popülizm" yakıştırmasını içeren bir popülerleştirmenin yaşandığı da ortada. Trump, Duterte, Putin, Mudi, Orban, Erdoğan ve (peşin olarak) Bolsonaro örneklerinde görüldüğü üzere, başarılarından çok eleştirisinden beslenen, beslenmeyi becerebilen bir popülerlik bu. Elverişli mağduriyetlerle metamorfoz geçirebilen, toplumsal hafıza silinmesiyle yeniden kurulabilen, aşırı "doğallıkla" sentetikleşen yeni siyasi starların popülerliği. Bu popülerleşme-popülerleştirme tarzının siyasi popülizmin araçlarıyla kurduğu ilişki de, 21. yüzyıl otoriterliğinin hem çok tanıdık, hem de yepyeni kitle desteği dinamiklerini yaratıyor.
Şimdiye kadar yazılanlardan, özgünlük-küresellik ikileminde, Türkiye'de yaşanmakta olanların dünyadaki benzer örneklerle akrabalığı konusuna daha yakın durulduğu herhalde anlaşılmıştır. Olan biteni anlama çabasında özgün koşulları asla gözden kaçırmamak ama kavramsallaştırma konusunda ise benzerlikler ve karşılaştırmalara bakmak çok daha ilerletici görünüyor. Bu açıdan, farklarıyla değil benzerlikleriyle daha çok şey anlatan örnekleri, ortaklaştıran noktaları ve önceden deneyimlenmiş modellerle oluşan açıları daha çok konuşmak gerek. Ahmet İnsel'in açtığı son derece verimli tartışmaya, bazı varsayımlar ve sorular ekleyerek katkı denemesi olması hevesiyle:
Otoriter yönetimler ve faşizm analizlerinde, yükselmekte olan toplumsal muhalefet, sisteme karşı güçlenen örgütlü direnç gibi dinamiklerin durdurulması ihtiyacının ve görevinin özel bir yeri var. Geçen yüzyılın başındaki faşizan dalganın bu vasfı da son derece belirleyici. Neoliberal ekonomik dalganın ilk dönemlerinde de, Latin Amerika ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi, uygulanacak program için toplumun ve siyasetin hizaya getirilmesi belirleyiciydi. Şimdi yürürlükte olan -faşizan veya sağ popülist tanımlamasıyla değişmeyecek biçimde- otoriter dalganın, bastırılması gereken bir dinamikle karşı karşıya olduğunu görmüyoruz. Yükselen bir muhalif dalga, örgütlü bir direnç, hatta kontrolden çıkmış bir dağınıklık olduğu bile söylenemez. Ancak itiraza dönüşmemiş, son derece dağınık, aslında yönetilmeye açık bir memnuniyetsizlik ve travmatik olmayan ama süreklileşmiş krizler mevcut. Bu bakımdan, yeni otoriter dalgayı üreten ihtiyaçlar önceki deneyimlere ne kadar benziyor?
Seçimler, temsili demokrasi, siyasetin örgütlenmesi gibi meselelerde geçtiğimiz yüzyıl boyunca çok sayıda kavram üretildi, çok farklı örnekler deneyimlendi. Bu çerçevede, geçtiğimiz yüzyılın başındaki otoriter dalganın, seçimleri ve temsili demokrasiyi kullanma biçimi fazla araçsaldı. Seçimler, "iktidara gelmek için gerekli araç" olmasından daha fazla rol biçilmeyen ve totaliter kurumlaşma tamamlanınca da terk edilen enstrümanlar olarak işlem gördü. Sonrasında geliştirilen çeşitli diktatörlük formlarında da, rekabetçi otoriteryanizm örnekleri veya Baas tipi sembolik seçim düzenleri izledik. Fakat, şimdi içinden geçilen yeni otoriter dalganın seçimler ve seçimler eliyle sürekli tazelenen kitle desteği meselesine biraz daha farklı bir işlev yüklediğine tanık oluyoruz. Seçimler, sadece görüntüyü kurtaran bir formalite olmaktan, sayısal sonuçlarıyla önemli olmaktan çıkıp, gösterinin ve daha önemlisi tahakkümün önemli bir parçası haline geliyor. İktidarı sağlamanın değil, sürdürmenin aracına dönüşüyor. Ayrıca, siyasetin kişiselleştirilmesi, kitle desteğinin şahsileşmesi de buna eşlik ediyor. Buradan bakınca, yeni otoriter dalganın seçimleri için bildiğimiz dinamikler biraz değişmiş olabilir mi?
Arendt'in tanımı üzerinden yürürsek, yeni dalganın kitle desteği meselesinde totaliterist karakterinin daha belirgin olduğu söylenebilir. "Sağ popülizm" tarifini de, faşist eğilim etiketini de destekleyen ideolojik tutamaklar da, bu tanıma daha yakınlaştırıyor. Milliyetçi, dinci, cinsiyetçi düşmanlaştırıcı her türlü pop hassasiyet ve tepki potansiyelinin ölçüsüz biçimde kullanımı, kabalığın doğallık, ölçüsüzlüğün dobralık, talancılığın verimlilik, eşitsizliğin hak diye sunulabilmesi böyle mümkün oluyor. Ayrıca, yalan da yine tam da Arendt'in söylediği türden bir tahakküm aracına dönüşerek kitle desteği için kullanıma sokuluyor. Fakat, son derece tehlikeli sinir uçlarıyla oynanır ve en yakası açılmadık fütursuzluktaki iddialar ortaya konulurken ideolojik tutarlılık neredeyse tamamen terk edilmiş görünüyor. Yine totaliterizmin önemli unsurlarından biri olan kurumlaşmanın, yerleşikleşmenin hiç dikkate alınmayıp, hatta bile isteye tahrip edildiği izleniyor. Yeni otoriter liderlerin neredeyse hepsinin, kendilerini taşıyan örgütler yaratmak, olanları ihya etmek yerine önemsizleştirdikleri görülüyor. Kitle desteğinin ve siyasetin örgütlenmesi açısından da kafa yorulacak bir yeni durum mu var acaba?