“Avrupa ve dünyada aşırı sağ güçleniyor” tarzı tespitleri son yıllarda sıklıkla işitiyoruz. Genelleme düzeyinde, doğru bir tespit bu. Ama tek tek ülkelere bakıldığında, ABD ve Brezilya’da sağın aynı özelliklere sahip olmadığı aşikâr. Avrupa sağının da her yerde aynı etkiyi gösterdiği, aynı refleksleri sergilediği söylenemez. Avrupa’nın farklı yerlerinde sağ partiler farklı farklı öbekler oluştururken, toplumların sağ dalga karşısında sergiledikleri direnç de farklılık gösteriyor.
Fransa’da Le Pen ve Ulusal Cephe; Almanya’da AFD; Hollanda’da Wilders’tan boşalan koltuğa oturmaya çalışan Thierry Baudet; Avusturya’da Christian Strache’nin Özgürlük Partisi; İsviçre gibi olmadık bir yerde Albert Rösti’nin İsviçre Halk Partisi… Bu partiler daha çok Suriye’deki İç Savaş’tan sonra Avrupa’da başgösteren “göç” tehlikesini oya tahvil etmeyi başardılar. Ama saydığımız toplumların hiçbirinde aşırı sağ partiler şimdilik iktidarda değil; çünkü Fransa veya Hollanda toplumunun hâlâ tutunabildiği iyi kötü bir demokrasi birikimi ve deneyimi var. Buralarda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan konsensüsü bir çırpıda ortadan kaldırmak; Kuvvetler Ayrılığı’nı yok sayıp yargıyı ve medyayı tepeden tırnağa ele geçirmek hâlâ o kadar kolay değil. Bu eğilimleri sergileyen sağ partiler geçmişe nazaran merkeze daha çok yaklaşmakla birlikte hâlâ azınlıktalar.
Orta ve Doğu Avrupa’da ise sağ partiler daha az demokratik dirençle karşılaştıkları için Visegrad devletlerinde (Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Slovakya) iktidara gelebildiler. En çarpıcı örnek birçok bakımdan öbürlerine yol gösteren Macaristan.
1990’ların ortasına kadar Macaristan’da Sovyet sonrası döneme özgü bir liberal demokrasinin kurulmasını savunan Victor Orban, ikinci kez iktidar olduğu 2010 seçimlerinden sonra sekiz yıl içinde Meclis’ten geçirdiği yasalarla bir anayasal diktatörlük kurdu; 2012’de üçte iki meclis çoğunluğuyla yürürlüğe koyduğu yeni anayasa sayesinde Anayasa Mahkemesi’ni, yüksek yargı denetimini (2012’den önce verilmiş mahkeme kararlarını kapsayacak şekilde) hükümsüz kılarken partisi Fidesz etrafında ördüğü sadakat ve çıkar ilişkilerini Macar toplumuna bir “milli yönetim modeli” olarak kabul ettirdi. Basına sızdırılan büyük yolsuzluk skandalları (Orban’ın babası ve damadına, yakın çevresine dağıtılan ihaleler) Fidesz’in destek halkasını daraltmadığı gibi daha da genişletti. Orban; Macaristan’daki sekiz yüz binlik Roman nüfustan “AB elitleri” olarak tanımladığı AB bürokratlarına, Müslüman göçmenlerden Merkel ve Soros’a kadar hemen herkesle ilgili dışlayıcı görüşlerini, nefret söylemine varan fikirlerini kamuoyu önünde büyük bir açıklıkla ifade etmesiyle ünlü.
Macaristan’da bağımsız medya kuruluşlarının devlet hesabına el değiştirmesi ve sivil topluma uygulanan baskılar (sansür, para cezası, zorla satın alma, kapatma vb.) karşısında AB Konseyi ve Obama yönetiminden gelen tepkilerin ardından Orban 2015’ten itibaren Putin’le iyi ilişkiler kurup Macaristan’ı Rusya’nın yörüngesine soktu. Hâlihazırda Rusya, Macaristan’ın birincil müttefiki. Soros karşıtı kampanya da esasen Rusya’da Putin eliyle başlatıldı.
Orban’ın müttefikleri arasında Türkiye, Azerbaycan ve Filipinler de var. 16 Nisan referandumundan sonra Erdoğan’ı ilk tebrik eden AB devleti lideri Orban’dı. Kural tanımaz popülist otokratların hareket tarzına uygun şekilde Orban da kendine kazanç sağlayacak bir koz gördüğünde, yargıya müdahale etmekten çekinmiyor: 2004’te Budapeşte’deki NATO eğitimi sırasında beraber kaldıkları yatakhanede bir Ermeni askerini baltayla öldüren Ramil Seferov adlı Azeri subay otuz yıl hapse mahkûm edilmişken Orban’ın müdahalesiyle 2012’de serbest kaldı ve bir milli kahraman olarak karşılandığı ülkesi Azerbaycan’a iade edildi. Bu “iyiniyet gösterisi”nin hemen ardından Macaristan ile Azerbaycan arasında sıkı “ticari ilişkiler” kuruldu. Orban, son Bakü ziyaretlerinden birinde İlham Aliyev’in eski KGB üyesi olan babasının mezarına çiçek bırakırken Macar halkının Avrupa Birliği’nin başkenti Brüksel’de kendini yabancı hissettiğini, oysa kardeş ülke Azerbaycan’ı kendi evleri gibi gördüğünü açıkladı. Avrupalı bir siyasetçinin Azerbaycan’da kendini evinde hissedebilmesi için gizleyecek ne çok şeyi vardır kimbilir!
***
Öbür üç devlete gelince; Polonya'da Jaroslaw Kaczynski’nin 2015’te iktidar olan Hukuk ve Adalet Partisi göçmen karşıtlığından popülizme, yüksek yargı denetimini askıya almaktan bürokrasi ve “elitler” karşısında kişisel karizmatik liderliği yüceltmeye kadar aşırı sağın bagajında ne var ne yoksa hepsini sahipleniyor. Slovakya ve Çek Cumhuriyeti; günbegün Putin Rusyası’nın çekim alanına girmekte. Çek Cumhuriyeti devlet başkanı Milos Zeman’ın öncelikli gündemi “göçmenleri” bahane edip ülkeyi Batı’dan uzaklaştırmak ve Rusya’yla yakınlaşmak. Türkiye sayesinde NATO’da gedik açma fırsatı yakalayan Putin, böylece AB’nin içinde de bir anti-demokratik cephe kurma şansına kavuştu.
Orta ve Doğu Avrupa’daki bu dört devlet 1989’a kadar Sovyetler Birliği’nin parçasıydı ve aşağı yukarı II. Dünya Savaşı’nın bitiminden (Horthy rejimini katarsak Macaristan için daha erken tarihlerden) 1990’ların başına kadar bu dört toplumda kaydadeğer bir temsili veya doğrudan demokrasi deneyimi yaşanmadığı gibi 1956 ve 1968’te bu tür taleplerle ortaya çıkanlar SSCB tarafından güç kullanılarak bastırılmıştı. Macar demokratların uzun yıllar devam eden Kadar rejimi sırasında kaplıcalardaki havuzların içinde birbirleriyle fısıldaşarak muhalefet yaptıkları şaka yollu olarak hâlâ anlatılır. Macaristan, Polonya ve Çekya’da reel-sosyalizme muhalefet etmenin pratikteki imkânsızlığı aynı zamanda toplumsal reflekslerin körelmesi, siyasete kayıtsızlığın yaygınlaşması anlamına geldi ve Sovyetler yıkıldığında bu toplumlar birer kapalı kutuydu.
Duvarın yıkılışından sonra Batı ve Kuzey Avrupa’nın gözü “entegrasyon” adı altında bu toplumlara çevrildi ve nihayet genişleme sürecinde dört ülke AB’ye dâhil edildi. Ama bugün geldiğimiz noktada dört toplumun (Bulgaristan, Romanya, Ukrayna hatta göçmen karşıtlığıyla Hırvatistan’ı da ekleyebiliriz) ortak özelliği “liberal medyaya, liberal elitlere” (bu elitler genellikle “Brüksel’deki AB bürokrasisi”yle eşanlamlı) ve “uluslararası kapitalizme” düşmanlık kisvesi altında aşırı milliyetçi bir konuma sürüklendikleri ve kuvvetler ayrılığı, bağımsız medya, ifade özgürlüğü gibi zaten uzun boylu intibak edemedikleri ilkelerden büsbütün uzaklaştıkları görülüyor. Ama bir “Sovyetlere dönüş özlemi” içinde oldukları da söylenemez (böyle bir şey başka bir “felaket”le sonuçlanırdı). Sovyet döneminin tersine, bürokratik yönetimlerin hantallığının panzehri olarak, iktisadi ve sosyal krizleri kişisel karizması sayesinde hızla çözebilecek bir “tek adam” ve “milli kahraman” yaratma temayülünün yanısıra aile ve Hıristiyanlık gibi muhafazakâr değerlerin yükselişi gözleniyor. Buna imal edilen yeni milli anlatıları da ekleyelim. Orban Macarlara, 1920’de imparatorluk bakiyesi olan toprakların üçte ikisini komşu ülkelere (Romanya ve Avusturya) kaptırdıkları Trianon anlaşmasını hükümsüz kılmak ve Macaristan topraklarını genişletmek gibi irredantist vaatlerde bulunuyor; Polonya oldukça saldırgan bir retorikle Almanya’dan savaş tazminatı talep ediyor vb. Dört toplumda da göçmenlerin Avrupa’ya suç ve terör getireceği bahanesiyle devlet eliyle yabancı düşmanlığı yapılıyor.
Avrupa sağının hâlihazırda birincil düşmanı Batı’nın liberal değerleri (kuvvetler ayrılığı, ifade özgürlüğü, temel bireysel haklar, bağımsız medya, sınırların açılması vs.). Bu yüzden Soros, “zengin-vatansız-tefeci Yahudi” tiplemesinin bir tekrarı olarak Macaristan, Doğu Avrupa ve Rusya’da günah keçisi ilan edilmiş durumda. 1989’dan sonra Avrupa’da başlayan entegrasyon projesi sınırlarına dayanıp başarısız olurken sağ partilere oy veren kesimler çözümü milliyetçilikte, yabancı düşmanlığında ve otokratik rejimlere sarılmakta buldular. Sosyalistlere ve sosyal demokratlara ise bu tabloda yer yok. Bir Sovyet nostaljisinde teselli arayan ya da aşırı sağ ile aynı noktada konumlanıp mücadele edilmesi gereken temel sorun olarak “liberalizm”i gören apolitik sol cemaatlerin geleceği inşa etme şansı yok. Ama durumun ilelebet böyle devam etmeyeceği; yeni bir sol muhalefetin ortaya çıkacağını gösteren işaretler de yakın gelecekte giderek çoğalacaktır. Yeninin ortaya çıkması için eski solun parodisini yapanların taşıdıkları enkazın bütünüyle temizlenmesi, tarih tarafından tamamıyla yanlışlanması gerekecek.
Avrupa’da solun imkânlarını tartışmak başka bir yazıya kalsın.