Birinci Dünya Savaşı’na son veren son ateşkes antlaşması 11 Kasım 1918 sabaha karşı İtilaf devletlerinin üç üyesi (Fransa, Birleşik Krallık ve İtalya) ile Almanya arasında Compiègne ormanının bir açık alanında, Rethondes çayırında bekleyen trenin yemekli vagonunda imzalandı. Daha önce 24 Eylül’de Bulgaristan’la, 30 Ekim’de Osmanlı İmparatorluğu’yla, 3 Kasım’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’yla İtilaf devletleri arasında ateşkes antlaşması imzalanmıştı. Son ateşkesi talep eden taraf Almanya idi. İtilaf devletlerinin kendi aralarında bir ay süren uzun pazarlıklar sonucunda belirlenen göreli ağır ateşkes koşullarını dayatan Mareşal Foch’un, ateşkesi imzalayan Alman delegasyonunun başkanının sıkmak için uzattığı eli havada bırakıp, sırtını dönmesini Almanlar unutmadılar. Aslında Almanlar hezimete uğramamışlar, Fransa topraklarının bir kısmını işgal etmeye devam ederken, tükendiklerini, savaşı sürdüremeyeceklerini ve yenileceklerini anlayıp, ateşkes talep etmişlerdi. Ayrıca Almanya’da savaşa karşı devrimci ayaklanmalar başlamıştı.
Ateşkesten yedi ay sonra imzalanan Versay antlaşması Almanya’ya çok ağır yaptırımlar getirdi. Almanya’yı ve dünyanın büyük bir bölümünü kan ve ateşe yeniden boğacak olan rövanşizmi besledi. Yirmi iki yıl sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen başında Almanya karşısında ağır bir yenilgi alan Fransa bu sefer ateşkesi talep eden taraftı. Hitler, 22 Haziran 1940’ta Almanya ile Fransa arasında imzalanan ateşkes antlaşmasını, müzeden çıkarıp getirilen aynı yemekli vagonda imzalattı!
Birinci Dünya Savaşı’na son veren ateşkes antlaşmasının yüzüncü yıldönümü kutlamalarında Fransa Cumhurbaşkanı ile Almanya Şansölyesi’nin Rethondes çayırındaki anıtı birlikte ziyaret etmeleri bir ilkti ve elbette anlamlıydı. Bunun anlamı 11 Kasım günü yetmiş civarında devlet ve hükümet başkanı önünde konuşan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un sözlerine de yansıyordu:
“1918’den itibaren, seleflerimiz barışı inşa etmeye çalıştılar, imparatorlukları dağıttılar, birçok ulusun varlığını tanıdılar, sınırları yeniden çizdiler; hatta bir siyasal Avrupa rüyasını dile getirdiler. Ama aşağılama, öç alma zihniyeti, iktisadi ve ahlaki kriz milliyetçiliklerin ve totalitarizmlerin yükselmesine yol açtı.”
Macron konuşmasında çok taraflılık ilkesini övüp, Avrupa Birliği’nin ve Almanya-Fransa ikilisinin ittifakının güçlenmesinin önemine vurgu yaparken, aynı zamanda günümüzün giderek artan endişelerine dile getiriyordu. Çoğu zaman tarihe bakışımızı belirleyen bir yaklaşımla, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmeleri bugünün endişeleriyle yeniden okuyordu. Bu nedenle Versay antlaşmasının hatalarına ve Milletler Cemiyeti’nin zaaflarına işaret ederken, Birleşmiş Milletleri, çok taraflı antlaşmaları, AB’yi övüp, milliyetçiliği ve “dinleri manipüle edip, dini gericiliği övenleri” eleştirdi. Milliyetçi hislerin ister istemez kabaracağı, kabartılacağı bir anma töreninde bunu yapabilmek için, yurtseverlikle milliyetçiliği ayırmaya özen gösterdi.
Emmanuel Macron konuşmasında, genellikle milliyetçiliğin üzerine çekilmiş bir ayıp örtüsü olarak kullanılan yurtseverlik kavramına asil bir içerik vermeye çalıştı. Bunu yaparken gene günümüzün endişeleri ön plandaydı. Fransa’da aşırı sağcı Ulusal Cephe’nin de (yeni adıyla Ulusal Toplanma) kendini milli ve yurtsever (patriote) olarak tanımladığını hatırlatalım. Avrupa’da yeni aşırı sağ hareketler hemen her yerde kendilerini “yurtsever” ve mücadelelerini “yurtseverlik mücadelesi” olarak tanımlıyorlar. Milli ve yerli değerlerin evrensel değerlerden üstün olduğunu, “yurdunun insanının” diğerlerinden önce geldiğini kıvançla dile getiriyor, işgalci göçmenlere, kozmopolit elitlere karşı “yurdun kültürünü, değerlerini korumayı” amaçladıklarını iddia ediyorlar. Emmanuel Macron’un, çoğu ülkede yükselen aşırı sağ, radikal milliyetçi akımlara yurtseverliği kaptırmama amacı, onu milliyetçilikle yurtseverlik arasında aşılmaz bir duvar olduğu iddiasını dile getirmeye sevk etmişe benziyor.
Macron, Birinci Dünya Savaşı’nın insanlara çektirdiği büyük eziyeti, yaşattığı vahşeti ve bunun sonuçlarını hep hatırlama, hiç unutmama çağrısı yaparken, “eskilerin, büyüklerimizin yurtseverliklerindeki yüksek ilkeleri, ideali, temizliği de hatırlamalıyız” diyerek yurtseverlik konusuna giriş yaptı. Almanya’ya karşı savaşa gidenlerin sergiledikleri “cömert bir ulus olarak, bir proje olarak Fransa ve evrensel değerlerin taşıyıcısı olarak Fransa görüşünün, o karanlık saatlerde, sadece kendi çıkarlarına bakan bir halkın egoizminin tam tersi olduğunu” söyledi. Tam bunun ardından o dikkat çekici cümle geldi: “Çünkü yurtseverlik milliyetçiliğin tam tersidir; milliyetçilik yurtseverliğe ihanettir.” Bu ihaneti şöyle izah etti: “Önce bizim çıkarlarımız, başkaları ne olursa olsun diyerek, bir milletin sahip olduğu en önemli şeyi, onu yaşatanı, onu büyük yapanı, en önemli olanı yani ahlaki değerleri sileriz”.
Macron bu noktada Fransız toplumunun Fransız İhtilali’nden beri kendine atfettiği bir misyonu, Fransa’nın insanlığın evrensel değerlerinin temsilcisi ve taşıyıcısı olduğu iddiasını hatırlatarak, milliyetçilik yapmanın buna ihanet etmek, yani “Fransa’yı Fransa yapan değerlere ihanet etmek”, dolayısıyla yurtseverliğe ihanet etmek olduğunu ima ediyordu. Geçmişin hatırasını yorumlayıp, bugüne gönderme yapıyordu.
Fransa’da, Ağustos 1914’te, büyük bir milliyetçi/yurtsever dalga içinde güle oynaya savaşa gidenler, bunu insanlığın evrensel değerleri için mi yapmışlardı? Bu, cömert bir ulus olmanın tezahürü mü idi? Bir iki hafta içinde Almanya’ya gireceklerini haykırarak cepheye giden askerler, savaşı engellemek için elinden geleni yapmaya çalışan sosyalist Jean Jaurès’in, Almanya’nın savaş ilan etmesinden üç gün önce, Paris’in ortasında, “Alsace-Lorraine’in Genç Dostları Birliği” üyesi bir aşırı sağcı ve savaş taraftarı üniversite öğrencisi Fransız tarafından öldürüldüğünü belki artık hatırlamıyorlardı bile. Savaşın sonuna kadar tutuklu kalan katil, 1919’da yargılanıp, beraat etti! Evet, beraat etti. Macron’un konuşmasındaki yurtsever, savaş karşıtı sosyalist Jean Jaurès mi idi yoksa onu öldüren aşırı sağcı Raoul Villain ve aylardan beri Jaures’i hedef gösteren “Yurtseverler Birliği”nin (Ligue des Patriotes) önde gelen kalemleri mi?
Elbette savaşı son tahlilde Almanya başlatmıştı. Fransa’ya Rus Çarlığı ile ittifakına son verme ültimatomu verip, ret yanıtı alınca savaş ilan etmişti. Dolayısıyla Almanya’ya karşı savaşa gitmek, bir vatan müdafaasıydı ama aynı zamanda 1871’den beri Almanya’ya geçen Alsace-Lorraine bölgesini geri alma ve 1871 yenilgisinin intikamını alma hevesi de bir o kadar güçlüydü. Jaurès hayatta kalsaydı, onun yakınında yer alan birçok kişinin yaptığı gibi, Almanya saldırınca savaşı belki o da desteklerdi. Ama Jaurès’i öldüren katili sonunda beraat ettiren 1919’daki muzaffer Fransa milliyetçi miydi yoksa yurtsever mi? Jaurès’in cenazesini 1924’te, Fransa’nın büyüklerinin yattığı Panthéon anıt mezara, iktidara yeni gelen, sol partiler koalisyonu Sol Kartel taşıdı. Cenaze töreni sırasında öfke çığlıkları atanlar ise eski “Yurtseverler Birliği”nin kalemşörleriydi gene.
***
Yurtseverlik/vatanseverlik bir kişinin yurt/vatan olarak kabul ettiği ülkeye olan bağlılığını ifade eder. Ama bunun etnik, dinî, ırkî nitelikleri öne çıkaran bir aidiyet olması, bağlılığın yurt olarak tanınan coğrafyadan öteye, esas olarak bu dinî/etnik/ırkî kimliğe veya kimlik alaşımına yönelmesini kaçınılmaz kılar. Yurt olarak kabul edilen ülkenin örneğin hakiki sahipleri olduklarını iddia edenler varsa, bunların yurdunu sevmek ve korumak olarak adlandırdıkları eylemler, sahip olma hakkını sadece kendine tanıyıp o coğrafyanın ötekilerine bunu tanımamak anlamına gelmeyecek midir? Fransa, Fransız anne ve babadan doğmuş olanların mıdır, yıllardır bu ülkeyi yurt olarak kabul etmiş, burada yaşamış olanların mı? Yurtseverlik tüm yurttaşlar arasında, yani bu yurdu paylaşanlar arasında ayrım gözetmeden yurdunu sevmek midir yoksa yurdunu sevenler ve sevmeyenler ayrımı yaparak yurttaşlar arasında iç düşmanların bulunduğuna mı inanmaktır?
Emmanuel Macron “evrensel değerlerin taşıyıcısı olma” kimliğini Fransa’nın özü olarak tanımlayıp, evrensel değerler yerine “önce bizim çıkarlarımız” diyen anlayışı Fransız yurtseverliğinden dışlayıp, milliyetçiliğin lanetli mührüyle damgalamaya çalışıyor. Bu çabasının takdir edilir bir yönü olduğu aşikâr. Üstelik bunu Avrupa Birliği projesinin güçlenmesi perspektifi içinde dile getirerek, bugün bu projenin karşısındaki önemli engellerden biri olan yükselen milliyetçilikleri hedef alıyor. Ne var ki Avrupa Birliği’nin güçlenmesini savunurken Avrupa’yı bir yurt olarak tanımlayamıyor. Fransız ulusuna atfettiği değerleri öne çıkararak ve bunlara yaslanarak, yurtseverlik etiketini yükselen milliyetçiliklerin, ırkçılığın, ayrımcılığın, dışlamacılığın panzehri yapmaya çalışıyor. Bunu yaparken yurtseverlik örtüsü altında yeniden ve muhtemelen istemeden, milliyetçiliğe bir meşruiyet alanı açmıyor mu?
Bir yurtta bir dil, bir din, bir etnik kimlik, bir kültürel aidiyet o yurdun başat ve kabul edilmesi zorunlu niteliği konumundaysalar, bundan kaynaklanan yurtsever uygulamalara başka bir yurtseverlik bayrağıyla mı karşı çıkılmalıdır? Yurdun bu kimliklerin eşitliğini kabul eden ama onların üstünde ve hepsini içeren bir coğrafi/siyasi oluşuma tekabül ettiğini mi savunmaktır yurtseverlik? Yoksa “yurdunu, milletini özünden çok sevdiğini” ilan ederek, varlığını bir milletin varlığına armağan etmek midir? Yurtseverliğin yaşanılan yurtta yaşayan herkesi o yurdun parçası olarak kabul etme, onları eşit görmek demek de olduğunu Emmanuel Macron’un yurtseverlik tanımı dışlamıyor. Buna karşılık, Fransa Cumhurbaşkanı, “önce bizim çıkarlarımız, başkaları ne olursa olsun” demeyi eleştirip, aynı zamanda denizde kurtarılmış mültecilerle dolu gemiye Fransa limanlarına yanaşma izni vermezken “yurtsever Fransızların” istediklerini yapmış olmuyor mu?
Yurtseverliğin bir his, bir heyecan olmanın ötesinde, siyasal güce sahip olanların elinde bir hâkimiyet aracı olabileceğini bir kenara bırakmak mümkün mü? Toplumun günlük yaşamında tezahürleri olan bu his, bir politika nesnesine dönüştürülüp, bir “devlet yurtseverliğine”, bir bencil korumacılığa, yurdun tehdit ve tehlike altında olduğu iddiasıyla sürekli teyakkuzda olma haline getirilip sürekli müteyakkız olma zeminini hazır tutmuyor mu? Elbette toplumların tarihleri ve sosyolojik yapılarına göre yurtseverlik farklı biçimlerde var olacaktır. Kanada’da yürürlükte olan anayasal yurtseverlikle Rusya’da Putin yönetime gelince ortaya attığı “devlet yurtseverliği”nin arasında ortak pay çok küçüktür. Ama bu farklar yurtseverlikle milliyetçiliğin/ulusalcılığın aynı madalyonun iki yüzü olduğu gerçeğini bize unutturmamalıdır. Yurdun tek sesli bir koro olduğuna, olması gerektiğine inananların yurtseverliğinin madalyonun diğer yüzündeki milliyetçilikten ne farkı olabilir? Bir madalyonun iki yüzü birbirinin tam tersi semboller içerebilir ama aynı sembolün iki farklı yüzü olmaya devam ederler. Sorun “sağlıklı/iyi yurtseverlik”, “hastalıklı/kötü milliyetçilik” ayrımında değil, bu madalyonun bir kimliğin, bir kültürün, bir aidiyetin yüceltildiği bir kalıba dökülüp, dökülmediğinde yatıyor. Yurtseverlik namına yakın tarihte işlenmiş katliamların, soykırımların, cinayetlerin bol olduğu bir toplumda insan yurtseverlik övgüsünü duyunca ister istemez irkiliyor.