Oedipus Karmaşası (37): “Biri Ses Verince Karanlıklar Aydınlanır”
Erdoğan Özmen

Psikanalitik teoride ele alındığı biçimiyle birey-oluş/tür-oluş ilişkisinden söz ediyorduk. Freud’un birey-oluşu tür-oluşun bir tekrarı olarak düşünmesi ve bunu gündeme getirmesi, esasen psikanalize sağlam bir “bilimsel” temel kazandırma arayışının sonucuydu. Böylece psikanaliz ile felsefe ve geleneksel psikoloji arasında aşılamaz bir sınır çekmeye çalışıyordu.           

Bu anlayışa göre birey, kendi türünün tüm geçmiş/tarih ve serüveninin özeti ve yoğunlaştırılmış bir tekrarı sayesinde zuhur eder, bir özne haline gelir. Diğer yandan ise birey-özne, süregiden tarihsel sürecin bizzat öznesi/taşıyıcısı olmak üzere, bu devasa yükü, kendisini bekleyen bu görevi üstlenerek ortaya çıkmaktadır. Demek bir eksiksizlik ve tamlığın öznesi/faili olarak. Türün bir tür ete kemiğe bürünmesi olan birey olarak. Baba katlinin insanlığın temel/ilksel sahnesi olarak kaydedildiği bir bağlam söz konusudur artık. Bu bağlamda Oedipus karmaşası da bireyin gelişimi ve olgunlaşmasının kurucu olayı olmaktan çıkıp söz konusu ilksel dramı yeniden sahneleyen bir kopyaya/türeve, demek bir tekrara -deyim yerindeyse- indirgenmiş olur. “Totem ve Tabu” metnindeki (1913), biçimin/üslubun güçlü masalsı havasının ifadeyi/içeriği neredeyse gölgelediği o meşhur paragrafı yeniden analım:

“Orada (ilkel topluluk/horda) bulduğumuz tek şey, tüm kadınları kendisine saklayan ve büyüdükçe oğullarını uzaklaştıran haşin ve kıskanç bir babadır… Bir gün sürüden/topluluktan (horde) uzaklaştırılan erkek kardeşler bir araya geldiler, babalarını öldürerek yiyip yuttular ve böylece patriyarkal hordaya son verdiler. Birleşerek, bunu yapma cesaretini buldular ve bireysel olarak gerçekleştirmeleri olanaksız olan şeyi başardılar. (Belki, kültürel bir ilerleme, belki de yeni bir silah üzerinde egemenlik onlara üstün bir güç duygusu vermişti.) Yamyam vahşiler olduklarından kurbanlarını öldürmenin yanısıra yiyip yuttuklarını söylemeye gerek yok. Kuşkusuz haşin ilksel baba kardeş topluluğunun her bir üyesi için korkulan ve haset edilen bir modeldi ve onu yiyip yutma eyleminde onunla özdeşleşmelerini tamamladılar ve her biri onun gücünün bir bölümünü kazandı. Bu durumda belki de insanlığın ilk festivali olan totem yemeği pek çok şeyin -toplumsal örgütlenmenin, ahlaki kısıtlamaların ve dinin- başlangıcı olan bu unutulmaz ve suç niteliği taşıyan eylemin bir tekrarı ve anma töreni olur.”[1]

Mitin daha sonrasında olanları da sıralarsak; babayı öldürdükten sonra kardeşler birbirleriyle rekabet içine girerler ve “tüm grubun hissettiği vicdan azabına karşılık gelen bir suçluluk duygusu ortaya çıkar”. “Ölü baba yaşarken olduğundan daha güçlü hale geldi.” Ölü baba kültüne karşılık gelen bir totem ve ensesti yasaklayan bir yasa oluştururlar.

*****

Birey-oluşun tür-oluşu özetlediği, bireyin türün cisimleşmesini temsil ettiği, insanın varlıkların en şereflisi/üstünü olarak hayata başladığı teorisinin karşı kutbunda insani neoteni teorisi vardır. Bu teoriye göre insan dünyaya tamamlanmamış ve belirlenmemiş halde gelir. Lacan “Ayna Evresi” metninde buna insanın “doğumunun özgül prematürlüğü” diyecektir. Hayata tamamlanmamış/bitmemiş/belirlenmemiş halde başlarız. Kavramın her iki anlamında da geçerlidir bu: Hem dürtüsel anlamda en baştan beri mevcut olan cinselliğin, dürtünün hareketinin ve itilimlerinin (dürtüsel uyarılmanın) ancak bir ruhsal aygıtın tedricen gelişiminden sonra ve genital aygıtın onu hedefine ulaştıracak olgunluğa ulaşmasıyla, bedenin maddi olgunlaşmasından sonra deneyimlenmesi, asıl anlamına ve bağlamına kavuşması, hem de süregiden bedensel/biyolojik değişimlerin ruhsal aygıt tarafından kaydedilmesinin yine sonradan gerçekleşmesi anlamındadır.[2] Bu aynı zamanda insanın temel çaresizliğinin ve ötekilere/birbirimize muhtaçlığımızın ve bağımlılığımızın da temeli/sebebidir:  

“Türümüzün izi olan trajik boyut, temel olarak Valery’nin sözünü ettiği aralıkta saklıdır. Tüm canlı türleri arasında, doğumdan itibaren neoteni tarafından en fazla işaretlenmiş olan, en fazla olgunlaşmamışlık işaretini taşıyan bizizdir. Bunlar en uzun süre bizde devam eder ve epey geç bir zamana kadar türdeşlerimize son derece bağımlı kalmamıza sebep olur. Bağımsız ve özerk biçimde çabucak işlev göremeyişimizi, başlangıçtaki gelişim geriliğimizi ve bu yapısal kırılganlığımızı türümüzün gücü haline getirdik. Hiç ironiye kaçmadan diyebiliriz ki, üstün gelişimimiz olarak adlandırdığımız şey aslında kendimizi yaşayabilir kılmak için üretmeye koşullu olduğumuz ikamelerin sonucundan başka birşey değildir; ve türümüze ait çok fazla eski ve arkaik şekli koruyor olmamızın üstesinden gelerek hayatta kalmamızı sağlayan da bu ikamelerdir… Türümüz, özerk ve otarşik bir biçimde hayatta kalma araçlarına kendiliğinden sahip olan bireyleri en baştan ve tamamen önceden belirlenmiş ve tamamlanmış bir şekilde üretemez. Bununla birlikte, her birey, hayatta kalmak için gerekli olan bazı aygıtların ve işlevlerin temelden eksikliğini ikame edebilecek bir ruhsal aygıt oluşturma ve inşa etme kapasitesine potansiyel olarak sahiptir. Bu aygıtın birinci işlevi cinsellik işlevidir: Bu işlev yaşamın en başlarından itibaren erkenden ve yoğun biçimde gelişmişse de, genital aygıtın onu hedefine ulaştıracak olgunlukta olmaması engeline takılır. Bu olgunluğa daha sonra, ilk cinsel kıpırtılar karşısında çaresiz kalmamızdan epey uzun bir süre sonra erişiriz… İnsanın başlangıçtaki olgunlaşmamışlığı ile hayatta kalmak için karşılamak zorunda olduğu içsel ve dışsal gereklilikler arasındaki fark (ki biz ruh hastalıklarına yatkınlığı bununla açıklıyoruz), aynı zamanda, asıl amacı bu aralığı doldurmak olan ve öyle kalacak olan ruhsal aygıtın ortaya çıkışına olan yatkınlığı da açıklar. Ruhsal aygıt, bu görevi kısmen ve de oldukça kısa bir süreliğine yerine getirebilir, tek seferde tamamıyla başaramaz, çünkü aynı Sisifos gibi, tam da görevin tamamlanmış gibi göründüğü anda yeniden başlaması gerektiğini görmeye mahkum edilmiştir.”[3]

Demek insanın serüvenini, sonraki gelişme ve olgunlaşma sürecini, kendi için bir ruhsallık yaratmasını temel yetersizliklerini, tamamlanmamışlığını telafi etmeye yönelik bir dönüşüm olarak kavramalıyız.

*****

Freud, çocuksu (infantile) anksiyete hakkında konuşurken şunları söyler: “Öte yandan libidosu doyurulmadığı için nevrotik hale gelen bir yetişkin, anksiyetesi bakımından bir çocuk gibi davranır: Yalnız kaldığında, yani sevgisi sayesinde kendini güvende hissettiği birisinden uzak kaldığında korkuya kapılır ve bu korkuyu en çocuksu yöntemlerle yatıştırmaya çabalar.” Ve eklediği bir dipnotla konuyu genişletir: “Çocuksu anksiyetenin kökeninin bu açıklaması için karanlık bir odadan seslendiğini işittiğim üç yaşında bir oğlana teşekkür borçluyum: ‘Teyzeciğim, konuş benimle! Korkuyorum, çünkü çok karanlık.’ Teyzesi cevap verdi: ‘Bu neye yarayacak ki? Beni göremiyorsun.’ ‘Önemli değil’ diye cevap verdi çocuk, ‘biri konuşursa aydınlık olur.’”[4]

Burada da aynı şeyle karşı karşıyayız demek ki: Tam da hayatın başlangıcına yerleştirmemiz gereken temel görev ve/ya da açmaz ayrılık anksiyetesidir ve söz konusu anksiyeteyi temellendiren şey çocuğun çaresizliği ve muhtaçlığıdır.    



[1] Freud, SE XIII, s.141-142, (Türkçe çeviri: Dinin Kökenleri içinde, çev. Ayşen Tekşen Kapkın, Payel Yayınları, 2002)

[2] Bkz. S. Lesourd, Özne Nasıl Susturulur içinde, s. 71’deki çevirmen notu, çev. Özge Soysal, Ümit Edeş.

[3] F. Villa, Yaşlılığın Gücü, çev. İrem Göksu Yedek, Sarp Tuna, Bağlam Yayıncılık, 2018, s. 125-126

[4] Freud, SE VII, s. 224 (Türkçe çeviri: Cinsellik Üzerine, çev. Emre Kapkın, Payel, Üçüncü basım, 2015, s. 139).