21. Yüzyıl Reformizmi mi?

J. PURKIS - J. BOWEN

21. Yüzyıl Anarşizmi

Ayrıntı Yayınları

İstanbul 1998

21. yüzyıl reformizmi mi?

GÜN ZİLELİ

Burjuvazi tarih sahnesini terk etmeden önce

kendi dünyasını yıkacak.

Buenaventura Durruti[1]

Yazılarında yaptıkları atıflardan anladığıma göre, Londra’da, Red Lion Squar’da bulunan ünlü Convay Hall’de her hafta toplanan “Anarşist Forum”un müdavimleri oldukları anlaşılan bir dizi İngiliz yazarının çeşitli konulardaki makalelerinden oluşan ve 1997 yılında İngiltere’de yayımlanan Twenty-first Century Anarchism (Unorthodox Ideas for a New Millennium) adlı kitap, daha burada ilgili okuyucunun eline doğru dürüst ulaşma olanağı bulamadan, en azından İngilizlerin aklının almayacağı bir hızla Türkiye’de okunmuş, değerlendirilmiş, çevrilmiş ve 1998 yılında Ayrıntı Yayınları tarafından 21. Yüzyıl Anarşizmi (Yeni Bir Yıl için Ortodoks Olmayan Fikirler)[2] adıyla basılmış. Daha burada kitabın İngilizce aslını elde edemeden (burada, özellikle radikal yayınların dağıtımı kaplumbağa adımlarıyla yapılır) Türkçe baskısının elime geçmesi, çağımızın, zaman ve mekân bakımından büyük değişimini ortaya koyan yeni bir delil olsa gerek.

Bu yazıda, değişik yazarlar tarafından kaleme alınmış olan bütün makaleleri tek tek inceleyecek değilim. Bazı makaleleri, daha çok kitabın bütünlüğünü oluşturan görüşler açısından ele alacağım.

DEVLETİ PARÇALAMANIN YOLU OLARAK BAŞKA İLİŞKİLER KURMAK

“Ne devlet ne pazar” adlı, “toplumsal refah üzerine anarşist bir perspektif”le yazıldığı ileri sürülen makalesinde Steve Millett, Batı’daki çağdaş refah devletinin temellerini ve gelişmesini inceledikten sonra, “devletin sağladığı refahın özünün toplumsal denetim olduğu” ve “refah devletinin eşitliği arttırma ve serveti yeniden dağıtma açısından söz verdiklerini yerine getiremediği,” (s.52) sonucuna varıyor. Refah devletinin başarısızlıkla sonuçlanması karşısında Yeni Sağ’ın ya da “Serbest Piyasacılar”ın yeni bir alternatif olarak devletin yavaşlamasını, pazar mekanizmalarının serbestçe hareket etmesine izin verilmesini ileri sürdüklerini belirten yazar, bunun gerçek bir alternatif olamayacağını, aslında, “yalnızca var olan pazar sistemini fiyata oranlayarak şiddetlendirece”ğini, “sınırlanmamış kâr güdüsünün ekolojik olarak sağlam bir toplumsal ve ekonomik sistem yaratacağını düşünmek için de fazla neden” olmadığını (s.53), dolayısıyla Yeni Sağ’ın piyasacı “alternatifinin” geçerli olamayacağını söylüyor. Yazar, bundan sonra “katılımcı” alternatifi tartışıyor ve “bu katılımcı ve merkezsizleşme yanlısı yaklaşım(ın), yüzyıldır tam da böyle bir perspektiften devletin gücünün artmasına eleştiri getirmiş olan anarşistlere en çok hitap eden alternatif,” (s.54-55) olduğu sonucuna varıyor. Yazar bu katılım stratejilerini şu örneklerle somutluyor: “...gıda dağıtımı, konut, imalat ve hizmet alanlarında sayısız kooperatif örneği de var; birçok kendi evini kendin yap planları; kredi birlikleri; cemaat işyerleri; komşuluk konseyleri; kiracı eylem grupları; kendi kendine yardım grupları ve merkezleri; genel anlamda ve hastane düzeyinde sağlık hizmetinde katılımcı uygulamalar; özgürlükçü eğitimle ilgili deneyler; kadın sığınma evleri ve sadece kadınlar için sığınma merkezleri...” (s.54)

Ve bunun hemen ardından yazar, anarşistlere atfen, “devleti parçalamanın tek yolunun başka ilişkiler kurmak olduğu” (abç) temel tezini ileri sürdükten sonra, Gustav Landauer’den şu alıntıyı veriyor dipnotta: “Devlet bir devrimle yıkılabilecek bir şey değil, bir koşul, insanlar arasındaki belirli bir ilişkidir; devleti başka ilişkiler kurarak, birbirimize farklı davranarak yıkabiliriz.”[3] (s.56). Devleti ancak başka ilişkiler kurarak yıkabileceğimiz düşüncesinin refah inisyatiflerine büyük önem atfettiğini, çünkü bu inisyatiflerin egemen hiyerarşilere, karşılıklı yardım ve işbirliği ilkeleri temelinde karşı çıkılmasını sağlayan araçlar olduğunu belirten yazar, Kanadalı aktivistlerin şu sözlerini alıntılıyor: “Bir gıda kooperatifi, bir konut kooperatifi, bir çevre grubu vb... yeni bir toplumsal ağ kurarak yeni bir toplumun temellerini atabilir. İşçi sınıfının kendi mahallelerini, kendi şehirlerini denetimlerine almasını sağlayacaksak, kolektif bir işleyiş tarzına yönelik yurttaş inisyatiflerinin artması vazgeçilmez bir amaçtır.” (s.61)

YENİ YAŞAMA VE DAVRANMA YOLLARINI BUGÜNDEN OLUŞTURMAK

Karen Goaman ve Mo Dodson, “Yıkıcı bir akım mı?” başlıklı ve “Çağdaş anarşizm” alt başlıklı yazılarında, Jean Barrot, François Martin ve Jacques Camatte vb. gibi, genel olarak sol-komünist ve Situasyonist gelenekle bağlantılı yazarlardan yaptıkları alıntılardan hareketle, “yeni yaşama ve davranma yollarına geçişin (abç)” (s.119) gerekliliğini savunmakta ve buna ilişkin çeşitli örnekler verdikten sonra, yazılarının sonunda temel fikirlerini şu cümlelerle ortaya koymaktadırlar:

“Bu örnekler, anarşizm ve benzeri marjinal akımlarla, dağınık ama zengin simgesel faaliyet çizgisini göstermek için seçildi. Bunların hepsi ortadoks siyasal muhalefetten ayrılır ve mesajlarını kültürel ve simgesel olarak ifade edip eylemlerini bu şekilde gerçekleştirirler. Çoğunlukla ‘hareket’ denilen yaygın bir ağ türünün önünde sonunda dünyamızda önemli bir değişimi gerçekleştirmesinin gerektiğini ileri sürerken, yaklaşımımız Barrot ve Martin’in ifade ettiği gibi, dünyayla yıkıcı bir ilişkiyi açıklayan metin ya da eylem akımlarının kendi içlerinde önemli olduğunu açıklamaktır. Su eğretilemesini alırsak, bu tür metin ya da eylemler küçük dalgalar oluşturur; diğer biçimler girdaplar ve dalgalar, su kaynakları ya da nehirler olarak genel bir akımın parçası şeklinde ortaya çıkabilir. Bunların her biri potansiyel olarak anaakıma karşı çıkabilir ya da yönünü değiştirebilir...” (s.139)

Bu konuyla yakından bağlantılı olduğu için hemen burada söz edeceğim, “Sorumluluk sahibi anarşist” başlıklı, tüketicilikte yeni bir hayat tarzını bugünden oluşturmaya ilişkin makalesinde Jon Purkis, kitabın bütün makalelerindeki ortak noktayı kuvvetle vurgulayarak, “bazı etik ve siyasal uygulamaları yaşam tarzımızın bir parçası olarak benimsemekle dünyayı gündelik temelde değiştirebileceğimiz,” (s.188) düşüncesini ileri sürmektedir. Özellikle yeşil hareketle birlikte kendine özgü tüketim ölçütlerini benimseyen grupların etkili olduğunu belirten yazar konuyu daha da açarak şöyle diyor:

“Bu gruplar, işleme, dağıtım ve tüketimlerinde sömürü ya da baskı içeren ürün ya da hizmetlerden olabildiğince uzak duran bir yaşam sürmekten yanalar (abç). Böyle bir teori bireysel ya da kolektif olarak hayata geçirilebilir. Bireysel düzeyde kişisel seçimler yapılır: etik ölçütlere dayanarak hangi mal ve hizmetlerin satın alınacağı; nasıl ve nereye seyahat edileceği; hangi bankanın seçileceği (seçilecekse tabii); ve paranın nasıl kazanılacağı (ve harcanacağı) konusunda. Kolektif düzeyde 1990’ların çevre protestoları, toplumsal ve doğal eko-sistemleri sömüren şirket ya da örgütlere karşı dramatik ve yenilikçi tekniklerin geliştirilmesi ve kullanılmasını içermektedir.” (s.196)

Aynı “bugünden kurma” perspektifini kültürel alana taşıyan Jude Davies, “‘İngiltere’de anarşi’ mi?” başlıklı makalesinde, 1994 yılında, Londra’da yapılan (!) anarşi festivalinden hareketle, popüler kültürün dışında bir “alt getto kültürü”ne hapsolmak yerine popüler kültürün sembollerini kullanarak ve onları çarpıtarak kültürel alanda devrimci bir alan oluşturmayı öneriyor: “temel popüler kültürün benimsenmesi ve bu kültüre müdahale.” (s.93)

Anaakım kültür üretiminin tepkiyle reddedilmesine ve dışlayıcı, geriye dönük bir anarşist popüler kültürün buna eşlik eden fetişleştirilmesine karşı çıkan yazar, “sözel çekicilikleri ne olursa olsun, hakim kültürü toptan reddetmek güçten düşürücüdür,” sonucuna varıyor ve ekliyor: “potansiyel olarak en güçlü anarşist kültürel politika, hakim kültürle iç içe geçmiş olandır.” (s101).

TEKNOLOJİYİ KULLANMAK

“Kolaydı, ucuzdu, sen de yap!” adlı makalesinde “İngiliz Müzik Sanayiinde Teknoloji ve Anarşi” konusunu ele alan Paul Rosen; “İçen sınıfların laneti” adlı makalesinde çalışma hayatı ve teknoloji ilişkisini inceleyen James Bowen, kitabın genel yönelimine uygun olarak, bugünkü teknolojinin olumlu yanlarının benimsenip, bugünden kurulan ilişkilerde teknolojiden yararlanılmasını öneriyor, hattâ daha da ileri giderek, teknolojinin böyle bir tasarımda tayin edici bir rol oynayacağını ileri sürüyorlar. Bu konuda Murray Bookchin’in teknolojiye bakışıyla aynı paralelde yer alan yazarlar, Bookchin’in de hedef aldığı, Zerzan gibi teknoloji karşıtı anarşist yazarları eleştiriyorlar. Paul Rosen, esas olarak katıldığı M. Bookchin’in yaklaşımını özetlerken şunları belirtiyor: “... bazı yeni teknolojik gelişmelerde -otomasyon, robotlaşma ve esnekleşme gibi - aşırı sömürücü teknolojinin ötesine geçme araçlarını görür. Daha özele inersek, teknolojik değişimi, sanayi kapitalizmini işçiler açısından karakterize eden ihtiyaç ve zahmeti hafifletme potansiyeli taşıyan bir araç olarak görür. Ona göre yeni makineler insanları özgürleştirerek kendi yaratıcılıklarını geliştirmelerini sağlayacaktır... Bookchin’e göre insanların sömürülmesinin sona ermesi ‘doğa’nın sömürülmesine son verilmesi için olmazsa olmaz koşuldur ve bu yüzden teknolojiye birinci önemi verir.” (s.143-144)

James Bowen de, teknolojik gelişmelerin insanları bir çok sıkıcı, kendini tekrarlayan, tehlikeli, zevk vermeyen ve gereksiz işlerden uzaklaştırmayı mümkün kıldığını; aynı zamanda bilgiye daha çok ulaşabilme olanağıyla bilgi kaynak ve kanallarının potansiyel demokratikleştirilmesi, eğitim, buluş, yaratıcılık, dağıtım ve benzerleri açısından insanların daha önce keşfetmediği sayısız olasılığı ortaya çıkarttığını belirttikten sonra (s.212), “işsiz dünya”ya da yeni teknolojinin geliştirilmesiyle ve örgütlerin verimli hale getirilmesiyle ulaşılacağını ileri sürüyor (s.227). Yazara göre, “doğru kullanıldığında teknoloji potansiyel olarak özgürleştiricidir. (abç)” (s.228).

BUGÜNDEN “BAŞKA” İLİŞKİLER KURULARAK DEVLET YIKILABİLİR Mİ?

Marksist devrim teorisinin 20. yüzyıldaki çeşitli deneylerle iflas etmesi, öte yandan, yeşil hareketin ve feminist hareketin, günlük ilişkileri değiştirmede bazı “başarılar” elde etmeleri, özellikle 1990’lı yıllarda, genel olarak (anarşistlerin de içinde yer aldığı) radikal harekette, “toplumsal devrim” nosyonunun yerine, “günlük ilişkiler devrimi” türünden bir eğilimin güçlenmesine yol açmış görünüyor. 21. Yüzyıl Anarşizmi yazarlarının da dile getirdiği, bu eğilimden başkası değil.

Marksistlerle, anarşistler arasında, devrim konusunda, 19. yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar süren bir mücadele söz konusunuydu. Marksistler, toplumsal devrimin anahtarı olarak politik devrimi görüyorlardı. Yani büyük toplumsal devrimin gerçekleşmesi için öncelikle siyasal iktidarın ele geçirilmesi gerekiyordu. Siyasal iktidarı ele geçirmek için ise, kapitalist toplumun bağrında, geleceğin iktidarı olarak örgütlenmiş “öncü parti”nin hazırlanması şarttı. Anarşistler, siyasal iktidara karşı geleneksel güvensizliklerinin yanısıra, temsilcilik ilişkisine de karşı olduklarından, toplumsal devrimin önceli olan bir politik devrimi başından itibaren reddettiler ve toplumsal devrimin doğrudan toplumun öz güçleri tarafından gerçekleştirilmesini savundular. 20. Yüzyıldaki, politik devrim güdümlü toplumsal devrim deneylerinin başarısızlığının, anarşistlerin tezlerine haklılık kazandırmış gibi göründüğü. ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda, anarşizmin klasik doğrudan toplumsal devrim tezinin yeniden parlayamamasının nedeni, 20. yüzyıl sonunda, içinde yaşadığımız toplumlarda, somut durumun, yalnız politik devrimler için değil, aynı zamanda toplumsal devrimler için de umut vadetmemesidir. Bu durumda, Marksist devrim teziyle birlikte, genel olarak devrim nosyonunun da gölgelenmesi kaçınılmaz olmuştur.

Marksist devrim tezinin, somut pratikte, bütün çabasını, gelecekteki toplumsal değişimleri üstlenecek bir “öncü parti”nin inşâsına yoğunlaştırması ve dolayısıyla, bugünün bütün çabalarının bu noktaya toplanması, hatalı bir şekilde, bugünden yapılabilecek devrimci değişimlerin geleceğe, “devrim sonrasına” ertelenmesine yol açmıştı. Bugün, “günlük ilişkiler devrimi” fikrinin güç kazanmasının önemli bir nedeni de, bu erteleme ve somut pratikte aslında sistemin ilişkilerine tabi olma fikrinin hatalı, hattâ reformist ve statükocu bir yönelime yol açtığının da görülmüş olmasıdır.

Evet ama, sakın bu “günlük ilişkiler devrimi” nosyonu da bir başka tür reformizm olmasın? Hayır, bunu söylerken, bir kıyamet günü beklentisi içinde, bugünden ortaya konabilecek çabaların küçümsenmesi gibi hatalı bir yönelimi onaylıyor değilim. Ama, yine de şunu belirtmek zorundayım: bugünden yapılabilecek şeyler sınırlıdır ve bunlarla devletin yıkılabileceğini ileri sürmek, bir öncü partinin gelecekte büyük toplumsal dönüşümleri gerçekleştireceği fikri kadar hatalıdır. Çünkü, yukarda, yazarların alıntılarında sözü edilen kooperatifler vb. egemen kapitalist sistemin piyasa ve meta ilişkilerine tabidir. Ne kadar iyi niyetli iradi çabalar gösterirseniz gösterin, sonuçta bu sistemin egemen ilişkileri, sizin kurduğunuz yapıları ya da ilişkileri bozacak, çarpıtacak ve yozlaştıracaktır.

Nitekim, bunun için yeni deneylerin sonuçlarını beklemeye gerek yok. Geçmişte yaşanan deneyler bunu yeterince ispatlıyor. Anarşistlerin onca özveriyle örgütledikleri “özgür okul”ların hepsi hüsranla sonuçlanmıştır. Bu konuda komünistlerin deneyleri de az değildir. Komünistlerin belediyeleri ele geçirerek oralarda yaptıkları kooperatif çalışmaların yozlaşması, sadece komünistlerin statükoculuğuna bağlanamaz. ‘68 deneyinden sonra ortaya çıkan bir çok radikal kurum, özellikle Batı’da, ‘68’den sonraki on yıl içinde yozlaşmış ve sistemin kurumları haline dönüşmüştür, bunların bir kısmı bugün de yaşamaktadır, ama elbette ilk çıkışlarındaki radikal amaçlarından eser kalmamıştır. Yeşil ve feminist deneyler de bu konuda bir istisna oluşturmazlar. Feministlerin Batı’da oluşturdukları bir çok kurum, elbette toplumda olumlu izler bırakmıştır ama, bugün vardıkları yer tam bir hayal kırıklığıdır. Kapitalist sistem bunları hızla masetme konusunda büyük bir yeteneğe sahip olduğunu ispatlamıştır. Kitapta sözü edilen, müzik endüstrisindeki, anarşist “kendin yap” girişimlerinin bile sonuçta nasıl sisteme teslim oldukları, bizzat yazarlar tarafından anlatılmaktadır. Bütün bu kaçınılmaz başarısızlıklar bize ister istemez, bu tür girişimlere, bu sistem içinde küçük bazı direnme yolları olarak bakmak yerine, devrimin alternatifi olarak umut bağlamanın yeni ve büyük hayal kırıklıklarını peşinden getireceğini ve Marksist devrim tezinin iflasından sonra iyice yaygınlaşan, kapitalizmin yıkılmazlığı fikrini pekiştireceğini düşündürmektedir. Dahası bu, Marksizmin, kapitalizm yıkıldığında politik iktidarı devralacak bir öncü örgütü bugünden hazırlama fikrinin ne kadar karşıtı gözükürse gözüksün, aslında ona benzer bir şekilde, kapitalizm yıkıldığı zaman ekonomik ilişkileri devralacak önceden örgütlenmiş ekonomik kuruluşları şimdiden hazırlama fikri gibi görünmektedir. Yani, temelde yine Marksist bir tezi anıştırmaktadır: bir takım ilişkilerin eski sistemin bağrında hazırlanması. Bu, burada derinlemesine ele alamayacağım ölçüde kapsamlı, ama artık sorgulanması gerekli, hayli kuşkulu görünen bir tezdir. Kısaca fikrimi belirtip geçeyim: bu sistem içinde bir takım direniş noktalarının oluşturulmasına, sonuçları biraz umutsuz da görünse, kapitalizm dışı bazı ilişkileri geliştirme çabasına temelden karşı değilim. Ama bunların tutunma ve yozlaşmama şansını çok az gördüğüm gibi, bunlara dayanarak kapitalizmin yıkılacağını da zannetmiyorum. Kanımca, kapitalizm kendi iç çelişkileriyle yıkılacaktır. Gelecek toplumun ilişkileri de, bu yıkımın yol açtığı kaos ortamında, o somut koşullarda kurulacaktır, kurulmak zorunda kalacaktır.

SÖMÜRÜ VE BASKI İÇEREN ÜRÜN VE HİZMETLERDEN KAÇINMAK MI?

Esas konuya girmeden önce, “Yıkıcı Bir Akım mı?” başlıklı makalenin yazarları Karen Goaman ve Mo Dodson’un yaptıkları önemli bir hataya değinmek zorundayım. Bu yazarların sözünü ettikleri Jean Barrot ve François Martin’in sözü geçen kitaplarını, arkadaşım Bora Sarayova çevirdiği ve redaksiyonunu birlikte yaptığımız için, Barrot ve Martin’in fikirlerini yakından bildiğimi sanıyorum. Sol-komünist gelenekten gelen ve sitüasyonist olmamakla birlikte, sitüasyonizmin temel fikirleriyle önemli paralellikleri olan bu iki Fransız yazarının, aslında makale yazarlarıyla taban tabana zıt bir eğilim içinde oldukları kanısındayım. Yani, sol-komünist geleneğe uygun olarak bu iki yazar, meta sistemi sürdüğü sürece, bırakın sistem içinde devrimci bir takım ilişkiler kurulabileceğini öngörmeyi, işçi sınıfının bile kapitalizmin bir sınıfı olduğu kanısındadırlar:

“Proletarya, işçi sınıfı değil, işi eleştiren sınıftır. O, eski dünyanın yıkımıdır, yalnızca potansiyel olarak; bu yıkım, yalnızca bir sosyal gerginlik ve karışıklık anında, sermaye tarafından komünizmin temsilcisi olmaya zorlandığı zaman gerçek haline gelir. O, zamanın burjuvazisi gibi hakim sınıf olmak için değil, sınıflı toplumu yıkmak için birleştiği, örgütlendiği zaman, ancak o zaman kurulu toplumu yıkabilir; o anda yalnızca tek bir sosyal fail vardır: insanoğlu. Fakat, onu ön plana çıkaran böyle bir çatışma döneminin dışında, proletarya, sermayenin bir unsuru, makinenin bir çarkı statüsüne iner (ve elbette bu yön, sermaye tarafından göklere çıkarılır, işçiye yalnızca var olan toplumsal sistemin bir parçası olarak tapılır)... İşçiler, bugün, hiçbir şeyi yönetme yeteneğine sahip değillerdir: onlar, değer kazanmaya yönelik işleyişin bir parçasından ibarettirler ve sermayenin diktatörlüğüne boyun eğmiş durumdadırlar. Şu andaki işçi sınıfının diktatörlüğü, onun temsilcilerinin, yani sendika liderlerinin ve işçi partilerinin diktatörlüğünden başka bir şey olmayacaktır. Bu, ‘sosyalist’ ülkelerde görülen durumdur ve dünyanın geri kalan kısmındaki demokratik solun programıdır... Fakat devlet bir gücü elinde tuttuğu sürece hiçbir şey başarılamayacaktır (abç). Toplum bir kılcal damarlar ağından ibaret değildir: Toplumu koruyacak güç, iktidarı merkezileşmiş bir güçte yoğunlaştıran ilişkilerdir. Kapitalizm, kendi global ölçüde işleyişine devam ederken, bizlerin yaşamımızı yerel düzeyde değiştirdiğimizi gördüğünde, çok mutlu olacaktır (abç). Merkezî bir güç olarak Devletin iktidarı, her yerde olduğu kadar, merkezî eylemle de yıkılmak zorundadır...”[4]

Bu yanlış anlamaya değindikten sonra esas konuya döneyim. Yani, var olan sistem içinde yeni yaşama ve davranma yollarını bugünden oluşturmak, etik bir tutum alarak, “sömürü ya da baskı içeren ürün ya da hizmetlerden olabildiğince uzak duran bir yaşam sürme,” konusuna. Sembolik anlamda etik bazı tutumlar almanın insanlara vereceği olumlu mesajların önemini reddediyor değilim. Örneğin, İngiltere’de, iki anarşistin, McDonald’a karşı bildiri dağıtması üzerine McDonald’ın açtığı davaya bağlı olarak yürütülen ve yıllarca süren kampanya, hem hayvanlara işkence yapmasıyla, hem de ucuz işçi çalıştırmasıyla ünlenmiş bu uluslararası tekelin teşhir edilmesine yol açmıştır. Bu tekelin şahsında kapitalizmin somut pratikteki işleyişi de teşhir edilmiştir. Devrimcilerin, McDonald’ı hedef tahtasına koymalarının ve boykot etmelerinin böyle bir yararı olmuştur. Ama bu kadar. Buradan daha öteye gidip, böyle bir “tüketici bilinci”yle sömürü ve baskıya karşı mücadele edilebileceğini ya da daha beteri, bu tür bir tavırla kapitalizmin yıkılabileceğini sanmak ve önermek tam bir liberal orta sınıf ütopyacılığından başka bir şey değildir.

Bir kere, bu sistemde, böyle bir “sömürü ve baskı”dan uzak üretim ve dolayısıyla tüketim alanları olabileceğini hayal etmek saçmadır. Britanya’da dokuz yıl boyunca bizzat tanık olduğum ve yaşadığım bazı örneklerle bunu anlatmaya çalışacağım. Britanya, Türkiye’den görüldüğü gibi, hiç de “ mükemmel bir Batı demokrasisi” filan değildir. Çalışma hayatına bakacak olursak, bu ülkede vahşi bir göçmen işçi sömürüsünün, hem de “illegal” biçimlerde alabildiğine sürdürüldüğünü görürüz. Türkiye’deki iş yasaları bile Britanya’dakinden daha sağlam ve işçiyi koruyucu niteliktedir. Hele göçmen işçiler açısından, işçinin kaderi patronun iki dudağının arasındadır. Göçmen işçiler bu ülkede, en zor ve ağır koşullarda ve son derece düşük ücretlerle çalıştırılırlar.

Britanya’ya ilk geldiğim yıl olan, 1990 yılında, Whiteless adlı, orta sınıfa hitap eden mağazaları barındıran büyük bir “shoping centre”ın temizlik işinde çalışmıştım. Çoğu Türk ve Kürt olan göçmen işçiler, gece sabaha kadar koca centre’ı temizliyorlardı, diğer milliyetlerden (özellikle Afrikalı) göçmen işçiler de vardı. Menajerin, iş sırasında uyuduğu gerekçesiyle bir arkadaşımızı işten atması üzerine direnişe gittik. Hepimizi birden işten attılar. Bunun üzerine, henüz üyesi olmadığımız sendikaya başvurduk. Sendika, çoğumuz izinsiz çalışan işçiler olduğumuz için bizimle ilgilenmedi bile ve bize mücadelemizin hiçbir sonuç vermeyeceğini, direnmeyi bırakmamızı tavsiye etti (sonradan, Britanya’da sendikaların fonksiyonun zaten bundan başka bir şey olmadığını öğrenecektim). Pasajın önünde bildiriler dağıtmamız etkili oldu ve şirket bizleri yeniden işe aldı. Ancak temizlik şirketinin mukavelesinin birkaç ay sonra bitmesiyle yeni şirket işi devraldı ve hepimizi bir anda yeniden kapının önüne koydu. O akşam işyerine gittiğimizde manzara görülmeye değerdi. Yeni kadın menajer, işten atılan işçilerin taşkınca hareketlerinden korunmak için oraya, çevresinde bodyguardlarıyla gelmişti (ayrıca polis de kapıda hazır bekliyordu). Ama daha da önemlisi, biz atılanların yerine yeni işçi alınacağının duyurulması üzerine kapının önüne biriken yüzü aşkın göçmen işçinin oluşturduğu manzaraydı. Hepsi de işe girebilmek için yanıbaşındakini dirseklemeye ya da tekmelemeye hazır, çoğunlukla Afrikalı, yüzün üzerinde göçmen işçi... Yazarlarımız, Whiteless mağazasından hiç alışveriş yapmışlar mıdır, bilemem. Ama bildiğim bir şey varsa, gündüz vakti o pasaja girdiğiniz zaman, vitrinlerde, sömürü ya da baskıya ilişkin hiçbir şeyin gözünüze çarpmayacağıdır. “Animal test”i reddettiklerini ifade eden mallar sergileyen gayet hoş parfüm dükkanları, bodyshoplar, giyim mağazaları vb... Tüketici bilincine sahip yazarlarımızın, nerden alışveriş yaparlarsa yapsınlar, o güzel malların arkasındaki irin ve kanı görmeleri imkânsızdır.

Böylesi büyük bir tüketici bilincine sahip ve muhtemelen vejeteryan olan yazarlarımız, özellikle vejeteryanlar için salatalık ve diğer sebzelerin üretildiği, Londra’nın 40 mil kuzeyindeki Hodeston’da bulunan “greenhouse”ları görme ve orada, İtalyan patronların denetimi altındaki İtalyan ve Kürt işçilerinin nasıl ağır koşullarda çalıştırıldığını, illegal çalışma koşullarından yararlanılarak, onlara nasıl, normal İngiliz işçisinin alacağı ücretin üçte birinin ödendiğini öğrenme şansına da sahip olamadıklarından, gönül huzuruyla oturdukları, hayvan eti olmayan sofralarındaki salatalıkların aslında insan eti ihtiva ettiğini düşünemeyeceklerdir bile. Ve sofralarındaki pitta ekmeklerini çiğnerken, bu ekmeklerin, Tottenham’ın hiç umulmadık bir sokağındaki, eve benzeyen bir binada, gece gündüz çalıştırılan Somalili genç kadın ve erkek işçilerin kanıyla yoğrulduğunu da tahmin edemeyeceklerdir. Ve tam bir tüketici bilinciyle Charity Shoplar’dan aldıkları ikinci el giysilerinin de, normal ücretin dörtte birine çalıştırılan Hackney’deki Türk ve Kürt işçileri tarafından üretildiğini, bu tekstil atölyelerinde finisherlerin ve yer temizlikçilerinin saat ücretinin 1.5 sterline kadar düştüğünü akıllarına bile getiremeyeceklerdir. vb vb...

Yazarların, bu sistem içinde, “sömürü ve baskı içermeyen ürün ve hizmetler” bulmayı ummaları, kendilerinin, naiflik ve reformculuk içinde olduklarını göstermektedir. Hele hele, “sömürü ve baskı ilişkilerinden” görece arınmış bir banka arayışı, sorunu komedi düzeyine taşıyıcı niteliktedir. Banka seçmek gibi, artık ilkokul çocuklarının bile gülüp geçeceği önerileri bir yana bırakalım ama, şunu belirtmeden geçemeyeceğim: kapitalizm, Batı’da “alternatif etik”in geliştiğini herkesten önce farketmiş ve derhal buna uygun bir pazar oluşturmuştur. Bugün Batı’da, alternatif yaşamcılara uygun yiyecek ve giyecek mağazaları, “postmodern hippy” marketler, bu kitleye hitap eden seyahatleri örgütleyen firmalar ve bütün bunların nasıl bulunacağını gösteren rehber kataloglar yaygınlık kazanmış bulunmaktadır.

EGEMEN KÜLTÜRÜ KULLANILABİLİR MİYİZ?

Bu konuya girmeden önce, Jude Davis’in, belki Türkiyeli okuyucuyu fazla ilgilendirmeyecek bir yanlışını kısaca düzeltmek isterim. 1994 yılındaki “on günlük anarşi festivali”ne ben de katılmıştım, arkadaşlarımla birlikte. Jude Davis, kibarca, festivalin çağrı bildirisindeki abartılı vaadlerin yeterince yerine getirilemediğini belirtiyor. Ben ise, bu festivalin, bırakın vaadleri yerine getirmeyi, tam bir fiyaskoyla sonuçlandığına işaret etmek zorundayım. Mahalli kampanyaları örgütlemekte büyük beceri gösteren anarşistler, ne yazık ki, bütün büyük çaplı örgütlenmelerde olduğu gibi, bu organizasyonda da başarısız olduklarını kanıtlamışlardır.

Jude Davis’in, marjinal bir “getto kültürü”ne hapsolmayı eleştirmesi mantıki görünüyor. Gerçi böyle bir “alt getto kültürü”, biz istesek de istemesek de, ya da anarşistler bunu desteklese ya da desteklemese de, uzun yıllardan beri vardır ve var olmaya devam edecektir. Çünkü bu, kendiliğinden oluşan, toplumsal bir olgudur. Bu “getto kültürü” içinde yer alan insanların şu ya da bu ideolojiyi benimsemeleri (gerçi bunların arasında anarşizme yine kendiliğinden, doğal bir sempati göze çarpmaktadır. Çoğu, Kropotkin ya da Bakunin’i bilmeseler ya da onların kitaplarını okumasalar da, siyah bir bayrak gördüler mi sempatilerini belirtirler ve genellikle kirli ceketlerinin şurasına burasına daire içinde bir büyük A harfi yerleştirmekten hoşlanırlar) şart değildir. Ama onların çoğu evsiz ve işsiz, kimi sosyologların “under class” diye adlandırdıkları, objektif olarak var olan bir toplumsal katmanın mensubudurlar ve dolayısıyla dışlandıkları toplumun egemen kültürüne karşı kendi toplumsal durumlarına uygun kendiliğinden bir “alt kültür” geliştirmeleri kaçınılmaz olmuştur. M. Bookchin’in son zamanlarda fazlasıyla taktir ettiği “sınıf mücadelesi” anarşistleri bu katmana ve onun “alt kültür”üne ne kadar uzak durmaya çalışırlarsa çalışsınlar, bu katman, örneğin 1990’daki Poll Tax (kelle vergisi) olaylarında, Margaret Teatcher’i deviren devasa kitlesel şiddet hareketinin başını çekmiştir. Ancak, yine de böyle bir “alt getto kültürü”ne hapsolmama görüşü olumlu karşılanabilir.

Fakat, yazar, “sınıf mücadelesi” anarşistlerinden de farklı olarak, yeni bir öneri getirmektedir: Anaakım ya da egemen kültürün unsurlarını çarpıtarak kullanma önerisi. Bu fikir, kitabın bütününe hâkim olan, var olan sistemin içinde, sistemin olanaklarından yararlanarak alternatifler geliştirme önerisinin kültürel alandaki tekrarıdır.

Oysa, bu sistem içinde gelecek toplumun kurumlarını yaratmak nasıl mümkün değilse ve dramatik bir reformculuğa işaret ederse, aynı şekilde, politik mücadelenin kısırlığından ve kültürel tecritçilikten kaçalım derken, egemen kültürün sembollerini çarpıtarak kültürel alanda alternatifler yaratma girişimlerinin başarıya ulaşması da pek mümkün görünmemektedir. Bırakın devrimcilerin böyle devasa bir işi başarmasını, sistem, “alt getto kültürü”nün sembollerini kendine mal etmektedir (bugün, Londra’yı tanıtan kartpostallarda punk kültürünün ehlileştirilerek nasıl kullanıldığını görmek mümkündür). Çünkü, son tahlilde, sermaye ve kültürün bütün olanakları egemen sınıfın elindedir.

TEKNOLOJİYİ KULLANMAK?

Son on yılda, Britanya’da, anarşist saflarda, Marksist saflardakine benzer bir gelişme yaşandı. Nasıl ortodoks Marksizmin başarısızlığı karşısında, yeni (reformist ve düzen içi) öneriler geliştiren ılımlı bir Marksizm ya da yeni sosyal demokratik bir yönelim çıktıysa, anarşizm içinde de, klasik, “sınıf mücadelesi” anarşizmine karşı, ortodoksluktan uzaklaşma adına, oldukça liberal ve reformist bir eğilim çıktı. Kanımca 21. Yüzyıl Anarşizmi kitabının yazarları, anarşizmin içindeki bu yeni eğilimi temsil ediyorlar. Fakat burada hemen belirtmeliyim ki, dikkatle bakıldığı zaman Marksizm içinde gözlemlenebilecek tuhaf bir durum, anarşizm içinde de söz konusudur. O tuhaf durum şudur: ortodoks Marksizmle, reformist Marksizm görünürde birbirlerine ne kadar karşı çıkarlarsa çıksınlar, aslında birbirlerini destekleyen önemli iç bağlantılara sahiptirler ve Marksizm içindeki gerçekten devrimci çıkışları bastırmakta işbirliği yaptıkları gibi, son tahlilde aynı modernist yönelimin parçalarıdırlar.

Buradan, bir analojiyle, anarşizm içindeki duruma geçecek olursak, benzer bir durumla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Dikkat edilirse, kitabın yazarları, klasik, “sınıf mücadelesi” anarşistlerini yer yer eleştirmelerine rağmen, örneğin son zamanlarda “sınıf mücadelesi” anarşistlerinin sözcülüğünü yapan M. Bookchin gibi anarşizm içi otoritelerle, son derece can alıcı bir konuda, teknolojiye karşı alınacak tutum konusunda aynı pozisyonu almakta, hattâ teknolojiden yararlanma tezlerini genel olarak M. Bookchin’e dayandırmaktadırlar. Yumuşaklıklarıyla, üslûp olarak M. Bookchin’in hırçın üslûbundan ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, Bookchin’in, anarşizm içindeki en radikal eğilimi temsil eden, Zerzan gibi teknoloji karşıtlarına yönelttiği eleştirileri benimsemekte ve desteklemektedirler. Yani sonuç olarak, “sınıf mücadelesi” anarşizminin bugünkü sözcüsü M. Bookchin ile reformcu anarşistler, radikal anarşistleri eleştirirken müttefik durumuna girmektedirler.

Teknolojinin olumlu yönde kullanılabileceği görüşüne gelince. Ben, teknolojiyi toptan reddeden radikaller kadar keskin bir tutum içinde olmamakla birlikte, hem M. Bookchin’le, hem de kitabın yazarlarıyla daha büyük bir anlaşmazlık içinde bulunduğumu hissediyorum.

Yazarlarla temelde anlaşamadığım nokta, teknolojinin doğru ya da yanlış kullanımı değildir. Elbette birçok insan teknolojiyi, kendine göre doğru yolda kullanmaya çalışacak ya da öyle yaptığını düşünecektir. Örneğin ben bu yazıyı bir bilgisayarda yazıyorum. Yani teknolojiyi kendimce doğru yönde kullanıyorum. Ama sorun bu değil ki. Sorun, bu teknolojinin üretilmesi için oluşturulan devasa organizasyonlarda ve böylesi devasa organizasyonların ancak büyük sermaye sahipleri tarafından yönlendirilebileceği gerçeğinde. Bu yüzden tek tek bireyler, ne kadar teknolojiyi kendilerine göre olumlu şeyler için kullanırlarsa kullansınlar, sonuçta dev şirketler bu teknolojiyi merkezî planda yönlendirecekler ve bu yönlendirmeye bağlı olarak da teknoloji daima onların istediği yönde hizmet edecektir. Örneğin, belki siz fotokopi makinesinden yararlanarak bildirilerinizi basabileceksiniz, ama son baskı teknikleri daima medyayı üretecek. Belki siz, küçük bir 6.35’likle hayatınızı koruyacaksınız, ama büyük silah endüstrisi daima büyük ölüm makinelerinin hizmetinde olacak. Yazarların zararsız buldukları bisiklet, ampul, soba ve buzdolapları konusu bile tartışmalıdır. Bu teknolojik ürünlerin üretilmesi bile, küçük yerel grupların denetleyebileceği dar bir alanın ötesinde bir organizasyonu ve dolaşımı gerektiriyorsa, bu, kapitalizmin yeniden üretimi anlamına gelecektir. Gerek üretiminde, gerekse kullanımında sömürü ilişkilerine ve yabancılaşmaya yer vermeyecek teknoloji, ancak dar bir alanda, usta işi, tek parçalı, basit bir teknoloji olabilir. Haydi, küçük komşu grupların mutual aid yoluyla birbirleriyle birkaç küçük parçayı takas etme olanaklarını da kabul edelim.

“Küçük hayat devrimleri”, kapitalizme teslim olmamanın sembolleri olarak yararlıdır ve devrimci bir işlev görürler. Ama, kapitalist meta ilişkilerini toptan ilga edecek büyük devrimin (onu da “toplumsal” sözcüğüyle kısıtlamak istemiyorum artık) alternatifi olarak sunulmadıkları sürece...

[1] Abel Paz, Halk Silahlanınca, çev: Gün Zileli, Kaos Yayınları, 1996, s.319.

[2] 21. Yüzyıl Anarşizmi, Derleyenler: Jon Purkis ve James Bowen, çev: Şen Süer Kaya, Ayrıntı Yayınları, 1998.

[3] Ayrıntı yayınları, arka kapakta bu alıntıyı daha da ileri boyutlarda yorumlayan cümleler kullanmış: “Devlet devrimle yıkılabilecek bir şey değil, insanlar arasındaki bir ilişki tarzıdır. Devlet, bu ilişki tarzıyla var olur, beslenir, güçlenir, sömürür ve öldürür. Devlet, otoriter ve hiyerarşik örgütlenmelerle iktidara talip olunarak değil; insanlar arasında devletin kendini yeniden üretemediği yeni ilişkiler, özgürlükçü ve dayanışmacı yeni bir ‘hayat tarzı’ kurularak yıkılabilir. Asıl olan ‘iktidarı almak’ değil, gündelik hayat devrimleridir.” Buradaki özetlemenin, kitabın yazarlarının anlayışlarına tamamen uygun olduğunu belirtmeliyim.

[4] Gilles Dauvé-François Martin, Komünist Hareketin Güneş Tutulması ve Yeniden Ortaya Çıkışı, çev: Bora Sarayova, 1999, Sel Yayınları. İngilizce baskısında: s.31,38,40.