1992’den bu yana, başta da 1997 yazında olan ve geniş ölçüde medyaya yansıyanlar olmak üzere, “ikinci Cezayir savaşı”na[1] damgasını vuran katliamların dehşeti kamuoyunu şaşkına çevirdi. Pek çok gözlemci açısından bu barbarlık, nazizmin ya da Kızıl Kmerlerin yaptıklarıyla karşılaştırılamayacak, “daha önce eşi benzeri görülmemiş bir dehşet”tir. Gerçekten de bunlar, artlarındaki katilleri harekete geçiren totaliter ve soykırıma yönelik ideolojiyle açıklanabilir. Bu ideoloji radikal İslâm’dır. İşte, Bernard-Henri Levy[2] ve André Gluksmann’ın kaleminden sıkça dökülen çarpıcı “yeşil Kmerler” ya da “yeşil nazizm” ifadeleri de buradan kaynaklanır. Génération Ecologie (Ekoloji Kuşağı) hareketinin 21 Ocak 1998’de Paris’te düzenlediği mitingde kullandığı (mitingin adı: “Cezayir: suskunluk öldürür”) gibi, şu tür bir çözümlemenin kaçınılmaz sonucunun da kaynağı budur: “Durumun vehameti bizi, bundan sonra otokratlardan önce katilleri suçlamaya itiyor. (..) zira her ne kadar hiç kimse, hele de Cezayir’deki rejim mükemmel olmasa da, katiller, adam boğazlayanlar, insan doğrayanlar, tecavüzcüler, kol-bacak kesenler, çok daha beterdir.”
Bu, Alain Griotteray’in, yakın zamanda, İslâmcılığa karşı mücadeleyle, eskiden nazizme karşı verilen mücadeleyi, iyi niyet damgası taşıma amacında olan, ancak geneli tamamiyle isyan uyandıran yazısında da karşımıza çıkan bir savdır.[3] Yazar açıklamasını şöyle yapar: “şüphesiz tüm Almanlar nazi değildi, ama sonuçta tüm Almanlarla savaşmak gerekti” ve böylelikle, örtük bir biçimde de olsa, her Müslümanın olası bir terörist olduğunu ve terörizmin var olduğu tüm İslâm kültürüne sahip ülkelerle topyekûn bir savaş yapılmasının gereğini vurgular. Burada kendimizi, sözde “uygarlıklar çarpışması”nın, göçmen işçilerin sınır dışı edilmesinden, düşmanlarınınkiyle aynı barbarlıkta yöntemler kullananlar da dahil tüm “terör karşıtı” mücadele biçimlerine koşulsuz desteğe kadar her şeyi olumladığı “Huntington’vari” bir cinnetin ortasında buluruz.
“Hümanist” savla, “yabancı düşmanı” sav yandaşlarını ayıran apaçık ve derin farklılıklar ne olursa olsun şunu saptamak zorundayız: bunlar, ortak bir mantıksal nüveye sahiptirler: İslâm, İslâmcılık ve soykırıma yönelik terörizm, hal hamur edilmiştir ve bu karışım bütünsel açıklamanın yerini tutmaktadır. Bu karmaşanın apaçık oluşu, büyük medyalar açısından, şüphesiz bugünün Fransa’sında çok belirgindir ve bu durumun ayrıntılı biçimde çözümlenmeyi hak eden nedenleri vardır. Ancak, her halükârda şunu kuvvetle belirtmek gerekir: bu karışımda, Cezayir trajedisini açıklayabilecek herhangi bir anahtardan eser bile yoktur, zira karmaşık bir gerçekliğin esasını gözlerden saklar ve olsa olsa en kötü yoldan çıkmalara zemin hazırlar ve hizmet eder.
Nasıl ki, başka zamanlarda Engizisyoncular İncil’den yararlanmışlarsa, en korkunç barbarlıkları haklı çıkarmak için İslâm’ın kutsal metinlerinden yararlanılabilir. Ancak bu, Cezayir’deki katliamların inanılmaz vahşetinin kökeniyle ilgili olarak hiçbir şeyi “kanıtlamaz”. Çünkü, öncelikle, bu tür katliamların ne yazık ki “daha önce eşi benzeri görülmemiş” oldukları söylenemez. Nitekim, Amerikalı siyaset bilimci Stathis N. Kalyvas, değerli bir makalesinde, Yunan iç savaşı sırasında (1943-1949) komünistler ile milliyetçilerin birbirlerine karşı giriştikleri kitle katliamları ile Cezayir’dekiler arasındaki “çarpıcı benzerliğe” değinmiştir.[4] Yazar “iç savaşların zaman ve uzam içinde karşılaştırılması bize bu tür seçmeci ve belli hedef kitlelere yönelik terörün, gerilla hareketleri ve paramiliter grupların en tercih ettikleri strateji olduğunu çağrıştırır” der ve ekler “gerilla açısından (Cezayir’de) söz konusu olan, İslâm’la, hattâ genel olarak dinle hiçbir ilişkisi olmayan, rasyonel bir yöntem söz konusudur; bu, daha önce pek çok cephede, birçok iç savaşta kullanılan bir yöntemdir”. Hem bu teröre tüm taraflarca başvurulmaktadır: “Bugün, Cezayirli generaller de bu terörü, gerçi daha üstü kapalı ama aynı derecede dehşet verici biçimde kullandılar.”
Ne kadar yararlı olursa olsun bu anımsatma “ikinci Cezayir savaşı”nın süresi, şiddeti ve içe kapanıklığını açıklamak için yeterli değildir. Çünkü, başka yerlerde de olduğu gibi, ülkenin tarihine özgü başka nedenler de vardır. Bence bunlardan esas olanı, birkaç kuşaktan bu yana Cezayir’de iktidara gelmiş olanların şiddeti manipüle etme geleneğinin önemidir. Başka bir ortamda, Pierre Vidal-Naquet’yle birlikte değinmiş olduğum gibi,[5] 1830’dan itibaren Fransa’nın sömürgeleştirme hareketi sırasında da durum böyleydi. Ancak şunu da anımsatmak isterim ki bu gelenek, bizatihi kurtuluş hareketi dahilinde Cezayir ulusal hareketi içinde varlığını sürdürmüştür, bugün de sürdürmektedir.
BİRİNCİ CEZAYİR SAVAŞI SIRASINDA ŞİDDETİ DOĞURAN MANİPÜLASYON
Birinci Cezayir savaşının resmî tarihi, Akdeniz’in her iki yakasında, gerçekte esas olan bu boyutu geniş ölçüde gizlemiştir. Fransa tarafında, ordu, geniş ölçüde manipülasyona başvurmuştur: örneğin ALN’ninkini gözden düşürme amacıyla sahte kır gerillaları yaratmıştır (bugün de Cezayirli generaller AİS’i gözden düşürmek için aynı şeyi yapıyorlar); bu sahte kır gerillalarının bir bölümü sonradan efendilerine karşı durmuştur.[6] Ayrıca, milliyetçi tarafın iç bölünmeleri üzerine de oyunlar oynamış, el altından FLN’ye karşı olan gerillaları desteklemiştir; Bellounis davasının ortaya koyduğu budur[7] (bu yöntem 1992’den bu yana Cezayir ordusu tarafından sıklıkla kullanılmaktadır). Ama asıl yaptıkları, halkı bölmek için “yerli” güçleri geniş ölçüde seferber etmek olmuştur -yaklaşık 200 000 kişi seferber edilmiştir; bunların en ünlüleri Harki’lerdir- (bu da, günümüzde, 1994’te “meşrû müdafaa grupları” ya da birtakım başka “yurtsever” milislerin oluşturulmasıyla tekrar edilen bir davranıştır).
Bu manipülasyonlar ciddi zararlara yol açtılar; zarar, özellikle de milliyetçi saflarda, bunlar Stathis N. Kalyvas’ın değindiği kör şiddet tekniklerini kullanma alışkanlığının daha çok etkisinde kaldıklarından, daha da önemliydi. Örneğin 1958’de şu acı ama ünlü “Amirouche operasyonu” (operasyon sorumlusu olan Fransız subayın Cezayirli yedek güçlerinin giydikleri mavi işçi tulumları nedeniyle, operasyona “mavice” adı da verilir): Fransız karşı-casusluk subayları FLN militanlarını yakalamış, sonra da, onları, kavga arkadaşlarının pek çoğunun düşmana hizmet eden hainler olduğuna inandırdıktan sonra serbest bırakmışlardı. Bu beyin yıkama, III. Vilayet (Kabil bölgesi) şefi, komutan Amirouche’un, yaklaşık iki bin mücahite işkence etme ve öldürmesiyle sonuçlanmıştı.[8]
Bu türden bir çılgınlık, FLN’nin, Libya’da Tripoli’de kurulmuş olan haber alma ve karşı casusluk birimlerinin (MALG) paranoyak kültürünün de en erken dönemde işaret ettiği gibi, bizatihi kurtuluş mücadelesinde de mevcuttu. Bu birimin ana sorumlusu, Abdelhafid Boussouf, eylemleri, tabiî ki Fransız ordusuna yönelik olan, ama aynı zamanda da bizatihi Cezayirli savşçılara karşı bir iç denetim ve gözetim işlevi de yüklenmiş olan bir bölüm oluşturmuştu. O dönemde, FLN ile MNA (Messali Hadj’ın yönetimindeki Cezayir Ulusal Hareketi) arasındaki iç savaş yoğundu; bunun sonucu, Fransa ve Cezayir’de binlerce kişi öldü. En trajik eylemlerinden biri, adeta bugünkilerin öncüsü olan Melouza katliamıydı.[9] Bu eylem MNA’nın yenilgisiyle sonuçlandı. Ama, başka kanlı çarpışmalar da, bizatihi FLN içindeki fraksiyonları, tıpkı son zamanlarda GIA’nın içindekiler gibi, karşı karşıya getirdi.
A. Boussouf’un adamları, Moskova’da KGB tarafından, ünlü “Kızıl Halı” grubu dahilinde eğitilmişlerdi.[10] Bu komplocu Rasputin’ler, sömürge döneminin şiddeti manipüle etme geleneğiyle uyum gösterdiler ve bu manipülasyonu, tahmin bile edilemeyecek bir kapsamda, Sovyetlerin teknikleriyle uygulamaya koydular.
Ağustos 1956’daki Soummam Kongresi’nde, FLN’nin en karizmatik yöneticilerinden Abbane Ramdane, siyasete silahların yön vermesini isteyenlere karşı kendi otoritesini dayatmayı başarmıştı. Ancak zaferi kısa sürdü. Aralık 1957’de, Boussouf ve adamları onu bir ölüm tuzağına düşürdüler: Fas’ta bir çiftliğe davet edip, orada boğdular. Sonradan, Abbane Ramdan’ın, çatışmada, Fransız askerleri tarafından öldürüldüğünü iddia ettiler. Gerçek, uzun süre gizli kaldı ve Cezayir’de resmî tarih tarafından hiçbir zaman kabul edilmedi. Bu kurucu edim, yani milliyetçilerin en önemli yöneticilerinden birinin kardeşlerince katli, uzun zaman, ülke tarihinin devamını belirledi. Ve “sınır ordusu”nun, Temmuz-Ağustos 1962’deki zaferi bu ölümcül evrimi daha da vahimleştirdi ve katılaştırdı.
1962 KATLİAMLARI
Mart 1962’de, savaşın sonunu belirleyen Evian anlaşmaları sırasında, içerideki savaşan birlikler neredeyse tamamen yok edilmişti, Fransız ordusu askerî olarak zaten iki yıldan beri galipti. GPRA (Cezayir Cumhuriyeti geçici hükümeti) Kahire’deydi ve sürgündeki pek çok milliyetçi savaşçı, küçük bir bölümüyle Fas’ta, ama aslen Tunus’ta “Moris hattı”nın gerisinde (Fransızlar tarafından Tunus sınırı boyunca, sızmaları önlemek amacıyla inşâ edilen bariyer) konuşlanan “sınır ordusu” saflarına katıldılar. Konumundan dolayı Cezayir toprağında eylemlilik gösteremeyen sınır ordusu, gerçekten de tam bir ordu oluşturuyordu, ama çarpışmıyordu. 5 Temmuz 1962’de, bir referandum sonucu bağımsızlık ilân edildi ve GPRA ile sınır ordusu Cezayir’e geri döndü. İşte o zaman, Houari Bumedyen yönetimindeki bu ordu, GPRA’lı sivillere karşı gerçek bir darbe düzenledi ve III. ve IV. vilayetlerdeki son muhalif birlikleri -ölümcül çarpışmalar sonrası- bertaraf ettikten sonra, iktidarı ele geçirdi. Sivil bir görüntü olarak, cumhurbaşkanlığına Ahmed ben Bella’nın gelmesini dayatacak ve bu üç yıl sürecekti.
Böylelikle, iktidara gelenler, savaşmamış olanlardı; yirmi beşinci saatte çarpışanlarla, Martçılarla -Mart ayındaki ateşkesten sonra ittifak yaptıklarından, onlara bu ad veriliyordu; tüm savaş boyunca kıllarını dahi kıpırdatmamış olmalarına ve gerçekten savaşanların Fransızlar tarafından geniş ölçüde yok edilmiş olmalarına karşın, bir sabah uyandıklarında kendilerini milliyetçi savaşçılar olarak bulmuşlardı- ittifak yapmışlardı. İşte bu “Martçılar”, yeni iktidara bağlılıklarını, Harkiler ve Fransızlar’ın diğer “yedek güçleri” ile bunların ailelerine karşı korkunç misillemelerle göstereceklerdi. Tam rakam hiçbir zaman bilinmeyecektir, ama tarihçiler bunun onbinlerce kurban olduğunu (50 000’den fazla?) kabul ediyorlar. 1962’nin Mart’ıyla yıl sonu arasında gerçekleşen bu katliamların kapsamı, Cezayirliler’in yedi yıl süren savaş boyunca verdikleri toplam 350.000 askerî ve sivil kayıp (Fransızlar açısından bu rakam 27.000) ile karşılaştırılabilecek düzeydedir. Olabilecek en korkunç koşullarda gerçekleşen bu kitle katliamlarının sonucu doğan travmanın ne olacağı düşünülebilir. Ama tüm bunların sözü edilmedi, Martçılar, onca zorluklara karşı elde edilen bağımsızlığın yarattığı sevincin ardına saklanarak sessiz sedasız katlettiler. Fransızlarla işbirliği yapmış olanları barbarca öldürdüler; oysa Fransızlar o işbirlikçileri kendi kardeşleriyle savaşmada kullanmış ve onlara karşı kendileri de en feci iğrençlikleri yapmışlardı.
Bu karşılıklı katliamların anısının, hayatta kalanların, onların çocuklarının ve her iki saftan da kurban olanların, yani günümüzde milyonlarca Cezayir ailesinin kafasında, kızgın demirle vurulmuş bir damga gibi kalmamış olması düşünülebilir mi? Bu korkunçlukların asla üstlenilmeyen anısının, aslında geçmişin bazı hesaplaşmalarını da içinde taşıyan günümüz katliamlarının bazılarında geniş bir pay sahibi olmaması mümkün mü? Ama, 1962’den itibaren bu anı, sınır ordusunun -bu ordunun içinde, A. Boussouf’un MALG’sinin varisi olan ve Bumedyen’in denetimindeki Askerî Güvenlik (SM) de yer alır- elinde tuttuğu demir pençeli bir devlet tarafından susturulacaktır.
MAFYA TİPİ BİR İKTİDAR
1963-1965 arası, Ahmed Ben Bella, hükümet görevini, bireysel girişimlerle kaynayan bir genel mutluluk ortamında yerine getirir. Ancak askerler onun yeterince uysal olmadığını düşünürler ve -oldukça temiz- bir darbeyle kendisinden kurtulmaya karar verirler; darbe bir gün sürer ve pek az kurbanla sonuçlanır. Böylelikle Bumedyen iktidara geçer. İleride onun ince bir politikacı olduğu görülecektir. Tabiî -şunu da belirtmek gerekir ki- bunda 1973’te petrol fiyatlarının ani yükselişi ve bu yükselişin rejimin yaşadığı zorlukları geçiştirmesinin de yardımı vardır: bu ekonomik soluklanma birkaç yıllık bir bolluk getirecektir. O zaman, Askerî Güvenlik yetkilileri Bumedyen’in yönetiminde, petrol rantının bir bölümünü iktidarın çeşitli hizipleri ve bunların yandaşları arasında paylaşadursun -ve böylelikle toplumsal barışı ayakta tutmuşlardır- hükümet iddialı bir sanayileşme planını ortaya atar.
Yöntemler son derece karmaşıktır ve mafya tarzı bir işleyişe yakın durmaktadır: “kale”lerden biri, baba rolünü üstlenmek üzere bir adamını devreye sokmuş ve Bumedyen, farklı bölgesel hizipler arasında -Doğu’daki, azınlıkta olan ve temel bir rol oynayan Şaui’ler, Orta Cezayir’deki Kabiller ve Batı’daki Araplar- gayet becerikli bir biçimde oynamasını bilen, özel olarak güçlü bir baba olmuştur. Bununla birlikte şiddet tamamen yok değildir: işkence, örneğin Komünist Partisi’ndeki (sosyalist öncü parti) muhalifleri hizaya getirmek için hâlâ ayrıcalıklı bir yöntem oluşturmaktadır; bu partinin pek çok üyesi böylece rejimin zorunlu destekçilerine dönüşecektir.
Aralık 1978’de, Bumedyen’in ölümünde bu pek hassas ve üyelerinin sayısı birkaç elin parmağını aşmayan “benzerler arası demokrasi”de, askerler kendilerine müttefik olarak biraz silik birini, bir Bumedyen karşıtını seçerler: Çadli Bencedid 1980’de cumhurbaşkanı ilân edilir. ’80’li yılların ortalarında petrol fiyatları düşer ve ekonomik durum zorlaşır. Petrol gelirlerinin görece azalması, ve Sovyet tarzı aşırı-devletçi bir ekonominin işleyişine “liberal” olma iddiasındaki yöntemlerin dahil edilmesi, sistemin sigortalarını attıracaktır. Bir önceki dönemde, devletin; ekonomik kaynaklar ve Bumedyen’in gücü, milliyetçi ve Üçüncü Dünyacı söylemi sayesinde kurulan meşruluğu, sorgulanmaya başlanır.
Gelir azaldıkça, o gelire el koyabilmek için yürütülen hizipler arası rekabet doruğa ulaşır. Böylelikle, sistem daha kırılgan bir hal alır ve toplumsal gerilimler yükselir. Bunun sonucu, 500’ü aşkın ölümle sonuçlanan 1988 ayaklanmalarıdır: ordu gençlerden oluşan kalabalığa ateş açmıştır ve karakollarda kitlesel bir biçimde işkence uygulanmıştır. Bu gösteriler, halkta, yedi-sekiz yıldan beri rant kırıntılarının dağıtımının zayıflaması ve ekonomi politikasının giderek daha belirginleşen başarısızlığıyla birlikte başgösteren bir “yeter artık” duygusunun ifadesiydi. İktidardaki hiziplerden biri, düzensizlik ortasında, başkalarına karşı kendini dayatabileceği düşüncesiyle, gösterilerin ortaya çıkmasını destekledi. Ancak, hizipler, kışkırttıkları sorunun büyüklüğünü görünce, hemen tekrar birlik oldular.
“DEMOKRATİK” YILLAR (1989-1991) VE OCAK 1992 DARBESİ
1988’de, askerler siyasal yaşam konusunda görece bir “demokratikleşme riskini göze alırlar, ama, tabiî bunu yaparken, sistemin can alıcı yanını, yani petrol rantı ve karanlık komisyonların kendi yararlarına denetimini ellerinde tutmayı sürdürürler. Kimi kısıtlayıcı koşullar dahilinde olsa da, çeşitli partilere kurulma olasılığı verilir. İşte FIS (İslâmi Selamet Cephesi), FLN’yi denetleyen adamların girişimiyle, bu şekilde kurulur: Cezayir’de, asla dedikodu ve söylenti sıkıntısı çekmeyen sokaktaki adamın gözünde, askerler, başından beri İslâm’ı bir araç haline getirmiş olduklarına göre, FIS, “FLN’nin oğlu”dur.
1989-1991 arası, üç yıl boyunca, basın kendini neredeyse özgürce ifade edebilir ve tüm ülkede gerçek bir coşku kıpırdanması vardır. Çünkü iktidarı hâlâ sıkı bir biçimde denetleyen üst düzey subaylar grubu içinde, cüretli bir siyasal ve ekonomik reform yanlıları, geçici olarak galip gelmişlerdir. FLN’nin “reformcu” denen kanadından olan Mulud Hamruş başbakan olur. Çevresindeki ekipte, işlerin başına gelmiş, şüphesiz en namuslu adamlar vardır; ancak işlerin başına gelmişlerse de, bunları yönetememişlerdir. Ordu, denetlemek için, onların arkasında bulunmaktadır; yine de bu kişiler, o ana kadar pek çok Cezayirli bakanın göreve gelir gelmez yapmış olduğu gibi, utanmazca zenginleşmeksizin, samimi olarak ülkeye reformlar getirmek için çaba göstermişlerdir.
Bu deneyim, Hamruş hükümeti, askerlerin denetimindeki rüşvet-yolsuzluk şebekelerine saldırmaya başladığında son bulur. 1991 Haziran’ında, hükümet, Askerî Güvenlik’in manipülasyon tekniklerini tipik biçimde yansıtan bir darbeyle devrilir: Askerî Güvenlik , -o dönemde yasal bir parti olan- FIS’i, el altından sokakta gösteri yapmaya yüreklendirerek, kullanmıştır. FIS, farkına varmaksızın bu manipülasyon oyununa gelmiş ve böylece orduya Hamruş deneyimini durdurma yönünde bir bahane sunmuştur. Düzeni sağlayamadığı gerekçesiyle, Hamruş görevden alınır ve yerine genel seçimleri düzenlemek üzere Sid Ahmet Gozali getirilir.
1991’de, belediye seçimlerinde, kayıtlı oyların üçte biri, geçerli oylarınsa % 57’sini (yani yaklaşık 4,3 milyon oy) alan FIS’in görece bir zafer kazandığı görülür. Sonra, Aralık 1991’de yapılacak genel seçimlerin hazırlığı başlar. Bir öncekinden çok daha iyi denetlenebilen yeni hükümetle, askerler, FLN aracılığıyla, hileye başvurmadan, kolayca seçimleri kazandıracak, mükemmel bir biçimde kilit altına alınmış bir seçim sistemi kurduklarından son derece emindirler: bu, çoğunluk sistemidir ve kesin çoğunluğa sahip olmak için rakipten çok az bir farkla ileride olmak yeterlidir. Ancak bu hesap tutmamıştır çünkü FIS, FLN’nin önüne geçmiştir. Kayıtlı seçmenlerin % 24.5’i (yani geçerli oyların % 47’si - 3,3 milyon oy) ile FIS, birinci turda kazanan milletvekillerinin % 44’ünü çıkarmıştı ve ikinci turda çoğunluğu almayı bekliyordu. Askerlerde panik başladı: generaller toplandı ve seçimleri iptal kararı aldılar. Demokrasinin “İslâmcılık” tehdidi altında olduğunu ilân eden “demokratik” slogan işin dış görünüşüydü: askerî yöneticiler açısından, gerçek tehdit, dini liderlerin, rantı denetlemek üzere kendi yerlerini almalarıydı.
Hâlâ cumhurbaşkanlığı süren Çadli’nin İslâmcılarla birarada çalışabileceğinden şüphelenen askerler, onu istifaya zorladılar. 1992 Ocak’ının başında, seçimlerin ikinci turu iptal edildi. Acil durum ilân edildi ve kısa süre sonra da FİS yasaklandı. Kitlesel bir baskı başladı: 15.000’den fazla İslâmcı sempatizan ya da öyle olduğu sanılan kişi, tutuklanarak, güney bölgesinde kamplara götürüldü; burada korkunç koşullar onları bekliyordu. Geniş ölçüde uygulanan işkence, tamamen genelleşti.
Şiddet ve terör sarmalı harekete geçti.
BOUDIAF’IN ÖLDÜRÜLMESİ VE KİRLİ SAVAŞ
Bunun üzerine askerler, cumhurbaşkanı olarak, kurtuluş savaşının büyük isimlerinden biri olan ve epeyce bir zamandır Cezayir’deki işlerin sorumluluğundan uzakta bulunan Muhammet Budiaf’ı göreve çağırırlar. Budiaf herhalde sistemin nasıl işlediğini fark etmemiş ya da belki onu, içeriden reformlarla değiştirebileceğini düşünmüştü. O da, rüşvet-yolsuzluk şebekelerine ilişkin soruşturmalar yapmaya çalıştı ama bu durum altı ay bile sürmedi. 29 Haziran 1992’de, bir mitingde öldürüldü; üstelik de herkesin iyice görebilmesi için tüm televizyon kameralarının önünde... Cezayir’de hiç kimse, bu cinayetin, iktidarın ilân ettiği gibi, İslâmcıların işi olduğuna inanmadı. Budiaf, ağzından tam “İslâm” kelimesi çıkarken ateşe tutulmuştu ve bu sahne haftalarca televizyonlarda tekrar tekrar gösterildi. Mesaj tamamen aktarılmış ve herkes anlamıştı: Budiaf’ı öldürenler İslâmcılar değil askerlerdi.
Savaş, bu topyekûn ve kirli savaş, işte asıl o zaman başladı. Gizli FİS’in militanları silahlı gruplar oluşturdular (bunlar, 1994 Temmuz’unda, FİS’in silahlı kanadı olan “İslâmi Selamet Ordusu”nda birleşeceklerdi) ve Fransız ordusuna karşı verilen kurtuluş savaşını model alarak kırda gerillalar oluşturdular. Gerek eylemler, gerekse söylemde referanslar gerçekten de mutlak biçimde açıktı: FİS ve AİS kendilerini FLN ve ALN gibi tanımladılar. Tıpkı FLN gibi FİS de, seçmeci davranarak, esas olarak askerî yöneticileri ve iktidarın kadrolarını öldürüyordu. Ancak, kısa zaman zarfında karışıklık başgösterdi, özellikle de iktidara bağlı basın tarafından tümünü İslâmcı teröristlerin gerçekleştirdiği söylenen -oysa bu hiç de kesin değildir- entellektüellere ve gazetecilere yönelik katliamlarla bu karışıklık iyice ayyuka çıktı. Bu cinayelerden bazılarının İslâmi militanların işi olması son derece olasıdır. Ancak, aynı derecede olası olan bir başka şey de, bunların bir kısmında Askerî Güvenliğin doğrudan ya da dolaylı parmağının bulunmasıdır. Bu konuda kanıt yoktur ama çok sayıda birbiriyle tutarlı ipucu vardır. Örneğin, Budiaf’ın katilini sorgulamakla görevli psikiyatrist olan Busebi, başkanın ölümüne ilişkin hakikati ortaya çıkarma komitesinin elemanlarından biriydi ve bu hakikate gitgide yaklaşıyordu. Çocuklarının gözü önünde, korkunç koşullarda, boğazı kesildi. Güya, İslâmcı oldukları varsayılan kişilerce öldürülmüştü...
Aynı biçimde, gazeteci-yazar Tebar Caut’un (kendisi militan bir “kök kazıyıcı” idi) katilleri yakalandı ve yargılandılar ama sonuç olarak suçsuz bulundular çünkü olay günü cinayet mahalinin 500 km. uzağında bulunuyorlardı. Sonradan yapılan soruşturmalar hiçbir sonuç vermedi ve bu cinayetin faillerinin İslâmcı militanlar olması -iktidara karşı verdikleri savaş açısından T. Caut açık bir hedef oluşturuyordu- da, askerler olması da aynı derecede olasıdır.
Belli bir andan itibaren, şiddet sarmalını denetlemek, iktidar için bile zorlaştı ve fazlasıyla çılgınlığa gidiş başladı. 1994 ve 1995’te, gerillaları tasfiye edebilmek için ordu, napalm da dahil olmak üzere, ağır yöntemlere başvurdu,[11] işkence genelleşti (Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu sadece başkent Cezayir ve bölgesinde yaklaşık on beş işkence merkezinin olduğunu saptadı). İktidardaki yetkililerden birinin, FIDH adına soruşturma yapan birisine kendi ağzıyla itiraf ettiği üzere,[12] hapisteki yaklaşık 18.000 siyasî tutuklu, ancak üçüncü ve dördüncü kuşağa tekabül etmekteydi, birinci ve ikinci tutuklama kuşağında, yakalananlar hapiste değildi, tutuklandıkları anda, işkence gördükten sonra öldürülmüşlerdi. Cezayirli askerlerin, İslâmcılığın “kökünü kazımak” üzere başvurdukları yöntemler aşırıdır: camii çıkışı ateş açmaktan, kalabalık silahlı gerilla gruplarını tasfiye etmek üzere girişilen büyük çapta askerî operasyonlara kadar gitmekte, ayrıca adam kaçırma (binlerce kişi kaçırılmıştır) ve en barbar işkence teknikleri de uygulanmaktadır. Doğrudan doğruya, kurtuluş savaşı sırasında Fransız ordusu tarafından kullanılan yöntemlerden yararlanan bu baskıcı iktidar stratejisi, kitlesel bir ölçekte insan haklarını ihlâl etmektedir.
GIA’NIN DOĞUŞU VE TERÖRÜN ARTIŞI
1993 Ocak’ında, “Silahlı İslâmi Grup” (GİA) aniden ortaya çıkar; önce GİA’dan, sonra “GİA”lardan söz edilir. GİA’nın ya da GİA’ların tabanı, muhtemelen, FİS’in radikal muhalifleri tarafından oluşturulmuştur. Ancak pek çok ipucu, bu grupların içine geniş çapta Askerî Güvenlik elemanlarının sızdığına işaret eder. GİA’lar hiçbir zaman merkezî bir siyasî-askerî yönetimin varlığından söz etmezler - ki bu durum, gerilla hareketleri tarihinde hiç görülmemiş bir şeydir. Aynı doğrultuda, ne zaman ordu GİA’ların bir “emir”ini öldürse, hiç zaman geçmeden onun halefinin adı, iktidara yakın günlük gazetelerde ilân edilir: son derece gizli bir terörist hareket söz konusu olduğu düşünüldüğünde, bu da, en azından çok tuhaf bir durumdur.
1997 ve 1998 yıllarında gerçekleştirilen korkunç katliamların ardından (Bentalha, Rais, Beni Mesus, Larbaa, Sidi Hamed, Relizan, vb.) yapılan birçok soruşturma da aynı yöndedir. Relizan katliamı (1998) konusunda genç RAJ hareketinin bir kadın milletvekili, katliamdan hayatta kalanların bazı tanıklıklarını aktarmaktadır: bu tanıklara göre, orduya ait helikopterler üç gün boyunca köyün üzerinde uçmuşlar, sonra, katliamın başlamasından bir saat önce köyü terk edip, katliam bittikten sonra tekrar gelmişlerdir. Birçok katliam sırasında, silahlı grupların kamyonlarla gelip çevreye dağıldıkları da söylenmektedir, oysa İslâmcı grupların bu türden bir lojistiğe sahip olmadıkları bilinmektedir. Bir katliam ertesinde, hayatta kalanlar, katillerden birçoğunu, komşu köyde ellerini kollarını sallayarak gezinirken görmüş, tanımış ve ihbar etmişler, ancak hiçbirinin tutuklanmadığını görmüşlerdir.
Bir başka ipucu daha vardır: Fransız “kök kazıyıcılar”ın iddialarına karşın, bizatihi Cezayir’deki iktidar tarafından geniş çapta medyaya yansıtılan 1997 ve 1998 katliamları hiçbir zaman üstlenilmemiştir. Bu tuhaf durum, eylemlerini karmaşık olmayan bir biçimde üstelenerek güçlerini kanıtlamak isteyen terörist grupların klasik yaklaşımına hiç uygun değildir. Saray ve çevresine dahil olmayan tüm Cezayirliler’in (yani çok büyük bir çoğunluğun) gözünde, her halükârda şüphe götürür bir durum yoktur: içlerinden çoğu, askerlerin şu ya da bu biçimde, doğrudan ya da dolaylı yolla, bu katliamlardan bir kısmının nedeni olduğuna kanaat getirmiş durumdadır; bu açıdan bakıldığında, gerçek sorumluların eylemleri üstlenmeye özen göstermemesi, onların gözünde mantıklıdır: insanların gerçekten özerk bir GİA’nın var olup olmadığına inanması önemli değildir, aslolan, iktidardaki kişilerin bu GİA’nın varlığını sürdürmesi için her şeye hazır olmalarıdır.
Katliamların İslâmcı terörist gruplar dışında bir sorumlusu olabileceği varsayımı “sapkın” bularak reddeden Fransız ve Cezayirli “kök kazıyıcılar”, bu grupların, bal gibi bir “genelkurmay” tarafından yönetildiğini ve bu genelkurmayın ülke dışında, Londra’da, Almanya’da ya da İsviçre’de bulunduğunu düşünmektedirler. Bunun kanıtı olarak da, özellikle Londra’da Arapça yayımlanan, kendilerini GİA yanlısı olarak sunan ve içlerinde zaman zaman Kur’an’ın falanca suresine göre, insanların boğazını kesmenin caiz olduğu türünden yazılar bulunan gazetelerin, tartışmasız varlığını öne sürerler. Ancak bunu yaparken GİA ile FİS’i bir tutarlar ve GİA’nın FİS’e karşı amansız bir savaş verdiğini ve FİS’in kamuya yaptığı açıklamalarda, “İslâm adına” gerçekleştirilen katliamları sistematik olarak kınadığını gizlerler.
Dolayısıyla, pek çok Cezayirli’nin kendi kendine sorduğu soru GİA’ların “SM” (Askerî Güvenlik’in halk tarafından kullanılan kısa adı - her ne kadar askerî güvenlik, resmî olarak, Çadli döneminde “Bilgi ve Güvenlik Birimi” adını almışsa da, sokaktaki adam hâlâ bu kısaltmayı kullanır) tarafından kurulup kurulmadığı değil, ama SM tarafından manipüle edilip edilmediğidir. Her halükârda, GİA’ların eylemlerinin, Askerî Güvenliğin dilediği yönde gerçekleştiği kesindir -özellikle de, bu grupların sorumlu tutulduğu, AİS savaşçılarının aileleriyle birlikte yok edildiği katliamlar açısından bu durum söz konusudur.
HİZİPLER SAVAŞI
1995’ten beri, iç savaş yeni bir evreye girdi. Askerlerin kendilerine uygun gördükleri misyon AİS ve FİS’I tasfiye etmekti ve bunu büyük ölçüde başardılar: AİS’in gerillaları, askerler ve GİA’ların vurdukları darbelerle iyice zayıfladı. Mantıksal olarak, şiddetin gücünü yitirmesi gerekirdi. Ama tam tersi oldu: kamuya açıklanan 1997 katliamı türünden korkunç katliamlar giderek arttı - ama bunlar gibi korkunç başka katliamlar daha önce de olmuştu. Bu şiddet sarmalı, iktidar tarafından yüreklendirilen ve silâhlandırılan “yurtsever milisler” ve bir takım “meşrû müdafaa grupları” tarafından ayakta tutuldu.
Daha sonra, bu terörün aslında askerler ve Askerî Güvenlik tarafından halkın hoşnutsuzluk ve içerlemesini susturmak için -böyle yapılmadığı takdirde bu hoşnutsuzluğun tehlikeli boyutlara ulaşacağı düşünülerek- sürdürüldüğü yolundaki o korkunç varsayım kendini dayattı. Resmî kaynaklara göre, halkın üçte biri işsiz, gerçekte bu oran daha da yüksek; dört gençten üçünün işi yok, fiyatlar ölçüsüzce artmış, reel ücretler düşmüş durumda ve halkın giderek artan bir bölümü, günden güne artan bir yoksulluk içinde - insanlara en azından bir miktar gelir getiren binbir küçük alavere dalavereden oluşan karaborsanın, yani “trabendo”nun adeta patlama göstermesinin nedenleri de buradan kaynaklanıyor. Bunun yanı sıra, Askerî Güvenlik yöneticileri, generaller, göstermelik bakanlar, spekülatörler ve birkaç yağdanlık gazeteciden oluşan bir nomenklatura’nın sunduğu utanmazca gösteri sürüp gidiyor. İçlerinden bir avuç insan, (İsviçre’deki banka hesapları, Paris ya da başka Avrupa kentlerinde oteller, vb. biçiminde) dev servetler biriktirmiş durumda ve neredeyse tümü, ordu tarafından sıkı sıkıya korunan ve önemli sakinleri ancak zırhlı otomobillerle dolaşan, ünlü “Çamlar Kulübü” rezidansının beş kilometre kare alanı içinde yarı yarıya inzivaya çekilmiş biçimde yaşıyor.
Bu, halkın mutsuzluğu ve gazabı karşısında kendi içinde dayanışmacı, o halktan korunmak ve ayrıcalıklarını elinde tutmak için her şeye hazır olan, ancak aynı zamanda da kıskançlıklar ve hizip savaşları yüzünden diken üstünde oturan bir nomenklaturadır. Bu durum, düzensizliğin genele yayılması sonucu rantın denetimi giderek zorlaştığından, daha da belirginleşmiştir. 1993’te, bu kaymak tabakanın üyeleri birbirlerini öldürmeye başladı. 21 Ağustos’ta, hiziplerden biri, Bumedyen’li yıllarda Askerî Güvenlik başkanı olan Kasdi Merbah’ı öldürttü. Zırhlı arabası ve korumalarına rağmen, bunun İslâmcı teröristlerin işi olacağı varsayımını tamamen safdışı bıraktıracak kadar incelikli bir profesyonellikle öldürüldü. Bu olay olduğunda, Kasdi Merbah, FİS’le birtakım karanlık siyasal görüşmeler yürütüyordu ve bunlar, olasılıkla rantın ve komisyonların denetimi konusunda yeni bir ittifakı amaçlıyordu: bu da, askerî yöneticiler açısından kabul edilemez bir “ticaret”ti. 1996 Şubat’ında, askerler, İçişleri eski bakanı Larbi Belkheir’ın has adamı ve 1989’da kurulan “kök kazıyıcı” partilerin hamisi Ebubekir Belkaid’i de öldürdüler: yeni siyaset ve güvenlik konjonktürü Belkaid’in varlığını gereksiz kılıyordu... 1997’de mücadele daha gürültüsüz patırtısız bir hal aldı: iktidarı denetleyen hizipler kendilerini toparladılar zira bunların tümü, ne olursa olsun var kalmak istiyordu - bu amaca ulaşmak için başvurulması gereken yöntemler konusunda aralarında ayrılık olsa bile.
Ana ayrılık, eski-FİS’le anlaşma yanlısı olanlarla (1997 Ekim’inde FİS’le yapılan ateşkesin mimarları olan Liamin Zerual ile danışmanı eski general Muhammed Beçin) “radikallik karşıtlığı”nı ne yolla olursa olsun sürdürmekten yana olanlar (Genelkurmay Başkanı General Muhammed Lamari ile Askerî Güvenlik’in patronu general Medyen) arasındaydı. Ama 1998’de bu iç savaş daha da belirginleşti. IMF’le üç yıllık sözleşmenin son bulması, borçların ödenmesine yeniden başlaması anlamına geliyor ve bu durum petrol fiyatlarındaki düşüşün Cezayir ekonomisini daha da istikrarsız kıldığı bir ana denk geliyordu; bu durum iktidardaki generaller arasındaki çatışmaları sertleştirdi. Ve 1998 yazı boyunca, Cezayir basını -gazetelerin şu ya da bu hizibe bağlı olduklarını anımsatalım- iki hizibi karşı karşıya getiren ve şaşırtıcı bir biçimde kamunun gözü önünde cereyan eden bir kavgaya sahne oldu; bu kavga, başkan Zerual’in 11 Eylül’deki beklenmedik istifasıyla son buldu. Aynı zamanda da, Cezayir’de dorukta kavgaların keskinleştiği her dönemde olduğu gibi, katliamlar yeniden çoğalmaya başladı.
ŞİDDETTEN KURTULMAK
Sadece bu birkaç olgunun anımsatılması bile Cezayir trajedisinin, bize anlattıkları gibi “samimi demokratlar”la “Afgan” türü İslâmcılar arasındaki amansız mücadele ile açıklanamayacağını göstermeye yeter. Anlattıkları mücadele çerçeveye oturmaz: Cezayir üzerine çalışan ve herhangi bir ideolojik akımla göbek bağı olmayan herkes -sosyologlar, antropologlar, tarihçiler, Fransa’da olsun, Amerika’da ya da Cezayir’de olsun-, bu kanaati paylaşmaktadır.[13]
Kavramaya çalışmak için, Cezayir Askerî Güvenlik’ini, Doğu Almanya’daki Stasi ya da Çavuşesku’nun Romanya’sındaki Securitate ile karşılaştırmak gerekir. Tıpkı bir zamanlar Doğu Almanya’da ya da Romanya’da olduğu gibi, Cezayir’de herkes kendisinin sürekli olarak “takip edildiği” duygusunu taşır ve Askerî Güvenlik’e karşı oluşan paranoya, en çılgın söylentileri besler. 1962’den beri, tüm fabrikalarda, her işyerinde, her şeyi denetleyen bir Askerî Güvenlik bürosu vardı: tayinlerden, paranın dağıtılmasına, sağlanan avantajlara kadar her şeyi, ama her şeyi denetleyen... Yine de “Cezayir modeli” özgündür: özgünlüğü, bu Sovyet usulü, son derece gelişkin halkı gözetim teknikleriyle, Cezayir milliyetçilerinden ve Fransız sömürgeciliğine has bir manipülasyon tarzının bileşiminden gelir. Bu farklı geleneklerin birbirine eklenmesi, zayiatın çokluğunu açıklayıcı niteliktedir.
Bu trajik kapalı celseden nasıl çıkılır? İç barışa dönüş yolu, öncelikle Cezayir’de bulunmalıdır. 1995 Ocak’ındaki “Roma anlaşması” denemesi şüphesiz başarısız oldu ama yol gösterdi. Dönemin gerçek muhalefetini oluşturan belli başlı partiler tarafından (kapatılan FİS ve o dönemden itibaren ordu tarafından ele alınan reformcu FLN, FFS, İşçi Partisi, Cezayir, İnsan Hakları Örgütü) imzalanan bu “barış arzı” yalnızca demokratik çerçeveyi ortaya çıkardı: bu çerçevenin içine her bir taraf kendi siyasal mücadelesini kaydetmeyi kabul ediyordu. Bu çerçeve, belli sayıda ilkeye uyulmasını öngörüyordu; bu ilkelerden biri de iktidarın el değiştirebilmesiydi. Bu anlaşma, FİS temsilcileriyle zorlu tartışmalardan sonra, kabul etmeleri üzerine, sonuçlanmıştı. En can alıcı sorun, askerlere karşı takınılacak tavırdı: Sant’Egidio’daki “barış arzı”nı imzalayanlar, kışlalarına dönmeyi kabul etmişlerdi, ama aynı zamanda da siyasal alandan dışlanamayacaklarını belirtmişlerdi. Bu siyasal güçler, halen tek iktidarın, Askerî Güvenlik’i de içeren ordu olduğunu ve ordu olmaksızın siyasal bir çözüm bulunabileceğine inanmanın bir hayalden öte gitmeyeceğini çok iyi biliyorlar: yine de askerleri bu oyunun çerçevesine girmeye zorlamak gerekir. Akan kanı durdurmak için bugün düşünülebilecek tek yol budur.
Louisa Hanun[14] ve Salima Gezali gibi Cezayirli feministler İslâmcılığa karşı mücadele ettiklerini ilân ediyor ama bunu, kaynak makinesi, elektrikli testere ve makineli tüfekle yapmayı reddediyorlar. Eğer yarın demokratik bir çerçeve oluşturulursa, İslâmcılığa karşı gerçek bir mücadele yeniden başlayabilir ve çok da sertleşebilir ama bu, sözcüklerle, çatışmayla, argümanlar ileri sürmekle, yasayla yapılan bir mücadele olur.
Fransa’da ve diğer yerlerde, bizler de barış için mücadeleye, kendi hükümetimizin, adımıza vermiş olduğu sözleri tutması, ilkelere, yani Cezayir hükümetinin de imzalamış olduğu, insan haklarının korunmasına yönelik çeşitli uluslararası anlaşmalara, uyması için seferber olarak katkıda bulunabiliriz. Cezayir hükümetinin o anlaşmaları sürekli bir biçimde ihlâl etmesini kabul edersek, bu, aynı anlaşmaların yarın bizim ülkemizde de ihlal edilmesini kabul edeceğimiz anlamına gelir. Cezayir’deki insan hakları ihlâlleri üzerine çalışacak uluslararası bir soruşturma ekibinin gönderilmesi, bugün, hele de BM’nin 1998’deki kof çıkan “enformasyon misyon”u sonrasında, en acil sorundur. Lionel Jospin hükümeti, bugün pek çok demokratik devletin de talebi olan bu talebin karşısına engeller çıkarmaya son vermekle onurlu bir davranışta bulunmuş olacaktır. Aynı zamanda, Fransa’yla Cezayir arasındaki ticari ilişkilerle bağlantılı olan ve hem Cezayir’deki diktatörlerin yerlerini koruması, hem de Cezayir halkının acılarının sürmesinde temel bir rol oynayan, karanlık komisyon alıp-verme sorunları üzerine malî bir soruşturmaya ön ayak olması da yine onurlu bir davranış olarak değerlendirilecektir.
Muvements, Kasım-Aralık 1998, sayı 1
[1] Alain Finkielkraut, Libération, 21 Ocak 1998.
[2] Le Monde, 4 Şubat 1978.
[3] Alain Griotteray, “L’ennemi insaisissable” Le Figaro Magazine, 22 Ağustos 1998.
[4] Statis N.Kalyvas, “Comprendre les massacres”, Le Monde, 4 Şubat 1998.
[5] F. Géze ve P. Vidal-Naquet, “L’Algérie et les intellectuels français”, Le Monde, 4 Şubat 1998.
[6] Bu konuda bkz. Camille Lacoste-Dujardin, Oiseau Bleu, La Découverte, Paris, 1996.
[7] Bu konuda bkz. Chems ed Din’in şaşırtıcı kitabı L’affaire Bellounis. L’histoire d’un général fellagha (ve E.Morin’in “Retour sur la Guerre d’Algérie” adlı önsözü), Editions de l’Aube, La Tour d’Aigues, 1998.
[8] Bkz. Benjamin Stora, “Amirouche et les purges de 1958”, Reporters Sans Frontieres (yön.), Le Drame algérien içinde, La Découverte, Paris, 1996, s.71
[9] 30 Mayıs 1957’de, Meluza köyünün MNA sempatizanı 374 sakini FLN’in silahlı kanadı ALN’in adamlarınca katledildiler.
[10] Bkz.Mohammed Harbi, “Le systéme Boussouf”, Reporters Sans Frontieres, a.g.e., s.89.
[11] Bu konuda bkz. B.-H.Levy’ye yanıtımda verdiğim bilgiler (F. Géze ve P. Vidal-Naquet, “L’Algérie de Bernard-Henry Levy”, Le Monde, 5 Mart 1998); bunlar şüphesiz bölük pörçük bilgilerdir ancak ulaşılabilen farklı kaynakların (siyasî parti yetkilileri, gazeteciler, insan hakları savunucusu avukatlar) karşılaştırılması sonucu sistematik biçimde elde edilmişlerdir.
[12] Amnesty International, Federation İnternational des Droits de L’homme, Human Rights Watch, Reporters Sans Frontieres, Algérie, le livre noir, La Découverte, Paris, 1997.
[13] Bu konuda bkz. Lahouri Addi’nin, Şubat 1998 tarihli Le Monde Diplomatique’teki makalesi. Bu makale günümüz Cezayir sistemini çok güzel betimlemektedir.
[14] Louisa Hannoune (Ghania Mouffok ile), Une autre voiz pour l’Algérie.