Eleştirmen olmadığım için kendimi Orhan Pamuk’un kitabı hakkında yazmak konusunda görevli saymıyordum; ama Benim Adım Kırmızı yayımlandıktan sonra ortaya çıkan bazı polemikler, benim için bu kitap ve dolayımındaki tartışmalar hakkında yazmayı görevim ötesinde bir zorunluluk haline getirdi.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir; herhangi bir edebiyat metnini okuyup da anlayamıyor olmak, “bitirmemiş ve sıkılmış olmak” okuyanın yazardan daha yüksek bir zevk ve üslûba sahip olduğunun göstergesi değildir. Şüphesiz sıkıcı ve ağır edebiyat metinleri vardır, hattâ doğrudan doğruya kötü bir dille ve zorlayıcı bir üslûpla yazılmış olanları okumak talihsizliğine de düşmüş olabilirsiniz, ama buradaki eleştirel tavrımız dilsel eleştiriyle sınırlı olmak zorundadır. Eğer eleştirel bir ahlâk varsa öncelikle yapılması gereken budur.
Yazık ki, Benim Adım Kırmızı adlı romanın Türkçede yazılmış en akıcı, sürprizli, neşeli ve insan ögesini derinden yakalamış bir roman olduğunu söyleyen çıkmadığı için, bu roman hakkındaki tartışmayı çamur güreşine çevirenlerin çıktığını görüyoruz. Emin Çölaşan bu kitabın şişirilmiş rakamlarla çok satılıyor gibi gösterildiğini yazarak yayınevini yalancılıkla itham etti. A. Taner Kışlalı da Orhan Pamuk’un Atatürk düşmanlığı yaptığını ve maskesinin düştüğünü yazdı.
12 Eylül’de Mamak Cezaevi’nde tutukluyken Emin Çölaşan’ın röportaj için geldiği bir günü anımsıyorum: Röportaj öncesinde koğuşlarda gerekli insanî koşullar -yani koğuş temizliği- sağlanmıştı. Çavuşlara daha az dövme emri verilmişti, -bunu ansızın kibarlaşan zalimlerin davranışından anlıyorduk elbette- ama tutuklulara spor yaptırma, Atatürk ilkelerini ezberletme, İstiklâl Marşı’nın -sözgelimi- yedinci kıtasını oku emri verildiğinde okuyamayanı copla morartma gibi olaylar devam ediyordu. Bütün tutuklular koğuş içinde nazari ve hattâ bedeni eğitimden geçiriliyor. Herkes Atatürk’le yatıyor, Atatürk’le kalkıyor, Atatürk’ün yaptıklarını bilemezse coplamayı, mahkemeye uygun adım yürütülerek gidiyor, yemek yerken asker gibi dua etmek zorunda bırakılıyordu.
Emin Çölaşan gelip röportaj yaptı. Savaş Ay fotoğrafladı; ben ertesi günkü gazetede eleştirel imalar göreceğimi sanıyordum. Ama sekiz sütuna manşet yapılan Mamak için Çölaşan’ın söyledikleri ne yazık ki gerçekten vahimdi. “Biz Mamak’taki Cezaevi’nden, komutanlardan önemli bir insanlık dersi aldık.” Evet, koşulları zaten eleştiremezdiniz, insanlık dışı uygulamalar diz boyuydu. Hattâ burada gördüklerinizi yazmak bile eleştiri sayılabilirdi. Kabul ama aldığınız insanlık dersi neydi? Komutanların sevecenlikleri idi tabiî, yoksa otuz yatakta seksen kişi yatan, uyurken, uyanırken, yemek yerken, hava alırken, dövülen insanların dramı değil. Bu uygulamaları protesto etmek için açlık grevine katılmış ve ölüm sınırına gelmiş tutukluların hatırlattığı hiçbir insanlık dersi yok muydu? Hayır, yoktu. Anlaşılan o ki Çölaşan’ın aklına Uğur Mumcu’nun ‘Sakıncalı Piyade’si hiç gelmemişti. Orada gördüğü koşulların profesörlere buz kırdıran vahşeti onlarca kez katladığını hiç düşünmemişti.
Yıllardır gazeteciliğiyle övünen Çölaşan, Mamak’ta yaptığı doğrucu davutluğa, şimdi İletişim Yayınları’nı yalancılıkla suçlamayı ekliyor. Nedeni belli: Orhan Pamuk, Spiegel’de Türkiye’yi eleştirdi. Atatürk’ü sevmez, bölücülere destek olur. O halde ona da bir “insanlık dersi” vermek gerekir. Öyle anlaşılıyor ki, Çölaşan yalnızca savcıları değil, askerleri de göreve çağıran bir dersi özlüyor.
Gizli ve karanlık güçler yasal bir gazeteyi bombalayıp adeta buharlaştırdığı zaman bu terörü lanetlemek için gazeteye destek veren bir yazarı suçluyorlar. Bölücülere gazete satarak destek oldu. Romanında Atatürk’ün büstüne güvercinleri pislerken betimledi, onu karga kovalayan deli padişah gibi resmetti!
Bu eğer paronaya değilse nedir? Yani Orhan Pamuk gazeteyi bombalayanlardan yana mı olmalıydı? Spiegel’de ülkenin örnek bir demokrasi olduğunu mu yazmalıydı? Büstün üstüne konan güvercinleri kovalayan çocukları mı yazmalıydı?
Herhalde şu söylenmek isteniyor: Atatürk’ü hiçbir olumsuz şeyle yanyana anma, siyasal bir vicdanın olmasın. Ama mümkünse Atatürk’ü öv, övmezsen sana Mamak’taki insanlık dersini verir. Üstüne de Atatürk’ün Gençliğe Söylevini okuttururuz.
Zırvalık ve akıldışılık yaşamına sinmeye başladı. Kürtçe klip çekeceğim diyeni, artık mahkemeye çıkartıyorlar. Fırat Suyu Kan Akıyor dediği için Türkiye’nin en büyük yazarını İsveç’e kaçırtıyorlar. Eleştiriden ödü patlayan Abdülhamit ve jurnalleri geri mi geldi, yoksa Türkiye’de resmî edebiyat kongresi mi toplanacak bilemiyorum. Ama edebiyatı edebiyat olarak anlama gücünden yoksun, okuduğunu anlatamadığı için böbürlenen birtakım ulu kişiler türedi: Bunlar kendilerinin edebiyattan anlamazlığını edebiyatı yargılamaları için yeterli sayıyorlar. Bunun eleştiri değil de vahşet olduğunu anlamıyorlar.
Yazarlarını ülke dışında yaşamaya mecbur eden Rus Çarlığı’nı, Stalin dönemindeki Sovyetler Birliği’ni, Çekoslovakya’yı, Yunan Cuntası’nı, Franco İspanyasını anımsayın. Bu ülkelerde yazar düşmanlığı yöneticilerin düşünme biçimiydi: Türkiye nasıl bir ülkedir ki, devletin yazarlara düşmanlığı açıkça ve resmî bir dille tescil edilmesin, ama gazete yazarları ‘ulusal refleks’ göstererek yazarlarına düşman olsun ve maske düşürme operasyonları yapmasın?
Kışlalı’ya göre Orhan Pamuk’un maskesi düşmüş: O bir Atatürkçü değilmiş. Hayret ettim: Orhan Pamuk ben Atatürkçüyüm diye mi dolaşıyormuş ki, öyle olmadığı anlaşılmış? Daha da hayret ettim. Ne zamandan beri bu ülkede yaşayan herkes Atatürkçü olmak zorunda imiş. Sonra da donakaldım: Bu sözleri Türkiye’nin bir zamanlar Kültür Bakanlığı makamını işgâl eden bir kişi mi söylemiş?
Asıl düşen bir maske varsa, Taner Kışlalı’nın demokratik maskesidir. Adı solcu olan bir gazetede sağcı bir totalitarizmin borazanını çalmak nasıl mümkün oluyor bilemem ama, Taner Kışlalı edebî metne tahammülsüzlük konusunda Sovyet Yazarları Birliği’nin acar ‘edebiyat komiserlerine’ parmak ısırtıyor.
O halde Kışlalı’ya ihbar ediyorum. Nazım Hikmet yalnızca Kurtuluş Savaşı Destanı’nın değil, Küba Devrimi’nin, Lenin’in, Gabriel Peri’nin, komünizm siyasetini ve Mustafa Suphi’nin övgüsünü de yapmıştır; Taner Kışlalı, Nazım Hikmet’i bu açıdan gözden geçirmeli ve Nazım Hikmet hakkında, orduyu kışkırttığı için verilen on yedi yıllık cezayı onaylamalıdır.
İhbar ediyorum Yılmaz Güney, mümtaz şehirlerimizden Adana’yı, bu kutsal vatan toprağını Adana-sa olarak ilân etmiş ve bölücülük yapmıştır. Yol filminde Kenan Evren ve Bülent Ersoy aynı karede yanyana gösterilmiştir, bu ne anlama gelmektedir?
İhbar ediyorum: Yaşar Kemal, Allahüekber Dağı’nda ölen askerlerin yalnızca ecdadınız değil, askere alınan Ermeniler ve Rumlardan da oluştuğunu yazmıştır. Bu romanı okuyan Ermeniler, Sarıkamış’ta bizim atalarımız da can verdi derse ne cevap verecektir?
İhbar ediyorum: Umberto Eco’nun Ortaçağı anlatan Gülün Adı romanında Atatürk’ten hiç söz edilmemektedir; bu arsız İtalyan yazarın vermek istediği mesaj nedir?
İhbar ediyorum: Orhan Pamuk bu kitabında minyatürlere rengini veren kırmızının olağanüstülülüğünü, kanı veya bir resmi değil, kızıllığını imâ etmektedir. Daha önceden y harfinin ucu kıvrık olduğu için Aziz Nesin’i komünizm propagandasıyla suçlayanlar, Larousse’u “Kuş Tarifi” olarak anlayan ârifler, Sovyet Yazarlar Birliği’nin dağılmasından sonra işsiz kalmış tüm acar komiserler hepinize gün doğdu. Madem Atatürkçü değildir, asın bu adamı.