Kürt Sorununun Çözümünde Yeni Bir Aşama mı?

TC Devleti, Abdullah Öcalan’ı ele geçirmekle, PKK’ya karşı yürüttüğü mücadele stratejisi açısından neredeyse nihai zafer anlamına gelecek bir hamleyi başarmış; gerilla gücü olarak zaten iki yıldır iyice geriletmiş olduğu PKK’ya gayet ağır, diplomatik, sosyo-politik ve moral bir darbe indirmiştir.

PKK bu ağır darbenin altından kalkabilir mi? Bir başka deyişle PKK, harcı Abdullah Öcalan mitosuyla karılmış askerî, politik, toplumsal örgütlenme, birliğini Öcalan’ın fiilen devre dışı kalmasıyla ayakta tutabilir, on yılı aşkındır sürdürdüğü “Kürt sorunu”nu temsil konumundaki tekelini koruyabilir mi?

Bu ve buna bağlı soruların cevabını nasıl bulacağı konusundaki belirleyici etmenler ve inisyatif şu anda ve belli bir süre için TC Devleti’nin tutumuna ve Öcalan’ın -o süre içindeki- tavrına bağlıdır. PKK’nın ne olacağı, PKK’da neler olacağı, ancak bunların belli olmasıyla ve buna göre şekillenebilecektir. Dahası, Öcalan’ın son birkaç yıldır izlemeye çalıştığı rota ve özellikle Suriye’den çıkartıldıktan sonraki durum ve yaşadıkları dikkate alındığında onun alacağı tavrın, sonuç olarak sorgu ve mahkemede vereceği imaj ve mesaj da büyük ölçüde TC Devleti’nden göreceği muameleye bağlı olacaktır.

Dolayısıyla TC Devleti, onun adına uygulamayı yürütecek -başta ordu ve hükümet- birinci derecede yetkililerin şu birkaç ayda gösterecekleri tutum ve performans, kısa vadede hem Öcalan’ın tavrını ve PKK’nın kaderini, hem de orta vadede “Kürt sorunu”nun hangi mecraya nasıl kayacağını adeta tek başına tayin edecektir.

TC Devleti’nin bu son derece belirleyici olacak işlevini nasıl, ne yönde kullanacağı ise her şeyden önce onun Öcalan’ı değerlendirme tarzına bağlıdır.

TC Devleti -şimdiye kadar resmî söyleme egemen olan ve oradan da büyük medyanın da aracılığı ile popüler söylem haline gelen- bildik formüle uygun bir değerlendirme üzerine oturtabilir tutumunu. İlk ihtimal budur. Ve buna göre özetle Öcalan kanlı bir terörist örgütün elebaşıdır. Bir “bebek katili”dir, hem de yüzlercesinin. Böylesi bir katilin ve onun cinayet örgütünün Kürt halkından gördüğü destek de aslında saldığı korku ve dehşetin ürünüdür. O korku ve dehşete atfedilen güçlülüğün çekimine kapılmaktan kaynaklanmaktadır.

Dolayısıyla, PKK’ya indirilen ağır askerî darbeler ve Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması ve nihayet ele geçirilmesi ile söz konusu korku, dehşet ve güçlülük imgesi ağır biçimde tahrip edilmiş iken; Öcalan’ın hızla yargılanıp “azılı bir katil” gibi cezalandırılması hem “adil” hem de “siyaseten yararlı” olacaktır. Çünkü böylece devletin PKK’dan ne denli güçlü olduğunu görecek olan Kürt halkı içindeki PKK destekçileri de, bu güç çatışmasında zaferi kazanmış TC Devleti’ne “yeniden” döneceklerdir.

Bu yaklaşım ve tutuma şüphesiz çiğ bir milliyetçi söylem eşlik, yataklık edecektir. Öcalan’ın hemen yargılanıverip en şiddetli biçimde cezalandırılması, onun “intikamcı” mantığına ve girdiği zafer havasına ve doyasıya tatmak istediği galip kibri’ne de uygun düşecek, bu duyguları doyuracaktır.

Bu yaklaşım ve duygular, MHP türü hareketlerin kendilerine siper ettikleri veya alet ettikleri “şehit analarının intikamını almak”, “kanımızı yerde bırakmamak” gibi demagojiye pek müsait temalarla körüklenerek Türk kamuoyunun çok geniş bir kesimine, büyük çoğunluğa egemen kılınabilir. Büyük basın ve televizyon kuruluşlarının, MHP’den merkez sola kadar tüm partilerin Öcalan’ın İtalya’ya gidişinde bu yönde neler yaptıkları biliniyor.

Fakat o günlerde bile, Türk halkının çoğunluğu, açıkça karşı çıkarak değilse dahi, sessiz kalarak, yaratılmak istenen o çiğ milliyetçi histeri dalgasına katılmamıştı. Körüklenen o dalganın şirretlik, ilkellik boyutlarına varan kabarışından, aklı, sağduyuyu iptal etmiş saldırganlığından çekinerek belki onun yüzüne karşı bir eleştiride bulunamamış, onun kadar “gösterişli” bir karşı tavır organize edilmemişti. Ama inanmamız gerekir ki; histeriye katılmayışın gerisinde bu toplumun o çok acılar yaşanmış tarihinden süzülerek oluşmuş bir bilgeliğin uyarıları vardır. Onca kanın aktığı PKK’yla yaşanmış uzun yıllar boyunca yer yer eşiğine gelinmiş olsa da Türk ve Kürt halkı arasında bir iç savaş ortamının doğmayışının da kaynağı oradadır. 1980-90’lı yılların kanlı, acılı sürecindeki “Kürt sorunu”na ilişkin her tür çözüm önerisi veya politikayı öncelikle onun Türkler’in -Kürtler’e karşı- zaferi mi yoksa Kürtler’in -Türkler’e karşı- zaferi mi anlamına geleceği noktasından, hattâ sadece bu açıdan ele alan karşılıklı milliyetçiliklerin tırmanışına sessizce direnen de o bilgelik ve sağduyu idi.

İleride yanılmamış olmayı dileyerek belirtelim ki; Öcalan’ın ele geçirilmesi olayında ve oradan şu ana kadar geçen sürede Bülent Ecevit hükümetinin ve ordu yetkililerinin tavrı, sanki bu kez o bilgeliğe ve sağduyuya yer açan bir yaklaşım izlenebileceği yönünde gözükmektedir. Hükümet ve ordu, Öcalan’ın ele geçirilip Türkiye’ye getirilmesini saldırgan bir zafer ayinine, bir linç ve intikam talepleri seline vesile kılmaya teşne o çiğ milliyetçiliğe prim vermeyen, serinkanlı, bir tavrı gösterebilmişlerdir. Öcalan onu aşağılamaya, olay ve hakarete tenezzül etmeyen bir dil ve muamele içinde sunulmuştur kamuoyuna. Hükümet, MHP yanlılarının bu olayı İtalya-Öcalan olayındakini de “aşacak” bir ilkel milliyetçilik heyecanına dönüştürme girişimlerini başından engelleyerek ilk basiretlilik sınavını geçmiştir.

Umarız bu tavır ve tutum devam eder. 18 Nisan seçimleri gibi hayli kritik bir dönemece girilirken, Öcalan’ı ele geçirmiş olmak gibi bir kozu popülist, milliyetçi bir oy akışına tahvil etmek fırsatını asla kaçırmayacak bir Tansu Çiller hattâ Mesut Yılmaz yerine Bülent Ecevit’in Başbakanlık koltuğunda oturuyor olması şüphesiz bu açıdan olumlu olmuştur.

Ama galiba Ecevit’in serinkanlı, “devlet adamına yakışır” tavrı yanında, belki daha da fazla ordunun payı vardır bu tutumda. Devletin yürüttüğü Kürt sorununa ilişkin politikada her zaman birinci derecede, hattâ tek belirleyici rolü ve ağırlığı olan ordunun, o sorunun Öcalan’ın yakalanması gibi son derece kritik, hayatî bir noktasında, nasıl bir yol izleneceği sorusuna çok daha önceden hazırlanmış bir cevabı herhalde vardır ve o cevap doğrultusunda da davranılmış olmalıdır.

On beş yıldır PKK’nın silahlı eylemleriyle başlayıp boyutlanan “Kürt sorunu”nun tam ortasında, o sorunun yetki ve sorumluluğunu hemen bütünüyle üstlenerek yer almış olan ordu, bu gayet kanlı tecrübeden askerî olarak dikkate değer bir başarılı sonuç elde ederek çıkmanın güven ve prestiji içindedir bugün. Gerçekten de profesyonel açıdan bakıldığında TC ordusunun PKK’nın yaygınlık ve gücüne sahip bir gerilla kuvvetine -1990’ların başında eriştiği zirveden- geriletip, neredeyse yok etme noktasına getirmesi ender görülen bir askerî başarıdır. Bu başarının Öcalan’ın ele geçirilmesi ile tereddütsüz biçimde tescil edilmesi, onu moral ve prestij açısından daha da yükseltmesinin yanısıra, bundan böyle “Kürt sorunu”na ilişkin politikada çok daha -itiraz edilemez- bir söz sahibi konumuna oturtmuş olmaktadır.

Ordu, PKK’nın kır gerilla mücadelesine karşı, henüz böylesi bir başarı hayli uzak görünüyorken, kullandığı ve konumu ve durumu gereği kullanması normal olan -PKK ve Öcalan’a dair- dil ve tanımlamalarını görünüşte değiştirmese bile, fiilen yani “Kürt sorunu”nun bu şimdi başlamış yeni safhasına ilişkin politika yürürlüğe konulurken değiştirecek midir, yoksa aynen sürdürecek midir?

Kanımızca, ordu, PKK’nın 1984’te bir “terör örgütü” olarak nitelenebilecek çap ve boyuttayken, 1990’lara ciddi bir kitlesel destek, toplumsal, siyasal bir organizasyon haline gelerek girişinin en yakın tanığıdır. Savaş içinde olmanın psikolojisi ve gereği nedeniyle PKK’nın “bir avuç terörist” diye nitelenmesine, kitlesel destek ve organizasyonun, PKK askerî gücü tasfiye edilince dağılacak bir balon olarak sunulmasına devam edilmiş olunabilir. Ama bu çap ve griftlikteki bir mücadele kazanılmışsa sanırız bunun en önemli etkeni, mücadelenin giderek PKK’nın çok daha objektif bir tanımına oturtularak yürütülmüş olmasıdır.

Bu PKK, şimdi neredeyse kesinleşmiş askerî yenilgiden ve hele onun harcı, birliğinin, “sinir sistemi”nin düğümü konumundaki Öcalan’ın yakalanmasından sonra hızla dağılabilir de belki. Ama bu dağılma tam olsa dahi öyle ya da böyle PKK’nın odağında -bir açıdan da karşı kutbunda- yer aldığı bir Kürt platformu, duyarlılığı oluşmuştu. PKK’nın kısa-orta vadede dağılması, hattâ örgüt olarak tamamen silinmesi halinde bile, TC tarihinde ilk kez bu denli somut, elle tutulur biçimde oluşan kendi ilişki ağları her eğilimdeki Kürde ulaşan bu zemin, bu ortak duyarlılık havası orta yerde duracaktır. “Devlet yanlısı” Kürtler de bu zeminin, bu havanın unsurlarıdır artık. Çünkü 1980’lerin, ’90’ların kanlı çatışmalarından beslenerek ötekilerle aralarında esen sert rüzgârlar da bu zeminin üstünde esmekte, bu havayı dalgalandırmaktadır.

Dolayısıyla “Kürt sorunu”nu Türkiye’de ve daha da geniş bir coğrafyada yeniden kanlı çatışmalara gebe bir sorun olmaktan çıkarmayı hedef alan uzun vadeli, geniş açılı bir perspektif, gözünü PKK ve Öcalan’dan çok bu zemine çevirmelidir. Ortak, ama bir yandan da ölen PKK’lılar ve PKK tarafından öldürülenlerin kanı ve acılarıyla da yoğrulmuş olan o zemini o halde tutmak da, barıştırıp bir olgunlaşma tecrübesine dönüştürmek de ve daha da önemlisi o zemini Türkiye’nin bütünüyle bir eşitlik duygusu paylaşımıyla kaynaştırmak imkânı da bugün şu kritik aşamada her zamankinden daha fazla TC Devleti’nin elindedir. Onun bu imkânı nasıl kullanacağına bağlıdır.

Az önce de belirtildiği üzre şu anda, en azından “Kürt sorunu” bağlamında TC Devleti ve özellikle ordu, bu soruna ilişkin ögelere çok daha nesnel, serinkanlı, çiğ milliyetçiliğe prim vermeyen, olgun bir devlet olarak yaklaşabilmenin hemen tüm ön şartlarına sahip durumda ve konumdadır. O nedenle, “dün”, PKK eylemlerinin sıcak, kanlı görüntülerinin gerisindeki fonda, o eylemler ve mücadele süreci eşliğinde oluşan Kürt zeminini, o duyarlılık, ortamını görüyor olmasına rağmen, ona meşrûiyet tanıyan bir dil kullanmayı “PKK’nın işine yarar”, “onun söküp aldığı bir taviz” olarak algılanır diye kullanmamış olabilir. Yine o süreçte Öcalan’ın bir terör simgesi olmaktan çıkıp Türkiye dışındaki Kürtler -özellikle diasporadakiler- arasında bile en etkin Kürt lideri haline gelişini de sırf bir kenara not etmeyle yetinmiş olabilirler.

Ama artık bu olguları, açıkça dile getirmekten, tartışmaktan çekinmeyecekleri, hattâ bunları dile getirmek, tartışmak, bunları dikkate alan çözümler için zemin yakalamanın kendilerine çok değerli puanlar -ve daha da önemlisi- büyük bir inisyatif sağlayacağı noktadadırlar.

Öcalan’ı “bir hizmette bulunursam sevinirim” demeye getiren, onun da bunun farkında, hattâ bilincinde oluşudur.

Şüphesiz, en başta sözü edilen, “geleneksel” çiğ milliyetçiliğe açık yaklaşım benimsenirse Öcalan “intikam”cılığa “hizmet edecek” biçimde yargılanır ve cezalandırılır. Bu yaklaşım açısından Öcalan yakalanmakla yapacağı hizmeti yapmıştır ve “işi bitirilebilir” ancak.

TC’nin bu yolu mu tercih edeceği; yoksa Öcalan’ın bu hizmet talebini, bir küçülme belirtisi değil, mevcut olgular ve özellikle Kürt kitlelerinin içinde olduğu sosyo-psikolojik, moral ortam açısından ciddiye alınması gereken bir teklif olarak mı değerlendireceğini, pek yakında anlayacağız. Eğer bu ikinci yol benimsenirse, Öcalan’ın yargılanma süreci Kürt sorununun hak ettiği demokratik çözümlere yönelişin köşe taşlarından biri olabilir.

ÖMER LAÇİNER