ROBERT FRASER
İspanya’nın
Kanı
Belge Yayınları
İstanbul 1995
ANDRE MALRAUX
Umut
İletişim Yayınları
İstanbul 1998
Yenilginin 60. yılında
İspanya İç Savaşı
A. ÖMER TÜRKEŞ
“Burada İspanya’nın yarısı yatıyor:
öbür yarısının kurbanı oldu.”
Mariano Jose De Larra
Popülerleşmese bile, 1998 yılı Umut’un yılı oldu. Önce İletişim Yayınları tarafında yeniden yayımlandı, ardından Aralık ayındaki “Sinema Tarih Buluşmasında” gösterime girdi. Yıllardır unutulmuş gibi duran bu romanın çevresini kaplayan sessizlik ilk bakışta anlaşılmaz gibi görünüyor. Anlaşılmazlığı, İspanya’nın 1936-1939 yılları arasındaki tarihinin de pek fazla dile getirilmeyişi ile birlikte düşünerek, anlaşılır kılmak belki mümkün olabilir. İşte bu nedenle, yazımın kapsamını edebiyatın dışına doğru taşımaya, ve Umut’u, İç Savaşa dair çok önemli bir sözlü tarih çalışması olan İspanya’nın Kanı ile birlikte ele almaya çalışacağım.
Andre Malraux’u (1901-1976), “ancak çizgi romanlarda rastlanabilecek macera adamlarındandı” biçiminde takdim edersem, hiç de mübalağa etmiş olmam. 1926’-da Çin devrimine katılarak başlamış serüvenlerine. Ardından, 1936-1939 yılları arasında, İspanya İç Savaşı’nda pilot olarak çıkar karşımıza. Umut romanını bu yıllarda, 1937 yılında tamamladığını görüyoruz. İşte, Umut’u belki de en çekici kılan neden, onun savaşın tam ortasında ve içinden yazılmış olması. Yazıda ele alacağım diğer metinler, her ne kadar, o savaşı yaşamış kişilerle söyleşiler içerseler, veya otobiyografi niteliği taşısalar da, savaştan çok sonra kaleme alınmış olmanın bellek yanılsamaları gözönüne alınmadan değerlendirilemez. Malraux, 1939’da döndüğü Fransa’da tankçı birliklerindedir. Yaralanır, esir düşer, kaçar ve direnişçi olur. 1943’ten sonra, yazın hayatını sanat/edebiyat incelemeleri ve deneme yazıları ile sürdürdüğünü görüyoruz. De Gaulle’ün iktidara gelişi ile birlikte, Fransa’da, 1959-1970 yılları arasında Kültür Bakanlığı görevini üstlenmiş. Malraux’nün, sol ve entellektüel çevreler nezdindeki prestij kaybına, ve dolayısı ile, kitaplarının gözardı edilmesine, tam da Soğuk Savaş yıllarına denk gelen yıllarda yüklendiği bu görev neden oldu demek mümkün.
Umut, yazıldığı dönem açısından fazlasıyla güncel olmasına karşılık, bugünkü yeri konumuyla bir tarihî roman. Hattâ tarihin ta kendisi. Üstelik önemli bir fazlası var. Bloch’un belirttiği gibi, “tarihçi incelediği olayları, mutlak olarak kendi gözleyebilme olanağından yoksundur. Hiçbir Mısır tarihçisi Ramses’i görmemiş, hiçbir Napolyon savaşları uzmanı Austerlitz toplarının gürlemesini duymamıştır. Demek ki bizden önceki yüzyıllardan ancak tanıkların anlattıklarına göre söz edebiliriz”, ama, Malraux bu romanı ile, yaşanan anın tarihini yazma ayrıcalığına erişiyor. Bir romanı, bire bir tarihî metin gibi ele almanın sakıncalarının farkındayım. Ancak, aynı döneme ilişkin, sonradan düşülmüş tarih kayıtları ile karşılaştırılınca, tarihe karşı bir haksızlık olmadığı apaçık ortada, çünkü Malraux, yaşadığı anı edebiyat olarak kaleme alırken, Zola’nın doğalcılığına varan bir objektiflik içinde. Cephede ve cephe gerisinde olup biten tüm olayları ayrıntı zenginliği içerisinde anlatıyor.
Yazarın, henüz savaş sürerken yaşanan olaylar arasındaki seçimlerinin isabetliliği, aynı olayların, daha sonraki dönemlerde yapılan tarihî çalışmalarda da, neredeyse aynen yer almaları ile kanıtlanıyor. Taraf olduğu Cumhuriyetçi saflarda, terör nedeni ile halkın birbirini ihbar edişi, Cumhuriyetçi mahkemelerin ve karşı saflardaki Falanjistlerin ard arda uyguladığı idamlar, kilisenin halka, halkın kiliseye karşı acımasızlığı, savaşın uluslararası boyutları, ve demokrasi ile yönetilen diğer devletlerin duyarsızlığı bir tarihçi titizliği ile anlatılmıştır. Roman ilerlerken, Malraux’nün git gide anarşistlere yakınlık duymaya başladığı gözlenmekle birlikte, bu yakınlık, onun, İç Savaş içerisinde anarşistlerin uyguladığı şiddeti anlatmasına engel olmaz. Bu şiddet, yazıda sözü edilen edebi, veya tarihî bütün anlatılarda, şaşırtıcı biçimde nakledilirken, İspanya’nın Kanı incelemesinde yer verilen, 1939 tarihli bir CNT (anarko-sendikalistler) bildirisi de, “yoldaşlar... devrimin bizi kana bulamasına izin vermemelidir. Bilinçli adalete evet, suikastlere hayır” biçimindeki ifadesi ile, üstü örtük olarak, bu iddiaları doğrular nitelikte gözüküyor.
Marx, 18 Brumaire’de, Fransa’daki sınıf savaşının, kaba bir adiliğin kahraman kılığında çalımla dolaşmasını sağlayan koşulları ve ilişkileri oluşturmasından söz eder. Ne yazık ki, İspanya İç Savaşı da, bir yandan, özellikle faşistlerin saflarında, kahramanlık edebiyatı üretirken, öte yandan, kitle kıyımlarının, şiddetin her iki taraf için meşrûlaştığı bir dönem olma bahtsızlığını gösteriyor. Kitapları incelediğimizde, savaşın öncesinde ve bitiminden sonra, Falanjistlerin bu konuda açık ara ile önde olduğunu görüyoruz. Ancak, beni asıl ilgilendiren yanı, ne anarşistler, ne sosyalistler, ne de komünistlerin kan dökme konusunda çok daha duyarlı davranmayışları. Mesela, yazar Lorca’nın, Faşistler tarafından kurşuna dizilişini hepimiz biliriz, ama, İspanyolluğun Savunması adlı yapıtı sağcı kesimin el kitabı haline gelen yazar Romiro de Maezto’nun, daha 1936’da, Cumhuriyetçiler tarafından, aynı biçimde, kurşuna dizildiğinden haberimiz olmaz! Özetle söylersem, bir kez daha anlıyoruz ki, yalnız devletlerin değil, muhalif hareketlerin de “resmî tarihleri” vardır. Paris Komünü’nü, Ekim Devrimini, Çin’i, Küba’yı, Vietnam’ı en ufak ayrıntısına dek bilen sol kesimden insanların, Troçki’nin siyasal çözümlemesi dışında -o da savaşın pratiğinden söz etmez- İspanya ile ilgili yorumlarına, anlatılarına pek rastlanmıyor. Belki de, yaşanan şiddetin yarattığı utanç, İç Savaş yıllarının bütün taraflarca belleklerden çıkarılmasına neden olmuş. Umut’un karakterlerinden birisini söylediği gibi, belki de insanlar, “hem adalete yerini bulduran birisi sayıyorlardı kendilerini, hem de düpedüz bir katil”...
Gül Işık, İspanya: Bir başka Avrupa incelemesinde, yukarıda sözünü ettiğim bellek kaybını, İspanyol halkı açısından ele almış; No Quiero Accordane: Hatırlamak İstemiyorum! “Kişinin benimseyemediği, yaşamış olmayı gururuna yediremediği olayları belleğinden silmeye, daha doğrusu derinlere, kolayca su yüzüne çıkıp da acı vermeyecekleri bir yerlere gömmeye yönelmesi, en azından üstlerine bir sessizlik duvarı örmesi, o taş gibi ağır suskunluk, İspanya’da bugün hayli yaygın bir tutum” diyor yazar. İspanyol halkının ve savaşa katılan sol grupların sessizliğine, dünya aydınlarının da katıldığını görüyoruz. İspanya İç Savaşı’nın sanat/edebiyat alanında önemli yansımaları yok. Savaşın sıcaklığında üretilen; Picasso’nun ‘Guernica’, Guttuso’nun Lorca’ya adadığı “Kırda Kurşuna dizme” tabloları, Cappa’nın o ünlü fotoğrafı, Neruda’nın şiirleri, Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanı ve Miro’nun “İspanya’ya Yardım Edin” afişi en tanınmış olanlar. Ama, savaş sonunda bu desteğin ürünlere dönüştüğü söylenemez, bir çok aydın ve yazarın katıldığı bu direnişle ilgili, katılan insanları temsil edecek sayıda eser çıkmamış. Oysa ki, İspanyol İç Savaşı, dünya tarihinde, edebiyat ve sanatı uluslararası düzeye yükselten ilk ve tek hareketti Savaş sonrası suskunluğunda, hemen ardından gelen II. Dünya Savaşı’nın etkisi elbette var, ama, asıl etkenin, İç Savaşın ardından yaşanan büyük düş kırıklığı olduğunu düşünmek daha doğru olur.
Bu kırıklığın, insan kıyımlarının dışındaki nedenlerini biraz daha açığa çıkarmak için, ki burada politik ve ideolojik bir alana geçiyoruz, sanıyorum Roland Fraser’in, İspanya’nın Kanı adını verdiği, sözlü tarih çalışmasına ve ünlü İspanyol kadın direnişçi La Pasionare’nin, dilimize Faşizmi Ezeceğiz diye çevrilen otobiyografisine bakmanın zamanı geldi. Asıl adı Dolores Ibarruri olan La Pasionaria (İhtiras Çiçeği), eğitimsiz bir İspanyol kadınıyken, madenlerdeki grevlerde yetişip, milletvekili seçilmiş ve İspanyol Komünist Partisi’nin en etkili insanlarından birisi haline gelmiş. İspanya’da o yıllarda en çok duyulan iki sloganın; “No Pasaran” (Geçit Yok) ve “Yiğit dulu olmak, korkak karısı olmaktan iyidir”in yaratıcısı, direnişin sembolü. Aradan 40 yıl geçtikten sonra, 1977’de İspanya’ya dönmüş, ve zaten zaman zaman not ettiği anılarını kitaplaştırmış. O döneme ilişkin çok önemli tarihî tanıklıklar olan anılarının, diğer metinler ile birlikte, İspanya gerçeğini ortaya koymak açısından büyük önem taşıdığını görüyoruz.
Faşizmi Ezeceğiz kitabının ekler bölümünde, İspanya İç Savaşı’nın Türkiye’deki yansımaları ele alınıyor. Mesela, Nazım Hikmet, 1937’de hapisteyken yazdığı, “Karanlıkta Kar yağıyor” şiirini doğrudan İspanya için yazmış. Dönemin TKP broşürleri ve Orak-Çekiç adlı merkez yayın organında da, “Türkiye emekçi kitleleri, İspanya’nın inkılapçı halkı ile beraberdir” başlıklı yazılar gözleniyor. Dolores Ibarruri, Mehmet Unal’ın yaptığı soyleşide, Amerikadan gelen Abraham Lincoln birlikleri ile Enternasyonal Tugaylar saflarında çarpışan Türk komünistlerin elini sıkmaktan büyük onur duyduğunu söylüyor, ne yazık ki, bugün o kişilerin kimlikleri hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Sol, -nedense hâlâ yazamadığı- tarihini yazarken, umarım bu isimlere ulaşabilir.
Sözlü tarih nitelemesi, bir yıldan beri kulaklarımızı yeterince ziyaret ediyor, dahası, toplumbilim alanına katılan diğer yenilikler gibi, o da, her kapıyı açacak bir anahtar rolüne soyunduruluyor. Oysa ki, Sözlü tarihi, tıpkı Ronald Fraser’in İspanya’nın Kanı çalışmasında yaptığı gibi, biraz daha mütevazi olarak ele almak, yani, “sözel tarihin geleneksel tarih yazıcılığının yerine geçmeyip, onun çatlakları içinde işlev gördüğünü, onun bir eklentisi, yardımcısı olduğunu düşünmek” de mümkün. Fraser, böylesi bir bakışla, “İspanya’da, neden aynı sınıfın bireyleri karşı kamplarda savaşıyorlar, neden insanlar akrabalarını, yakınlarını katleden safta silahlanıyorlar, neden kardeş kardeşe kurşun sıkıyor” sorularının yanıtlarını verebilmek için, olayların içinde gerçekleştiği atmosferi yakalamaya çalıştığını söylüyor. İncelemesinde, her iki taraftan ve değişik bölgelerden 300 kişi ile yapılan konuşmalar var.
Gerçekçi romanlar ve anı kitapları, kuşkusuz, tarih yazımının sık sık faydalandığı kaynaklar. Ancak, yukarıda sözünü ettiğim tarzda bir atmosferi yakalamak, yani Sözlü tarih söz konusu olunca, tarih yazımı ile gerçekçi roman arasında, kaynak olmanın ötesinde, büyük benzerliklerin ortaya çıktığı görülecektir (burada söz konusu olanın klasik tarihî roman değil, klasik gerçekçi roman olduğunu vurgulamak gerekiyor, çünkü klasik tarihî roman, geçmişe dönük bir anlatı olması ile, olsa olsa, geleneksel tarih yazımı ile benzerlikler gösterebilir). Gerek gerçekçi yazar, gerek sözlü tarihçi, bir olay etrafındaki karakterler ile kurarlar anlatılarını. Birinde gerçek, diğerinde kurgusal olan bu karakterlerin arasındaki fark, roman yazarının, gerçeğe bağlılık düzeyi ve döneme ilişkin bilgisi yükseldikçe azalır. Öte yandan, sözlü tarih araştırmacısı da, daha önceki donanımları ölçüsünde bir seçme ve çerçeveleme işlemiyle kullanır karakterlerini, eğer kafasında bir düzen yoksa, ortaya tarihsel anlatı değil, kendi başlarına konuşan bir insan güruhu çıkacaktır. Sonuçta biz, iki türün de, yetkin örneklerini dikkate alırsak, sözlü tarih ve roman birbirine çok yaklaşır ve ortaya “tarih sanat mıdır, bilim midir” sorusu çıkıverir.
Başlangıcında tarihin bir anlatı, hattâ edebiyatın içinde sayılan bir faaliyet olduğunu biliyoruz. ‘Bilimler’ kategorisine dahil olup kutsanmasını Aydınlanmaya ve Marksizme borçlu. Uzunca bir süreden beri ise, pozitivizmin, diğer sosyalbilim disiplinleri gibi, tarih çalışmaları üzerindeki etkisi de azalıyor, ve belki, biraz da postmodern düşünce akımlarının etkisiyle, tarih başlangıcına geri dönüyor; tarih yeniden anlatı oluyor. Sözlü tarih, bir anlamda postmodern düşüncenin tarih yazımı olarak ele alınabilir. Ancak, bu yöntemin cok ciddi tehlikelere açık olduğunu -Türkiye’de yapılan çalışmalara bakınca- görüyoruz. Sonuçta, bir yığın tanıklık ve ayrıntı yanyana yığılıyor, bu insan ve laf kalabalığı, aydınlatma amacı güttüğü tarihî dönemi perdeliyor. Türkiye’de, son birkaç yıldır, Sözlü tarih konusunda hemen hiç teorik tartışmanın yapılmadığı akademik çevrelerden, birbiri ardına, bu yöntem ile yapıldığı söylenen tarih yazımları üretiliyor. Cumhuriyet’in 75. yılı nedeni ile verilen devlet ve özel sektör siparişlerinin, yani pastadan pay kapma telaşının, sayının artmasında önemli bir etkisi var. TV kanallarında birbiri ardına sıralanan, bütünüyle tek yanlı, ve söyledikleri kanıtlanamaz tanıklarla yapılan, 75. yıl “güzellemelerinin”, sözlü tarih mantığı içinde gerçekleştirildiğinin ileri sürülmesi, aslında sözlü tarihin karikatürize edilmesi anlamına geliyor. Paul Thompson’un 30 sayfalık fotokopisini okuyan ve eline bir teyp kayıt cihazı, veya video kamera alan herkesin sözlü tarih araştırmacısı sayıldığı bu ülkede, Ronald Fraser’in İspanya’nın Kanı çalışması mutlaka okunması gereken bir kitap.
Tekrar konumuza, Aydınların “kırılma” nedenlerine dönelim; başlangıçta, ufukta savaş bulutları gözükmekle birlikte, işler kötü gitmiyordu. Halk Cephesi seçimi kazanmıştı. Ekim Devrimi’nin üzerinden yalnızca 20 yıl geçmişti ve özellikle Avrupa aydınlarının nezdinde, devrimci düşüncelerin prestiji yüksekti. İspanya’daki Cumhuriyetin tehlikede olduğunu görenler, tereddüt etmeden yardıma koştular. 54 değişik milletten binlerce insanın katıldığı, yeryüzünün ilk ve tek enternasyonalinin, sözünü ettiğim hemen her kitapta benzer tanımlamaları olsa da, Malraux’nün tasviri hepsinden güzeldir; “Uluslararası birlikler geçiyordu. Kimler yoktu ki aralarında! Uzun saçlı aydınlar, inatçı komünistler. Nietzsche bıyıklarıyla yaşlı, Sovyet filmlerindeki jönleri andıran yüzleriyle genç Polonyalılar, kafası traşlı Almanlar, Cezayirliler, bunların arasına yanlışlıkla karışmış İspanyollar denebilecek İtalyanlar, hiç kimselere benzemeyen İngilizler, Maurice Thoree ya da Maurice Chevalier’ye benzeyen Fransızlar... Kışlalarına yaklaşıyorlardı ya, birden marş söylemeye başladılar ve yeryüzünde ilk defa olarak, savaş düzeninde yürüyen her ulustan karmakarışık bir sürü adam, Enternasyonel’i bir ağızdan söylemiş oldu”. Dolores Ibarruri’nin anılarında, komünist, sosyalist ve anarşist gruplardan oluşan, 5. Alayın tabur ve tümenlerinden bazılarının isimleri şöyle sıralanıyor; “Ekim, Kızıl Aslanlar, Kızıl Askerler, Kızıl Mermiler, Leningrat, Paris Komünü, Kronstadt Gemicileri....”
İbarruri’nin, “onlar benim yoldaşlarım, arkadaşlarım, oğullarımdı” biçiminde andığı, devrim ve demokrasi düşüncesine sarılmış bu insanlar, tıpkı İspanyol halkı gibi, ağır kayıplar verdi. Eğer savaşın sonu kötü bitmeseydi, belki de tüm bu kayıplar farklı bir tarihsel çerçevede ele alınacaktı, ama, romantik başlangıç bir kabusa dönüştü, dahası, Cumhuriyetçi kanadın kendi arasında, Barcelona’daki isyanla somutlanan, önemli anlaşmazlıklar, cinayete varan çatışmalar başgösterdi. İspanya’daki enternasyonel, 1935’de Komintern’in VII. Kongresinde, faşizmin yükselişine karşı, Halk Cephesi politikalarının yaygınlaştırılması kararı doğrultusunda oluştu denilebilir. Ama, geniş bir cephe düşüncesi, cephenin önderliğini kimin yapacağı sorusunu boş bırakınca, sorunları da başlatmış. Görüyoruz ki, SBKP’nin desteklediği İspanyol Komünist Partisi’nin ve yine Sovyetlerin desteklediği hükümetin yetersizliği, hattâ, devrimci durumun gerisinde kalışı, İspanya’daki gerilimin artmasında en önemli etken. Sonuçta, SBKP ve İKP’nin çıkarlarının Halk Cephesi’nin ve İspanya’nın çıkarlarına üstün tutulduğu anlaşılıyor.
İspanya’nın Kanı incelemesinde, bir parti üyesinin anlattıkları, işin özeti gibidir; “Siyasal eğitimimiz neredeyse sıfırdı. % 98’imiz Marx’tan bir sözcük bile okumamıştı... ve partimiz için doğru olan bizim için de doğru idi, parti liderlerimizin çoğu da Marx’tan tek bir kelime bile okumamışlardı”. Partiye, her şeyin üstünde bir anlam yüklenmesi, Umut’ta da, “Parti yedi sizi, disiplin yedi; asıl, suç ortaklığı yedi, zira, karşınızdaki partili olmadı mı, ar namus tertemiz sizde, ne ödev duyusu, ne sorumluluk, ne bir şey”, ya da, “Komünizm döndü dolaştı bir din haline geldi demek istemiyorum, komünistlerin papazlardan hemen hemen farkı kalmadı diyorum” biçiminde vurgulanır. Kuşku bir kez başlamıştır, Umut romanında, parti-birey karşıtlığının sorgulanması; “ilk günlerde ‘yaşasın proletarya’ diye ölen komünistlerin, bugün aynı koşullar içinde ‘yaşasın parti!’ diyerek ölmeyeceklerinden emin misiniz?”, veya “Partiye yaklaşmak için insanlardan uzaklaşırsam ne değeri kalır bunun, parti insanlar için çalışmıyor mu?” sorularıyla sürüp gider.
Foucault, devrimci devlet devrime el koymaya yöneldiği için, bütün devrimlerin Stalinizm biçiminde çürümeye uğradığını öne sürüyor. Fraser’in incelemesinde ise, aynı görüş İspanya özelinde tekrarlanmış; “İktidara seçimle gelmiş ve kitleler tarafından daha ileri gitmeye zorlanan bir devrimci hareketin geliştirilebilmesi için tek yol vardır, anında radikal önlemler almak. Rejim işte bunu yapamadı”. Yöneticilerin basiretsizliği iddiasına katılan La Pasionare’nin anılarının, diğer metinler ile çelişen bir tek önemli noktası var; sol cephedeki Anarşist ve Troçkist grupların Barcelona’daki ayaklanmasının değerlendirilişi. Pasionare, en çok Anarşistleri suçladığı bu bölümlerde, SBKP çizgisine paralel olarak, onları düşmanla işbirliği içinde görecek denli ileri gidiyor. Kendisinden olmayan herkesi hain olarak ilân eden bu paranoyanın getireceği doğal sonuç, “ötekilere” yönelik suikastlerdi. Her ne kadar, İKP’nin ve La Passionaria’nın karşı çıktığı belirtilse de, İspanya’da faaliyet gösteren, Sovyet Gizli Polisi (GPU), CNT’nin sekreteri Andres Nin’i 1937 Mayıs’ında kaçırıp sorgular ve öldürür, ardından POUM’u yasadışı ilân eder, örgütün oluşturduğu 29. tümen zorla dağıtılır.
“Kırıklık” ve güvensizlik böyle başladı denilebilir. Geleceğe olan inançsızlık, Malraux’da da, ama, daha eleştirel olarak, ortaya çıkıveriyor; “Hem kim garanti edebilir bana, sömürüden kurtuluşun getireceği kazancın, her yanından sarılmış, bunaltısıyla kısıtlamaya, şiddete, hattâ hafiyeliğe yatkın yeni düzenin götüreceğinden daha büyük olacağını? Evet, ağır bir şey iktisadî kölelik, yalnız, onu ortadan kaldırmak için bu sefer de siyasi, askerî, dinî köleliği, ya da ne bileyim polise köleliği kuvvetlendirmek gerekecekse, bence hava”. Özellikle Avrupalı aydınlar için, İspanya’daki romantizm böylece hava olur gider, yerini sessizliğe bırakır. Althusser’in ifadesiyle, devrim ve eleştiri adına, aydınların teorik düzmecelere ve var olan durumu yücelten bir teoriye katılmaları istendiği zaman, imkânları varsa, kendilerini kenara çekmelerine şaşmamalıdır.
Umut’u okuduktan sonra aklınıza şu soru gelebilir; bir metin olarak da varolmuşken, deneyimlerin insan yaşamına etkisi nedir? İspanya İç Savaşı’ndan yıllar sonra, SBKP 20. Kongresi, 1930’lu yıllardaki yanlışlarını kabul etti, ama, bu yanlışı o yıllarda gören ve dile getiren binlerce insan, baskı altında tutulmuş, işkencelerden geçirilmiş, öldürülmüş, yanlış da sürüp gitmişti. Türkiye’de ise, “parti” kavramı üzerindeki tartışmalar hâlâ, neredeyse Malraux’nün cümleleri ile tekrarlanıyor. O zaman biraz daha keskinleştirebilirim; Deneyimleri dikkate almayacaksak, tarihe, tarih yazımına ihtiyaç var mı?