28 Şubat 1997’de tarihî MGK kararları ile başlayan sürecin üzerinden üç yıl geçti. Darbeler listesinde “postmodern” ya da “light” darbe olarak geçen bu sürecin bitip bitmediği de hâlâ tartışma konusu. 1996 genel seçimlerinde birinci parti olarak çıkan RP’nin DYP ile hükümet ortağı olması ve 11 ay sonra oluşturulan asker-sivil laik basıncın etkisiyle bozulması, bu sürecin en görünür politik hasılası olmuştu. Üniversiteler ve kamu kurumlarında başörtüsü yasağı, İHL’lerin orta kısımlarının kapatılmasını sağlayan sekiz yıllık eğitim uygulamasına geçilmesi, camiler, Kuran kursları, vakıflar, yurtlar ve dershanelerin “irtica” kapsamında muameleye tâbi tutulması ve mürteci işadamları listeleriyle kah ironik kah trajik görüntüler veren 28 Şubat’ı farklı açılardan ele almak gerekiyor.
Türkiye’nin 1990’dan itibaren yaşadığı kaotik sürecin en kritik istasyonu olarak yaşanan bu yarım-darbe vakasının en görünür yanı devletin son 45 yıllık ve en çok da 12 Eylül sonrasından itibaren uyguladığı din politikasının terk edilmesi ve bu politikanın sonuçlarının kaba ve acil yöntemlerle budanmasıydı. Soğuk Savaş döneminin “anti-komünizm” ve yeşil kuşak doktriniyle bağlantılı olarak uygulanan din politikası, bilindiği gibi “Sünni İslâmı “millî birlik ve beraberlik” söylemi çerçevesinde kollama ve belli ölçüler içerisinde kullanmayı içeriyordu. Devletin, Osmanlı’dan devralarak sürdürdüğü “Sünni ve Türk” karakterinin korunmasına dayalı refleksin, her dönem dini kontrol altında tutmayı zorunlu kıldığı düşünülürse, bu din politikasının “Soğuk Savaş” şartlarının ötesinde, çok daha köklü ve ciddi nedenleri olduğu da söylenebilir.
“GÖRÜNÜRDE OLAN” VE “GERÇEKTE OLAN”
Bu nedenle din ve devlet ilişkileri üzerine söylenen ve yapılan birçok şeyin her zaman eksik yada kapalı bir yanı bulunur. 28 Şubat sürecinde yaşanan bütün görünür “din karşıtı” karar ve söylemlere rağmen özellikle “kapalı” kalan, daha doğrusu “görünenin göstermediği” bir politikanın varlığı kendini hissettirmektedir. Esasen “Susurluk” sonrasında yaşananların da gösterdiği gibi devletin “varlık ve bekası” ile ilgili her konuda bu “görünen ve gerçekte yapılan”arasındaki farklılığa rastlamak mümkündür.
O halde 28 Şubat sürecini görünürde İslâmcılığa, daha doğrusu Soğuk Savaş döneminin yeşil kuşak politikalarının ürünü olan İslâmcı dalgaya karşı öne sürüldüğü gibi, balans ayarı olarak “okumak” mümkündür. Tabiîdir ki, bu “ayar” biraz Şark tipi kabalıklarla ve “baltayla göz ameliyatı” tarzında “taktik”lerle yapılmıştır. Ancak yine de önceki darbelerle kıyaslandığında “kullanılan şiddet” dozunun düşük olduğu söylenebilir. Bunda ise hedef alınan “iç tehdit” unsurunun (dinin) hassas karakteri, İslâmcılığın şiddet ve direniş içermeyen muhalefet kültürü ve kısmen de 28 Şubat yönelimine sıcak bakmayan “devlet içi” kanatların varlığının rolü olmuştur denilebilir. Peki görünmeyen ya da aslında olan nedir? Buna cevap verebilmek için elimizde somut veriler yok, ancak 28 Şubat öncesi ve sonrasına farklı açılardan bakarak cevap olmasa dahi, cevap verecekler için malzeme oluşturacak açılımlar yapmak mümkün.
28 ŞUBAT KOALİSYONU VE HİZİPLER
’90’lardan itibaren SSCB’nin dağılması, Körfez savaşı ve AB’nin sahneye çıkışı gibi tarihî önemdeki gelişmelerin Türkiye içinde bir “anlamı”nın olması kaçınılmazdı. Devletteki bazı taşları yerinden oynattığı söylenen Turgut Özal’ın ölümü ve Uğur Mumcu suikastı, yeni bir döneme girildiğinin işaretleri gibiydi. Sivas katliamı, Gazi olayları, ’96 seçim sonuçları ve Susurluk, bugünden bakıldığında birbirini tamamlayan “anlamlı” bir zincirin halkaları gibi eklenerek gelişti.
1997 Şubat’ına kadar yaşanan bu dönemin üç temel özelliği vardı: Birinci olarak, Demirel-İnönü ikilisi, DYP ve SHP’nin inişe geçmesini ve Demirel’in de Çankaya’ya taşınmasını içeren siyasî bir misyon üstlendi. Bu dönem merkez sağın en güçlü lideri olarak Demirel’in saf değiştirmesi ve buna karşılık merkez solun siyasî örgütlülüğünün uzun süre toparlanamayacak ölçüde kötürümleşmesi ile sonuçlandı. Demirel muhtemelen 28 Şubatçı kadrolarla kendi adına yürüttüğü pazarlıkların semeresini cumhurbaşkanı olarak almıştı. SHP-CHP ise, bir yandan köy boşaltma türü politikaların öte yandan Sivas ve Gazi olaylarının faturasını ödemek durumunda bırakılarak adeta siyaseten tasfiyeye marûz kalmıştı. Demirel sonrası merkez sağda ise Çiller-Yılmaz kavgası sonucu hem ANAP’ın hem de DYP’nin birlikte tükeniş süreci başlamıştı. Bu dönem parlamenter siyasetin ve Meclis’in adeta iktidarsızlaştırılmasını sağladı.
İkinci olarak PKK’ya (ve kısmen Dev-Sol’a) karşı yürütülen anti-terör politikaları, devlet içinde iki farklı inisyatifin mayalanmasına zemin hazırlayacak ölçüde “bağlam dışı” sonuçlar üretti. Güvenlik kuvvetlerinin aksiyoner kadroları terörle mücadeleden güç devşirirken; başka bir öbeklenmenin, Mumcu suikastı, Sivas katliamı, Gazi olayları ve RP’nin yükselişini laikçilik ekseninde değerlendirerek güç birikimi sağladığı anlaşılıyordu. Bu ikili iradenin arasındaki soğuk savaş, Susurluk hadisesi sonucunda ilkinin tasfiyesi ile ikincisi lehine sonuçlandı. Susurluk ise, devletin operasyonel sağ yanını devre dışı bırakacak derinlikte bir hegamonya kavgasının adı olarak tarihe geçti.
Üçüncü olarak 1993-97 döneminde sermaye sınıfının gerek tekelleşme gerekse uluslararası sermaye ile ittifaklara yönelmesi açısından gelişmesi ve devlet içinde asker-sivil bürokrasiden özerkleşecek ölçüde önemli bir güç merkezi haline gelmesi söz konusu oldu. Sermayenin gelişen bu karakteri, gerek 28 Şubat sürecinde gerekse AB, Rusya ve Güneydoğu politikalarındaki esnemelerde hayli belirgin bir rol oynamasını sağladı.
28 Şubat 1997 tarihine uzanan yolun taşlarının bu üç farklı gelişmeyle döşendiği söylenebilir. 28 Şubat, işte bu üç farklı gelişmenin doğurduğu üç farklı hizip arasındaki zımni ittifakın koalisyonu halinde sahneye çıktı.
Demirel, sivil bürokrasiyi ve siyasetin bürokratlaşmış kadrolarını temsil etti. MGK Genel Sekreterliği’nden Perinçek hizbine uzanan vektörel bileşke, Kemalist/mezhepçi/İttihatçı damarı oluşturdu. Ve İstanbul sermayesi, “medya”sı ve beslediği “aydın” sınıfıyla koalisyonun ‘halkla ilişkiler’ boyutunu temsil etti. 28 Şubatçı koalisyon bu hiziplerin iç çatışmalarını da içeren sancılı ve sorunlu bir koalisyondu. Özellikle Atatürkçü Düşünce Derneği’nde açığa çıkan mason Atatürkçülerle Kuvvacı Kemalistler arasındaki kavga, Demirel’le MGK Genel Sekreterliği arasındaki ilişkilerin niteliğini ele veriyordu. Öte yandan özelleştirme, AB ve en son Apo meselesi etrafındaki gerilimler de asker-sivil bürokrasiyle sermaye arasındaki sorunları yansıttı.
28 Şubat’ın ideolojik rengi, bu hiziplere göre değişiyordu. Masonik-Atatürkçü damar, laiklik söylemi ve irtica fobisiyle statükonun klasik reflekslerini yansıtıyordu. Türkçe ibadet ve başörtüsü yasağı, bu damarın en sevdiği konular olarak kamuoyunda aylarca tartışıldı.Öte yandan sermaye ve medya, çağdaşçı Kemalizm söylemi ile orta-üst sınıfların yaşam tarzına dayalı korkularına hitap eden bir laikçilik söylemi geliştirdi. Ayrıca irticai sermaye tartışması, bu kanadın çıkarları ile ilgili abartılı bir manipülasyondu. Sol Kemalist kanat ise daha ideolojik bir kulvarda, yarı askerî bir dille, daha çok subayların “Kurtuluş savaşı ve Cumhuriyet devrimi”ne dair duygularını okşayan heyecanlı bir retoriğe sahipti. Bu kanat, gecikmiş ve romantik Kemalistliğe, sol içi fraksiyoner üslubû da katarak düşman kategorisine ısrarla sol-liberal çevreleri de katmaya çalıştı.
Bu ilginç koalisyonun Fransa’dan apartma demokrasiye karşı cumhuriyet diskuru ve 1930’lara dönüşü savunmak için kullandığı dogmatik mantığın selefi İslâmcı zihniyetle akrabalığı ise entellektüel seviyenin iyice düşmesine hizmet etti. Doğrusu tarikatleri Ortaçağ imajıyla sunan Kemalist propogandistlerin, huşu içinde yaptıkları Cumhuriyeti koruma seromonileri ve Anıtkabir defterine düştükleri kayıtlar, ülkemizin çağdaşlık ve bilimsellik seviyesini gösteren ironik bir örnekti.
28 ŞUBAT’IN ÖTEKİ ANLAMLARI
Özal ve Mumcu’nun ölümüyle başlayan sürecin daha birçok ilginç ve henüz bilinmeyen ayrıntısı bulunuyor. Ancak bugün için kesin olan şu ki, Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminden çıkışı ve eski politikalarını terk edişi, biraz uzatmalı da olsa askerî vesayet gözetiminde gerçekleşti. Sonuçta, 30 Ağustos 1998’den itibaren 28 Şubat koalisyonu, dağılma sürecine girdi. 18 Nisan 1999 seçimleri ve 17 Ağustos depremi ise kesin olarak dağılmasını sağladı. Artık her hizip kendi adına ve kendi başına “geriye kalan”dan pay çıkarma mücadelesine başlamıştı. Çünkü 28 Şubat’tan geriye derin bir iktidar boşluğu ve ekonomik rant alanı kalmıştı.
28 Şubat süreci, Cumhuriyet rejiminin klasik politikaları açısından değerlendirildiğinde beklenen ve alışıldık bir refleks olarak görülebilir. Kemalizmin üç tarihsel düşmanından ikisi, komünizm ve etnik bölücülük, bir tehdit olmaktan çıkınca geriye İslâmcılığın kalacağı ve “başdüşman” olarak bu kez onun üzerine gidileceği teorik olarak da kestirilmesi mümkün bir olaydı, üstelik NATO konseptinin “fundamentalizmi” de içeren yeni görev tanımı ve AB adaylığının önündeki en ciddi engel olarak Müslüman kimliğinin güçlenen görüntüsünü frenleme ihtiyacı, konjonktürü dışarısı açısından da müsait hale getirmişti.
Öte yandan, “İslâmcılığın” bir tehdit olarak tanımlanması, devletin bozulmuş olan dengesinin yeniden tesisini içerecek boyutlar da taşıyordu. Adeta, fazla sağa yatmış devletin dümenini biraz sola kırarak “ortayı” bulma formülü işletildi. Bu arada İslâmcılığın “irtica” olarak tanımlanması, bu hassas denge formülünün gerek şartıydı. Zira “mütedeyyin kitleler”in ve devletin dini ile esasta bir problem yoktu. Ancak, yeşil kuşak politikalarının sonuçlarından faydalanarak güçlenen ve iktidar kertesinde yer almaya çalışan “politikleşmiş Müslümanlığın örgütlü gücü”, İslâmla mücadele ediliyor imajı verilmeden düşmanlaştırılmalıydı. Bu amaçla Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde cahil ve köylü reflekslerinin adı olarak kayıtlı “irtica” terimi özenle seçilmiş gibiydi. Böylece hem Cumhuriyetin aslî hedefi olan çağdaş uygarlık yoluna atıfta bulunularak “gericilik” aşağılamasından meşrûiyet üretildi, hem de devletin, dinden değil, “son elli yıllık din politikasından” vazgeçtiği ve aslında dini dahi (irticadan) kurtardığını iddia etmek kolaylaştı. Gerçekten de devletin aslî karakterini oluşturan hususlardan biri olarak “Sünni İslâm”ın biraz “çağdaşlaştırılarak” misyonunu sürdürdüğü görüldü. Yaşar Nuri Öztürk gibi ilahiyatçılar, bütün süreç boyunca bu “ince ayar” çizgisini temsil eden bir misyon üstlendiler.
Devletin dümeni “biraz sola” kırması, bazı sol ve Alevici çevrelerin “durumdan vazife çıkarmaları”na da yol açtı. Özellikle Aydınlık, PKK ile mücadeleden faydalanarak devletten vazife devşiren Hizbullah gibi, irtica ile mücadeleden faydalanarak görev üstlenip özgül ağırlığını arttırmayı denedi. Her ne kadar istihbarat, deşifrasyon ve gri propaganda gibi “görev”lerin üstüne çıkamasalar da Perinçek Hizbi, 27 Mayıs ve 9 Mart artıklarıyla birlikte kendileri açısından önemli bir rol oynadılar. Alevilik ise tarih boyunca ilk kez “devlet” nezdinde itibar ve prestij gördü. Aleviliğin, özellikle Almanya’nın (kısmen Fransa, İngiltere ve Rusya’nın) destabilizasyon enstrümanı yapılacağı kuşkusuyla hareket eden devletin, “Kemalizmin halk tabanı” payesi vererek elinden tuttuğu Aleviliği kontrol altına alma çabası, başarıyla sonuçlandı. 28 Şubat restorasyonunun Aleviciliği, devletin “Sünni İslâm” karakterinin sınırına kadar ‘ateşlendi’ ve orada bırakıldı.
DEVLETİN YÜCE MENFAATLERİ-GÜVENLİĞİ
Şimdi bu “görünen” gelişmelerden öteye geçip “gerçekte olan”ın izini sürebiliriz. Önce bazı soru işaretleri tespit edelim: Görünürde “irticai gruplar” olarak tanımlanan çevrelerin hemen hepsinin bir şekilde RP/FP çizgisinin sosyal ve siyasî gücünü oluşturması ve bu çizgiye rakip ya da hasım olan birçok dinî grup ve cemaate dokunulmaması, ciddi bir soru işaretidir. Aynı şekilde “başörtüsü” yasağı gibi tamamen “sembol”ik bir konuda aşırı duyarlı olunup da, “erkek İslâmcılara” dokunulmaması da bir diğer soru işaretidir. Bir başka soru işareti ise İHL ve Kuran Kursları’nın yani “irticanın insan kaynağının” kurutulması görüntüsü altında bütün Anadolu Çocuklarının ve yoksul kitlelerin yükselebilme kanallarının tıkanmasıdır. YÖK ve ÖSYM politikalarının milyonlarca genci yarış dışı bırakan sonuçları ve özel okulların ve holding üniversitelerinin çoğalması, mim koyulacak önemde bir başka “ilginç” gelişmedir.
Bu soru işaretleri, “gerçekte olan”a ilişkin ipuçları barındırmaktadır. Sanki, görünenin gerisinde, Türkiye’nin İslâm tehdidi ile kuşatılmışlığına dair Batı’da oluşan kaygıları giderici (başörtüsü, parti, İHL gibi) “görüntüler” ortadan kaldırılmakta ve iktidar alanı daha güvenilir sınıfların uzun süreli kontrolüne bırakılacak sigortalarla donatılmaktadır. İktidar dümeninde Batı hayranı zengin çocukların olduğu ve İslâmik karakterin de İstanbul fotoğraflarındaki cami silüetleri gibi, hem geri planda ve flu hem de sadece kültürel ve estetik zenginlik katıcı bir rolle sınırlı tutulduğu bir Türkiye fotoğrafı çekilmeye çalışılmaktadır. İhtimaldir ki, bu fotoğraf, Batı başkentleri ve dünya sisteminin karar vericileri için hazırlanmaktadır. Mesele sadece “fotoğraf çektirmek” olunca, “görünen” daha doğrusu “gösterilen”, gerçek anlamda bir “gösteri” hüviyeti kazanmakta ve bütün operasyon semboller üzerinden yürütülmektedir. Parti kapatma, başörtüsü yasaklama, sokakta sarıklı toplama, sembol siyasî ve aydın kişilikleri cezalandırma ve adeta Batılıları korkutmak için yaratılmış şişirme naylon örgütleri sansasyonel operasyonlarla çökertip cezaevlerine doldurma gibi “laik kararlılık” şovlarının muhatabı acaba “Batı” mıdır? 1. Dünya Savaşı sonrası yaşanan “travmadan” kalma “güvenlik” mantığının sonucu olarak Türkiye, Batı karşısında “kendisini güvenceye mi almaktadır?”. “Sakın bizden korkmayın, bize karışmayın, bizi karıştırmayın, biz uslu duruyoruz, bir yere gittiğimiz yok” mu denmektedir?
YEŞİL KUŞAK’TAN ‘PARANTEZ’ SİYASETİNE
Batılı güçlere verilmeye çalışılan bu mesajların sonucunda yeni bir İslâm politikasının mayalandırılması beklenmelidir. Bu noktada Rusyayı kuşatmaya dönük yeşil kuşak doktrininin, şimdi Avrupa’yı da içine alacak şekilde reorganize edilme ihtimali üzerinde durmak gerekmektedir. ABD acısından, Avrupa’yı İngiltere-Rusya parantezinde tutma siyasetinin uzantısı olarak Avrasyada yeni parantezler açmak ve İslâm’ı bu ‘yeni kuşak’ta misyona zorlamak ihtimal dahilindedir. Yeşil Kuşak politikalarının ürünü olan bazı İslâmcı akımların, daha doğrusu İslâmik motivasyonun son kalıntıları, Kafkasya, Orta Asya, Afganistan ve Pakistan hattında şimdilik kriz bölgelerine müdahale enstrümanları olarak işlev görmektedir. Öte yandan moda tabirle “derin” Avrupa’nın Katolik damarını dengelemek için İslâm ve Ortodoks Hıristiyanlığın önemli fonksiyonlar göreceği jeopolitik çatışma sürecinin sinyalleri alınmaktadır. Özellikle Kafkasya ve Balkanlar ekseninde gelişen kriz hatlarının dinleri jeokültürel misyonlarının ötesinde, yeniden jeopolitik roller oynamaya zorlamaktadır. Bu dış güvenlik bağlamının tersine içeride, Türkiye’de İslâmcılığın bastırılıyor ‘görünmesi’ tabiî ki, bir tenakuzdur. Bu nedenle Soğuk Savaş döneminin anti-komünizmine ayarlı koşullanmalara ve özellikle Almanya merkezli güdülenmelere alışkın İslâmcı damara ‘balans ayarı’ çekmenin anlamını bu çerçevede çözmeye çalışmak gerekmektedir. Bu arada ’Ostpolitiğin’ kontrolü dışındaki İslâmcı öbeklenmelere dokunulmamasının ‘anlamı’ da biraz daha anlaşılır hale gelebilecektir.
Uluslarası karar vericilerin din gerçeğine yaptıkları yeni yatırımların ülkemizdeki politikalara yansımasını biraz daha bekleyerek gözlemleyeceğiz. Ancak, Avrupa güdülenmeli İslâmcılığın siyasî ve ekonomik gücüne dönük ayar operasyonu sonuna kadar götürülmeye çalışılmaktadır. Bu operasyon dışarısı için, bir tasfiye olmaktan çok, kontrol altına alma, aks değiştirme ve yeniden şekillendirmeye matûf gibidir. İçeride ise, devletin parçalanmış iradesi, bu süreci kollektif akıl kullanarak değerlendirmekten uzak görünmektedir. Devlet içindeki ‘segment’er gruplar, din politikasındaki global değişikliği dahi hegemonya kavgalarının malzemesi olarak kullanmakta gibidir. Bu nedenle abartılı Kemalizmle, paranoyak irtica muhabbetinin sahte ve gerçeği gizleyen işlevi, sahici ve belirleyici bir gündemmiş gibi toplumu meşgûl etmektedir. Bu arada yakınlarda yayımlanan bir Alman yazarın kitabına uygun bulduğu başlıktaki gibi “Atatürk’ün üzerinde Allah’ın gölgesi” türünden fotoğraflar çektirilirken, özelleştirmeden, eğitime kadar bir dizi alanda yeni tip Tanzimat ve İslahat fermanları dolaşıma sokulmaktadır.
“Görünenle”, “gerçekte olan” arasındaki bu sahte paradoksu kaldırınca geriye “Atlantik uzantılı güvenlik felsefesi” kalmaktadır. Bu arada demokrasi biraz zedelenmiş, parlamenter siyaset yara almış, milyonlarca insan mağdur edilmiş, yolsuzluk ve çürümenin yeni kanalları açılmış, birçok insan telef olmuştur, ama devletin yüce varlık ve bekası karşısında bunlar nedir ki! Tıpkı başbakan asmanın, üç genci ibret olsun diye idam etmenin, ’80 öncesi beşbin, ’80 sonrası 30 bin insan ölmesi gibi, devletin bekası için her şey mübahtır ve gerekirse 60 milyonun telef olması dahi önemsizdir! Oysa, “gerçekte olan” sadece ve sadece budur!
ÇÖZÜLEN TOPLUM
28 Şubat, tarihsel açıdan, Türkiye’nin dinamizmini ve rezistans noktalarının çözülüşünü tamamlamak gibi bir işlevde görmüştür. ’80’lerden itibaren uygulanan politikalar sonucunda bu ülkede, kapitalizm bile sayılmayacak kadar kuralsız talan düzenine ve harami sınıflara karşı fren rolü olacak bir “sol” kalmamıştır. ’90’lardan sonra yaşananlar ise asgaride olsa milliyetçi refleksleriyle bazı dengeleri sağlayan millî bir çizgi bırakmamış ve en son olarak da Türkiye’nin tarihi ve sahici coğrafyasıyla bağ kuran, sosyal değerler için bir sigorta ve toplumsal dinamizmin en önemli kaynağı durumundaki İslâmcılık budanmıştır.
Hattâ, Kürt meselesinde taraf olarak PKK da devre dışı kaldıktan sonra üç tarihî düşmanının varlığından “varlık ve meşrûiyet” devşirerek yaşayan “Kemalizm”in de tükeneceğini iddia etmek yanlış olmayacaktır. Öte yandan, topal demokrasinin iyi kötü temsiliyetini yürüten merkez sağ ve sol siyasî örgütlerde adeta tasfiye edilmiştir. Sendika, dernek ve diğer demokratik baskı grupları zaten 12 Eylül’le birlikte hadım edilmişti.
Kısacası Türkiye tepeden tırnağa çözülmüştür. Harami sermaye ağaları ve çapsız devletlü seçkinler dışında “ayakta kalan” hemen hiçbir şey yoktur. Artık ümitsizlik, belirsizlik ve karamsarlık, en yaygın ideoloji haline gelmiştir. En kötüsü ise, bu salgın ideolojinin kronikleşmesi ve kalıcılaşması ihtimalidir.
28 Şubat, halkın siyasete katılma hakkını gasbeden tavrı ve son 10 yıllık kaotik sürecin sonucu olarak umutsuz, karamsar ve dışlanmış bir psikolojiye bürünen sol, liberal ve İslâmcı kadroları iyice bunaltan rolüyle, tam anlamıyla çözülüşün restorasyonu olarak tarihe geçmiştir. İslâmcıya İslâmı, solcuya sosyalizmi, milliyetçiye milleti ve devleti sorgulatacak ölçüde yıpratıcı ve güven kırıcı politikaların sonucu gelinen noktada ülkemizin bu dinamik güçleri iyice sahneden çekilmeye başlamıştır. Yine aynı nedenlerle geniş kitleler, idealizme ve aidiyet duygusuna sırt çevirmiş ve hiçbir zaman başarılı olamayacakları rant üleşme kavgasının çelimsiz tarafı haline getirilmiştir. Böylece iktidar mücadelesi ve devlet, gerçek anlamda oligarşik bir sınıfın “mülkü” olarak tescillenmiştir.
Üç yıl sonra 28 Şubat’ın baş aktörlerinin tasfiye edilmiş ve kenara itilmiş halleri de gözönüne alınırsa, sahiplerine bile yaramayan tüketici bir darbenin daha bu ülkenin makus kader tarihine kaydedildiği görülmektedir. Ama, “gerçekte olanın” asıl bundan sonra sonuçlarını daha fazla göstereceği, yani, çözülmüş bir ülkenin çaresiz salınımlarına daha çok tanık olacağımız söylenebilir. Sonuç olarak, ne diyelim, tekaut 28 Şubatçı kahramanlar, ‘gerçekte ne olup bittiğini’ pek anlıyor görünmesenizde, az zamanda ne büyük işler başardınız, ellerinize sağlık, hiç başımızdan eksik olmayın!