Türkiye’de bir İslâmi potansiyelin varlığı tartışılmaz bir gerçek olmakla birlikte, bu potansiyelin katı bir blok oluşturmadığı da rahatlıkla söylenebilir. Söz konusu potansiyeli ifade için ‘İslâmi kesim,’ ‘İslâmcılar,’ ‘dindar kesim,’ ‘İslâmi hareket,’ ‘mütedeyyin insanlar’ gibi aralarında ciddi çağrışım farkları bulunan bir dizi kelimenin kullanılıyor oluşu, bunun bir delilidir. Nitekim, meselâ ‘mütedeyyin insanlar’ deyiminin ‘İslâmcılar’ veya ‘İslâmi hareket’ kümesinden daha geniş bir yelpazeyi ifade ettiği görülmektedir.
Her ne şekilde tanımlanmaya çalışılırsa çalışılsın, Türkiye’de bir ‘İslâmi kesim’ hep var olageldi. Cumhuriyeti kuran kadronun tekke ve zaviyeleri kapatıp şer’î mahkemeleri ilga ederek ve de harf devrimini gerçekleştirerek bu meseleyi bitirmiş gibi yapmalarına mukabil, İslâmi kesim Türkiye’de varlığını korudu; ve sosyal ve siyasal düzlemde kendini pek dışa vur(a)madığı dönemlerde bile, İslâmi eğilimler alttan alta ciddi bir muhatap kitlesine ulaştılar. ’90’ların özellikle ilk döneminde İslâmi akımların sergilediği yükselişi, öncelikle bu olguyu gözardı etmeden irdelemek gerekiyor. Bu yükselişe nihai damgasını vuran en önemli iki unsur ise, 1) otuz yıldır ‘İslâmi siyaset’in izini süren MNP-MSP-RP çizgisi, 2) merkezinde Fethullah Gülen’in bulunduğu, siyasete daha mesafeli duran ve varlığını başkaca toplumsal alanlarda ifade etmeyi tercih eden oluşum şeklinde beliriyor.
Bu iki hareketin yükselişi, kimilerince ‘radikal’ olarak tanımlanan hareketlerden ‘pasifist’ olarak görülenlere varıncaya kadar, bütün bir İslâmi kesimin değişik gruplarını etkilemedi değil. En uygun karşılığını ‘İslâmi cemaatler’ tabirinde bulan oluşumlar bu süreçten özellikle etkilenen kesimi teşkil ettiler. Söz konusu iki hareketin sergilediği başarı ve kazandığı ivme, onları da zorladı ve muhatap kitlesini yitirmemek için ya yükselen eğilimlere ayak uydurmaya veya daha keskin bir söylemle içe kapanmaya mecbur kıldı. Velhasıl, ’90’lı yıllarda İslâmi kesimin -deyim yerindeyse-‘siyasal İslâm’ın mümessili olarak RP ve ‘toplumsal İslâm’ın mümessili olarak Fethullah Gülen hareketi ekseninde yol aldığı söylenebilir.
’90’larda bu iki hareketin yıldızının parlamasını mümkün kılan unsurların irdelenmesi, herkesten önce, İslâmi kesime mensup kişiler açısından anlam taşıyor. Her iki hareketin 28 Şubat süreci diye şimdiden Türkiye tarihinin önemli dönemeçlerinden birinin bölüm başlığı haline gelmiş bulunan 1997-sonrası seyri de, yine aynı kişiler için, anlamlı dersler barındırıyor.
Maamafih, bu yazıyla, hakkında birçok kitabın yazılması muhtemel böyle önemli ve kapsamlı bir olguya dair kuşatıcı bir açıklama getirmeyi tasarlıyor değiliz. Bu satırlar, söz konusu olguya dair bugüne kadar ortaya konan açıklamalar içerisinde pek de sözü edilmeyen bir hususu -ileride daha geniş biçimde çalışma kaydıyla- dile getirmek üzere yazılmış bulunuyor.
Seksenine merdiven dayamış Türkiye Cumhuriyetinin 77 yılı boyunca varlığını daima hissettiren sosyal-siyasal mühendisliğin son harikası olarak 28 Şubat sürecinin, ’90’ların ilk yarısındaki ivmeyi tersine çevirmeyi başardığını söylemek herhalde mümkün. Gücünü 70 küsur yıldır siyasal iktidar üzerindeki belirleyici rolü üzerinden hissettiren bir hareketin kalıcılık ve sürekliliğinin teminat altında olduğunu söylemek zor olsa dahi -zira, bir hareketin gerçekten güçlü olduğunun ölçütü, iktidar sayesinde değil, iktidara rağmen ayakta kalabilmesidir!- yine de, 28 Şubat süreci ile bir kez daha günyüzüne çıkan sosyal-siyasal aktörlerin bir mesafe aldıkları görülmektedir. Bugün İslâmi kesimi temsil eden değişik kişi veya grupların sergilediği tutum, böyle bir kanaat serdetmemize kesinlikle imkân vermektedir. Sergilenen geri çekilme ve gevşemenin ‘reel’ olmaktan çok ‘stratejik’ bir geri çekilme olduğu ileri sürülebilir belki; ama bugün İslâmi kesimin etkili simalarının “Şimdi ne olacak?” veya “Şimdi ne yapmalı?” sorusuna verdikleri karşılıkların cılızlığı, ortada ciddi bir zihinsel-kurgusal çöküşün var olduğunu işaretlemektedir.
Açık söylemek gerekirse, ’90’lara bir dizi ‘proje’ ile giren İslâmi kesim, ilk elde bu ‘proje’lerden ikisinin yükselişini yaşamış; ancak, 28 Şubat süreci ile bu projeler iflas etmiştir. ‘28 Şubat olmasa idi bu projeler iflas etmeksizin varlıklarını sürdürürler miydi?’ şeklinde bir soruyu test etmek bugün için mümkün değil; ama 28 Şubat gibi siyasete ve toplumsal hayata yönelen bir müdahale söz konusu olmasa dahi, bu projelerin çökeceğini söylemek için yeterli gerekçeler mevcuttur. Maamafih, Türkiye’nin sosyal mühendisleri bir “Bekle-gör” riskini göze alamamış haldedir. Onların böyle bir riski göze almayıp alelacele ‘meseleye el koymaları’ ise, kendi teorik aczlerinin farkında oldukları, o yüzden işi sağlama almayı tercih ettikleri şeklinde değerlendirilebilir. Her hâlükârda, olan olmuş haldedir. ’90’ların başında İslâmi kesimin gündemini işgâl eden projeler çökmüş haldedir.
Çöken projelerin en önemlisi, ’60’lardan beri Türkiye toplumunun dindar kesitini taraf veya karşı olma suretinde muhakkak meşgûl edegelmiş ‘siyaset üzerinden İslâm’ projesidir. Nitekim, eski RP ile yeni FP arasındaki söylem ve duruş farkı bu çöküşün zımnî bir kabulü olarak okunabilir. Otuz küsur yıldır dindar kitlelerin büyük kısmını ‘iktidar’ üzerinden gerçekleşecek kazanımların vaadiyle peşinden sürükleyen bu hareketin ortaya koyduğu projenin 28 Şubat’a toslaması; özellikle de, 28 Şubat süreci dahilinde, İslâmi kesimin elli yıl içinde elde ettiği kazanımların neredeyse tamamını yitirir duruma gelmesi, yakın dönemin Türk siyasal hayatına mührünü vurmuş mühendislerden birinin eliyle hazırlanmış bu projeye dair derin kuşkular doğurmuş haldedir. Bugün FP kadroları dahilinde ve FP’yle bir şekilde yakınlığı olan çevrelerde dile gelen yeni proje arayışları, keza FP’nin ‘İslâmi bir görüntü’ vermemeye çalışan mevcut tavrı, bu projenin çöküşünün göstergeleridir.
Aynı şekilde, Fethullah Gülen’in temsil ettiği hareketin dayandığı projenin de tıkandığı görülmektedir. Bu hareketin Türkiye insanının zihin dünyasını ve davranış kalıbını RP kadrolarına göre daha iyi okuduğu; ayrıca, belli bir siyasi partiye angaje olmayarak risk payını azaltma ve pazarlık imkânını artttırma gibi belirli stratejik beceriler taşıdığı rahatlıkla görülmektedir. Fakat, yine görüldüğü kadarıyla, bu harekete dinamizm kazandıran unsurlardan biri, ertelenmiş ümitlerin yeşereceği güne dair bir projeye sahip olmasıdır; ve 28 Şubat süreci bu günü çok uzaklara taşımış bulunmaktadır. Burada da, hareketi RP’nin yaşadığı güçlüklerin bir benzerini yaşamaktan önemli ölçüde kurtaran bir manevra kabiliyeti sergilenmiş olmakla birlikte, “Şimdi ne olacak?” veya “Şimdi ne yapmalı?” sorusunun uygun bir karşılığı bulunamamış haldedir.
Dikkat çekici olan, en başta bu iki hareketin projelerinin çökmesi veya tıkanması gibi bir olguya verilen karşılığın, çöken projeler için bir ‘proje tadilatı’ yahut yeni bir proje arayışı olmasıdır. Açıkçası, çöken ‘projeler’ sorgulanır iken, ‘proje’nin kendisi sorgulanır olmaktan uzaktır. Oysa, ‘proje’ci zihniyetin kendisi, gerek İslâmi ölçüler dahilinde, gerek genel insanî değerler açısından sorgulanmayı hak etmektedir.
Projeci düşünce İslâmi ölçüler dahilinde sorgulanma durumundadır. Zira, projeci zihniyet, belli bir toplumsal ortamda belli hareketler ile belli sonuçların meydana gelebileceği öngörüsüne dayanmakta; yani ‘öngörülebilir’ bir dünya tasavvurundan güç almaktadır. Determinizm ile çakışan yahut determinizmin bir yansıması niteliği taşıyan böyle bir tasavvur ise, olsa olsa, Mu’tezile çizgisine yakın durmakta; Yaratıcının her olaya doğrudan müdahalesini ısrarla vurgulayan anaakım İslâmi çizgi ile ise uyuşmamaktadır.
Yine, projeci zihniyet, insanî değerler açısından da sorgulamaya açık haldedir. Zira, ‘proje’ bir mühendislik eseridir; ve bir sosyal-siyasal mühendislik boyutunu da kaçınılmaz biçimde üzerinde taşıyan her sosyal-siyasal proje, dişlilerin veya tuğlaların sahip olmadığı akıl, irade, bilinç ve duygulara sahip bulunan insanlardan, ortak amacın gerçekleşmesi uğruna, bir dişli veya tuğla misali ‘amaca uygun araç’ davranışı beklemektedir. Bu bakımdan, projeci zihniyette otoriter bir yan muhakkak vardır.
Bu son nokta, Kemalist modernleşme projesinin aktörlerinin Türkiye toplumundan 70 yıldır niye kayıtsız-şartsız itaat istediklerinin ve niye bu gerçekleşmediği takdirde ‘meseleye el koydukları’nın açıklaması olduğu gibi, projeci bir zihniyete -dolayısıyla, bir projeye- sahip durumdaki İslâmi grupların niye ‘devlet gibi’ davrandıklarını da herhalde açıklar. Devletin ‘projenin selameti’ adına bireyin özgürlük talebini baskı altında tutmasına benzer şekilde, İslâmi kesimin proje mimarlarında, farklı seslere karşı belli bir direnç vardır. Duyarlı bir Müslüman yazarın dikkat çektiği “açık toplum-kapalı cemaat” paradoksu, bu durumun bir yansımasıdır. Ki, 30 küsur yıllık bir siyasî hareketin içinde ilk defa farklı seslere belli bir tahammül gösteriliyor olmasının ilgili kitlede uyandırdığı sevinç, bu açıdan anlamlıdır. Demek, zaten olagelmiş olması gereken bir şey ancak şimdi olabiliyor!
Bugün ancak mevcut projelerin çöküşü veya tıkanması sonucunu getiren 28 Şubat sürecinin, ‘hasım’ gördüğü ‘İslâmi kesim’i en azından belli bazı projelerin yükünden kurtararak daha sağlıklı bir zeminde yürümeye zemin hazırladığı söylenebilir. Tıkanan projeler yerine yenisi geliştirilebilir mi, şimdiden birşey söylemek zor. Bilinmesi gereken, yeni ‘proje’ler üretilemiyor olması halinde, bunun İslâmi hareketin çöküşü anlamına gelmediğidir. Bunun, İslâmi hareketi öngörülebilir ve de ‘determinable’ bir dünya tasavvuru içeren modern düşünce kalıbından alıp, kuantum fiziğiyle birlikte zihin gündemlerine taşınan ‘undeterminable’ bir dünya tasavvuru eşliğinde daha sivil, daha çoğulcu ve daha spontan bir çizgiye getireceği beklenmelidir.