‘Sivil toplum’, son yıllarda üzerinde sıkça tartışma yapılan bir konu haline geldi. Derinlere doğru uzun tartışmalar yapılmaya da devam ediliyor. Ancak, Türkiye gibi devlet geleneği biraz anti-demokratik yönde ağır basan bir ülkede, ister istemez, sivil toplum terimi, siyasal alanda devletin temsil ettiği çizginin dışında durabilmek gibi bir yan anlam kazanma eğilimi gösteriyor.
Böyle bir noktadan bakıldığında, biraz da geçmiş pratikler hatırlanarak, meslek odaları, sivil toplum örgütlenmesinin merkezî unsurları olarak algılanıyor. Bu, devletin temsil ettiği siyasal alanda doğrudan devlet organı olmaması bakımından doğru, ancak yasayla kurulmuş olmanın getirdiği kimi gündelik refleksler açısından da yanlış bir saptama gibi görünüyor. İşte, burada Mimarlar Odası’nın hazırladığı bir yasa taslağı üzerinden yapacağımız tartışma, meslek odalarının kimi zaman devletin siyasal alandaki tasarımlarının doğrudan bir parçası haline gelme niyetinin varlığına işaret ediyor. Şunu da giriş saptaması olarak eklemekte yarar var: Yalnızca ‘tasarımların bir parçası’ olmakla kalmayıp, bir sonraki aşamada ‘tasarımcı’ haline gelmenin hayallerini de kurabiliyor meslek odaları. Üstüne üstlük, bunu yaparken, bir yandan da toplumsal muhalefetin parçası olmak gibi şizofrenik haller de alabiliyor.
22 Ekim 1999 tarihli, “Mimarlar Odası/MYK Çalışması/Yasa Komisyonu Çalışması” olduğu belirtilen ve “Mimarlığın Korunması ve Geliştirilmesi İçin Uyulacak Kurallar ve Buna Yönelik İlgili Yasalarda Değişiklik Yapılmasına Dair Yasa (Tasarısı)” başlığıyla ortalıkta bulduğumuz metin, yukarıda anlatmaya çalıştığımız ‘siyasal şizofreni’nin özgül bir örneği olması bakımından tartışılmayı hak ediyor. Çünkü, aslında teknokratik mülahazalarla yapılan iktidar talebi, yeni tür bir elitizmi, toplum açısından da ‘soft’ bir faşizanlığı gösteriyor.
Metin, ilk cümlesinden son cümlesine kadar okunduğunda, ‘okuyucu’yu birbirinden tümüyle farklı iki uç noktaya sürüklüyor. Bunlardan birincisi, metni ciddiye alıp üstüne çözümleme yapmaktır. İkincisi ise, bu metin mimarlığın ‘çocukça hayallerinin harikalar diyarı’dır deyip, yetişkinle çocuk arasındaki –kimi zaman birincisinin aleyhine olan- eşitsizliğe razı olup orada bırakmaktır. Bu satırların yazarı, ikincisinin doğruluğunu birinci yolu izleyerek gösterecektir.
“Dünya mimarlık tarihinin en köklü uygarlık birikimlerine sahip olan Türkiye’de, bu kültürel zenginliğin çağdaş mimarlık ortamına ve mesleki sorumluluklara taşınmasında ciddi sorunlar ve tıkanıklıklar yaşanmakta olduğu” saptamasıyla başlayan ‘manifesto’, daha ikinci cümlesinde, ilkindeki sükûnetini bir yana bırakıp konuşmaya başlıyor. Diyor ki, “Tek yapı ölçeğinden, kentsel dokuların oluşumuna kadar mimarlığın ilgi ve yükümlülüğü altındaki hemen her alan…” ! İşte bu “mimarlığın ilgi ve yükümlülük alanı”, metni, şehir planlamacıları, peyzaj mimarları, iç mimarlar, belki biraz da inşaat mühendisleri açısından ‘ilgiyle okunur’ kılıyor. Zira, -özellikle planlamacılar açısından- “kentsel dokuların oluşumu” mimarlığın “ilgi” alanında mıdır, yoksa “yükümlülük” alanında mıdır, sorusunun açıklık kazanması, yeni bir meslekler arası tartışmanın dipsiz kuyusu olabilir.
Fakat, şunu gururla vurgulamalı ki, metin, ikinci cümlesinin burada aktarılmayan devamından itibaren, hiç de öyle meslekler arası bir çatışmayla sınırlı kalmak istemediğini, daha fazlasını istediğini keskin ifadelerle dile getiriyor: “…(yukarıda belirtilen alanlarda) olumsuz uygulamalar, Türkiye mimarlığının hak etmediği gerilimler içinde kalmasına ve ülkenin imarına gerekli katkıdan yoksun bir yıpranma sürecine girmesine neden olmaktadır.”
Buraya kadar yapılan aktarmalar, mimarlığın içinde olmadığı bir ‘beceriksizlik halesi’nin dört bir yanımızı kapladığı, ve ihtimal ki Hollywood icadı ‘süperman’ türü bir mimarlığın bizi bu halenin dışına çıkarmak niyetinde olduğu bildirilmektedir. Ve ilave olarak, bu, mimarlığın ‘bulaşmadığı’ olumsuzluklar, mimarlık gibi kötülüklerden tenzih edilmesinde vatanperverâne çıkarlar bulunan bir mesleği gerilimin ortasına bırakmaktadır. Bu ‘haksızlık’ giderilmelidir.
Bu haksızlığın giderilmesi görevi de, bir çeşit toplumsal bulanıklığın dışında duran ‘siyaset/ideoloji üstü’ mimarlık tarafından, yasa koyucuya yüklenmektedir. Bunu şu cümleden anlamak mümkün: “…(olumsuzlukların sebebi) yasalarımızda mimarlığın korunması, geliştirilmesi ve sorumlulukların tanımlanması yönünde yeterli kuralların bulunmamasıdır.” Burada artık, ‘ilk hedef’in neresi olduğu, kendi kendine vehmedilen bir karizma eşliğinde gösterilmektedir.
Bu noktada, kısa bir ara not düşmekte yarar var: Eğer yukarıda “kentsel dokunun oluşumu” gibi “ilgili ve yükümlülük konusu” alanlardan söz edilmemiş olsaydı, bu yazıya konu olan metni ‘mimarlığın krizine gerekçeler’ biçiminde okumak mümkündü, ve bu satırların yazarı, tartışmasını daha farklı öncüllerle başlatabilirdi. Ancak, bunun için altın fırsat, belirtilen ibarelerin ‘manifesto’daki merkezi konumu nedeniyle, kaçırılmış bulunuyor.
İşte, Mimarlar Odası metnini “Mimarlığın Faşizan Manifestosu” kılan ifadeler: “Mimarların mesleki hak ve sorumlulukları ile toplumun ve kurumların bu hak ve sorumluluklara karşı gerekli hukuksal bağımlılığı…” Mimarlar, toplumu ve kurumları, ancak kendi “hak ve sorumluluklarına” ‘bağımlı’ kıldıklarında meşrû göreceklerini açıklamaktadırlar. Bu, açıkça, ‘teknokratik iktidar talebi’dir, ve siyaset biliminin ilgisine şayandır. Ya da, yazının başında belirtildiği gibi, karşı karşıya kaldığımız, ‘çocukça hayallerin harikalar diyarı’dır. Çünkü, herhalde iktidarın bu kadar kolayca kazanılacağı düşüne kapılmak, Eflatun’dan bu kadar zaman sonra, naif mimarlık sanatına has bir hususiyet olsa gerek !
Ama, ya bir de üstünde çözümleme yapmayı hakeden siyaset bilimsel bir olguyla karşı karşıyaysak…! Üstüne üstlük, mimarlıkla da sınırlı kalmadığını bildiğimiz, teknisyen meslek topluluklarının ‘korporatist’ dünyalarından yansıyan ‘hayat modelleri’ siyasetle böyle mi hesaplaşacak? Soruya verilecek olumlu bir yanıt, mimarlığın, kendi faşizminde yüzdüğüne ya da birkaç yıl önce bir mimarın “mimarlık, demokrasidir” savına nokta koyduğuna işaret olacak. Bir bakıma, bu korporatizm, mimarlıkla demokrasi arasında kolayca kurulan ilişkinin de bir başka uçta gezinen aynı gerçekdışılıktan muzdarip olduğunu gösteriyor.
Ancak, metinden çıkan asıl sonuç şu ki; bu ‘korporatist faşizm’, -ne kadar temellendirilebileceği tartışmalı, ama- nesnel temeli olan ‘meslek odası’ fikriyatının da iflası anlamına geliyor. Çünkü, iktidar talebi biraz da meslek odası adına yapılıyor; belki mimarlık adına yapılandan daha fazla olarak. Örnek mi? ‘Manifesto’yu okumaya devam etmek, örnek bulmaya yeterli: “…mimarlığın … mesleki denetimden yoksun olarak uygulandığı” saptandıktan sonra, bunun da, “ülkenin ve kentlerin imarındaki mimari kalite ve düzeyin giderek daha da gerilemesine” neden olduğundan bahisle, “meslek kuruluşlarının etkinliğini artırıcı düzenlemeler” isteniyor. İstenenin tam olarak ne olduğuna daha detaylı da bakabiliriz: “Mimarlık hizmetlerinin mesleki ilke ve hedefler ışığında çevre ve toplum çıkarları doğrultusunda ‘demokratik’ ve bilimsel denetiminin kurumsallaştırılmasının” yasal olarak düzenlenmesi öneriliyor.
Son söz olarak, metnin nasıl faşizan bir manifestoya dönüştüğünü net olarak görebilmek için, yasa koyucudan istenen düzenlemelere göz atmak gerekiyor. Birinci olarak, “mimarlıkla ilgili her alanda ve her türlü tasarım ve uygulamada, mimarın belirleyici ve yönlendirici misyonunun ülke düzeyinde etkin ve sorumlu kılınması…” isteniyor ki, buna, mimarlık faşizminin ara durağı demek mümkün. İkinci olarak da, “… mimarlık düzenine toplumun ve bireylerin de bağımlı olacağı kuralların tanımlanması” istenmektedir ki, bunu da, mimarlık faşizminin doruğa varması olarak nitelemek mümkün.
Bu yazı ancak ironik çağrışımlarla bitirilebilir. Bu yüzden, tanrı toplumu elitist meslek erbabından, meslek erbabını da “tekno-faşist” odasından korusun!