Avusturya’da geçen ay kurulan yeni hükümet, Avrupa’nın da sınırlarını aşan bir protesto, boykot ve tartışma sürecini başlattı. On dört Avrupa Birliği ülkesinin bu küçük “Alpler Cumhuriyeti” ile ikili ilişkilerini dondurma kararının ardından, İsrail’den Costa Rica‘ya kadar bir dizi ülkenin elçiliklerini Viyana’dan çekmesi, ilk bakışta “basit” bir demokratik iktidar değişiminin, dünya çapında bir siyasî olay haline gelebileceğini gösteriyor.
Türkiye’de bu gelişmeler, biraz kendi de benzer bir suçtan yargılanmış mahkûmun “anlayışlı” tavrıyla, paralellikler öne çıkarılarak ve -siyasî bakış açısına göre- umut ya da öfke duygusuyla tartışılıyor. Bir yandan “Avusturya’da yaşayan vatandaşlarımızın durumu” sorusu -milliyetçi paradoksa uygun biçimde- “Dünya, izolasyondaki Avusturyalılar’la Türkler’e vız gelir” dayanışmasına karışırken, öte yandan da 28 Şubat benzetmeleri ve “Avrupa kılıcını attı” sevinci, demokratik sol kanadı sevindiriyor.
Gerçekten de iki ülke arasındaki tarihî ve yapısal benzerlikler, ilk bakışta güncel siyasî paralellikleri haklı çıkarır görünümünde: Gerek Habsburg, gerekse Osmanlı İmparatorluğu’nun çok-kültürlü ve etnik açıdan karmaşık yapısı; Birinci Dünya Savaşı’nın ardından iki imparatorluğun da yerlerini “gecikmiş” millî devletlere bırakmış ve hem I. Avusturya Cumhuriyeti’nin hem de TC’nin eskisine kıyasla daha dar sınırlar içinde kurulan bu yeni yapıları zorlukla hazmetmiş oluşları; iki ülkede de, uzun yıllardır aşırı sağın her tür liberal kanadı ekarte ederek, hükümete aday bir alternatif niteliğini koruması ve sonunda hükümete ortak olması, kuşkusuz bu tezi doğrulayan olgular. Türkçe “Biz bize benzeriz” ideolojisinin Avusturya lehçesindeki karşılığı “Mir san mir (Biz biziz)” deyişi, bence iki ülke arasındaki güncel “kader birliğinin” gerek nedenlerini, gerekse haldeki şekillenişini en güzel açıklayan örnek.
Buna rağmen, Türkiye kamuoyunun Avusturya aynasında kendini seyretmesini haklı kılacak pek bir neden yok kanısındayım. Her şeyden önce Avusturya, 1945’ten beri temsilî demokratik kurumların (her ne kadar pek “yerli” biçimde de olsa) aksamadan işlevini gördüğü bir ülke. Ayrıca son otuz yıldır SPÖ (Sosyal Demokrat Parti), ülke yönetimini elinde tutmaktaydı. Cumhurbaşkanı Klestil’in hükümeti kurma görevini, 3 Ekim seçimleri sonrasında parlamentoda çoğunluğu oluşturan ÖVP (Hıristiyan Demokrat Parti) ve -tüm tartışmaların nedeni olan- Haider’in yönetimindeki FPÖ’ye (Özgürlükçüler) diş gıcırdatarak vermek zorunda kalışı da, Avusturya’da temsilî demokrasinin yerleşikliğinin bir kanıtı. Unutulmaması gereken başka bir nokta ise, Avusturya’nın Avrupa Topluluğu üyesi olması: ondört ülkenin biraz da abartılı biçimde sert önlemlere başvurması, kuşkusuz bundan kaynaklanıyor. AT’nin, üyelik başvurusunda bulunan ülkelere belirli şartlar koşarken, özellikle eski Doğu Bloku ülkelerine yönelik olarak engelleri bir hayli alçak tuttuğu gözlemlenmişti. Türkiye’ye ilişkin tutumu ise daha uzun vadeli hesaplara dayanıyor: nasılsa üyeliğe kadar bir sürü su geçecek bu köprünün altından, düşüncesi hâkim AT ülkelerinde. Bütün bu görece “yumuşak” tutumun ardında, gerek Doğu Avrupa ülkelerinin, gerekse Türkiye’nin siyasî maceralara atılabileceği korkusu yatmakta.
Ama halihazırda kendi üyesi olan bir ülkenin yönetimine, FPÖ gibi eski Nazilere sempati gösterilerinde bulunan ve yabancı düşmanı-ırkçı sloganlarla seçim kampanyalarını yürüten bir partinin ortak olması, AT açısından daha zor kabul görecek bir durum. Hele söz konusu ülke, geçmişinde Nazi rejiminin aktif bir parçası olmuşsa. “Şubat vakası” diye adlandırabileceğimiz gelişmelerin en can alıcı boyutlarından birini, sanırım Avrupa’nın bu kesin tavrı oluşturuyor.
AT’nin doğuşu, 2. Dünya Savaşı‘nda Avrupa’nın edindiği acı deneyimlerden bağımsız düşünülemez. Kalıcı bir barışı sağlamanın en iyi yolunu ekonomik ve ticari bir birliğin inşasında gören kurucu ülkeler, ’90’lara gelindiğinde, tam da bu bakışın yarattığı sorunlarla karşı karşıya kaldılar. AT’nin Balkan krizi sırasında siyasî ve askerî bir tavır gösteremeyişi, bu alanı neredeyse tümüyle BM ve NATO’ya terk etmesi, ekonomik birliğin Avrupa’nın geleceğine ilişkin planlarını inandırıcı olmaktan çıkarıyordu. Ayrıca Avrupa ülkelerinin tümünde gündemin birinci maddesini oluşturan göç ve sığınma konularında ortak bir tavır geliştirmek, bu olgular çerçevesinde ifadesini bulan ve giderek Avrupa çapında bir tehlike haline gelmeye başlayan ırkçı ve yabancı düşmanı hareketleri engelleyici önlemler almak da, AT için zorunlu hale gelmişti. Kosova Savaşı belki de bu anlamda bir dönüm noktası oldu. Avrupa kimliği, Avrupa ruhu ve Avrupa’ya özgü değerler, giderek sık kullanılan terimler olmaya ve ortak tanım görmeye başladılar. “Şubat vakası” ile Avusturya’ya yönelik olarak alınan ortak tavır, AT’nin bu “politikleşme” sürecinin bir parçası. Prodi’nin ve öteki birlik politikacılarının son günlerde sürekli vurguladığı gibi, önümüzdeki dönemde başka Avrupa ülkelerinin de benzer önlemlere marûz kalması, pek şaşırtıcı olmayacak. Tabiri caizse “titreyip kendine dönen”, Avusturya değil, Avrupa.
Tabiî ki, siyaset, yalnızca ilkelerle yapılmıyor. “Fransa’da Le Pen ya da Almanya’da DVU iktidara gelseydi, tepkiler böyle sert mi olurdu?” sorusu son haftalarda Avusturya’da en sık sorulan soru, bu nedenle. Avusturya, gerçekten de Avrupa için “zayıf” bir rakip. Ama bu Davud-Golyat benzetmesi, olsa olsa, ibret olsun diye neden Avusturya’nın seçildiğini açıklıyor; Avrupa Birliği’nin tutumunda kararlı olduğunu vurgulaması, bence inandırıcı. Tam da bu yüzden, Türkiye kamuoyunun kendini Avusturya’nın “mahpus yoldaşı” olarak görmesi, bence sakıncalı. AT’nin bunca ekonomik ve siyasî tehlikeyi (özellikle de oy birliği gereken durumlarda) göze alarak kendi üyesi bir ülkeye şartlar dayatması, Türkiye ve öteki aday ülkeler için de üyelik engellerini yükseltecek. “AT sayesinde Türkiye’de demokrasi yerleşecek” biçimindeki beklemeci inanç, yerini insan hakları ve çoğulcu demokrasiyi bizzat yerleştirmek için katkıda bulunmaya bırakmalı. Avrupa, belki “kılıcını” atmadı, ama bugüne kadar sürdürdüğü çifte ahlâkçı tavrı terk etmekte kararlı olduğunu, diş göstererek belli etti.
Üstelik, Avusturya kamuoyunun (ilk sarsıntıyı atlattıktan sonra) şu anki tavrı, hiç de izolasyonist “Bizim bizden başka dostumuz yok” niteliğini arzetmiyor. Bunda, Şubat hükümetinin kurulma sürecinin de büyük payı var. Son aylarda olup bitenlere, bir de Avusturya açısından bakalım.
Birikim’in Kasım 1999 sayısında, 3 Ekim seçimlerinin ardından Avusturya’da ortaya çıkan siyasî krizi, ülkenin savaş sonrası siyasal tarihi çerçevesinde analiz etmeye çalışmış, Haider’in önderliğindeki FPÖ’nün, Avusturya’da yer edinememiş liberal geleneği, nasıl milliyetçi ve giderek ırkçı-popülist içeriklerle sulandırdığını vurgulamıştım. Avusturya, ’90’lara gelene dek, adına “konsensus demokrasisi” diyebileceğimiz bir anlaşma politikası tarafından yönetildi. Sınıf savaşımını bir tür ebedi anlaşma örtüsü altında sürdürmeye yönelik bu uzlaşma rejimi, toplumun tüm kademelerinde yer alan örgütlenmelerin, işçi ve işvereni temsil eden SPÖ ve ÖVP arasında pay edilmesine dayanıyordu. “Beşikten mezara” deyimi, her ne kadar sosyal demokrat partinin çocuk yuvalarından emekli derneklerine, sendikalardan öğretmen ve polis birliklerine dek uzanan yerleşik örgütlenmesine bir atıf olsa da, aynı yapılanma, Hıristiyan demokrat kanat için de geçerli. Bu siyasî yapı her şeyden önce uzlaşma temeline dayandığı için, mücadele eden sınıfların toplumsal temsilcilerine de “toplumsal ortaklar” (Sozialpartner) adı veriliyor. ’60’lardan beri Avusturya halkına Avrupa standartlarının üstünde bir refah ve siyasî “huzur” sağlayan bu sistem, doğal olarak yolsuzluk ve adam kayırmayı da beraberinde getirdi; kazananların yanında kaybedenlerin de olması gerektiği ilkesi, ’80’lerden itibaren sistemden memnuniyetsizlik duymaya başlayan bir “kaybedenler” zümresi yarattı. Sözgelimi, belediyenin sunduğu ucuz konutlarda oturabilmek için partiye üye olmak zorunluluğu, özellikle de işçi sınıfının alt tabakalarını, SPÖ’den uzaklaştırmaya başladı. Bir yandan, değişen koşullara ayak uydurarak, menajerlik ilkesine dayalı bir siyaset izlemeye başlayan iki parti arasında giderek kayda değer içerik farklarının kalmaması, diğer yandan da, uzun yıllar boyunca marjinal bir parti olarak yaşamını sürdüren liberal sağ parti FPÖ’nün, Haider önderliğinde, toplumun bu rejime yönelik memnuniyetsizliğini “sistem” ve yabancı düşmanlığına kanalize edebilmesi, konsensus demokrasisinin sona ermesine neden oldu. İfadesini fiilen 3 Ekim sonuçlarında bulan bu yeni durum, Avusturya’da bir “mücadele demokrasisi”nin de doğuşunu haberliyor.
Ama olabilecek en kötü şartlarda. Yine de, bu şartları iki rejim partisinin bizzat kendilerinin hazırladığını vurgulamak gerekiyor. ÖVP Başkanı Schüssel, seçimlerde kaybedeceğini fark edince, seçmenlerini tehdit eden bir seçim kampanyasına girmişti: “Eğer üçüncü parti olursak, SPÖ’yle koalisyonu sürdürmeyecek, muhalefete çekileceğiz” diyerek. Gerçi bu tehdit, sanıldığı kadar oy kaybı olmasını engelledi, ama Schüssel’in partisini üçüncü sıraya düşmekten kurtaramadı. Belli ki, Hıristiyan demokrat seçmenlerin büyük kısmı, bir süre muhalefete çekilmenin, partilerini güçlendireceğini düşünüyordu. SPÖ ise, ne koşulda olursa olsun ÖVP ile koalisyonu sürdürmeye kararlı olduğunu, Haider’le hiçbir koşulda yönetimi paylaşmayacağını seçim öncesinde bildirmişti. Bu kararın sonucu olarak da, ÖVP’ye yönelik her türlü tavize hazır olduğunun sinyallerini vermiş oldu. (SPÖ’nün ikinci alternatifi olarak görülen “gökkuşağı koalisyonu” -Yeşiller ve FPÖ’den ayrılan bir grubun kurduğu Liberal Forum’la birlikte- seçim arefesinde arkaplana itildi.) Sonuçta, tarihinin en düşük oy oranıyla seçimlerden çıktı sosyal demokratlar. FPÖ ise, farklı eyaletlere uyarlanabilen değişken bir kampanya izleyerek, “sistem” ve yabancılar arasında bağ kuran popülist bir kampanyayla oyların yüzde 27’sini topladı ve ikinci parti durumuna geldi. (Daha 1986’da partinin oy oranı yüzde dörtle beş arasında gidip geliyordu.)
Derken hükümet kurma çalışmalarına girişildi. SPÖ Başkanı Klima, Cumhurbaşkanı Klestil’in de zorlamasıyla, ÖVP’yi muhalefete çekilme sözünden vazgeçirdi. İki parti, aylar süren basına kapalı görüşmelerin ardından, özellikle de sosyal demokratların büyük tavizleri sonucu, Ocak ayı sonunda bir koalisyon anlaşması hazırladılar ve kamuoyuna sundular. Herkes eski tas, eski hamam bir hükümete hazırlanırken, Schüssel, son dakikada yaptığı bir hamleyle anlaşmayı bozdu ve başarılı bir demagojiyle suçu da SPÖ’nün üstüne yıktı. Birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı, Klima’ya bir azınlık hükümeti kurma görevini verirken, Schüssel ve Haider de, gayrıresmî koalisyon görüşmelerini başlatıyor ve azınlık hükümetini kesinlikle desteklemeyeceklerini bildiriyorlardı. (Gözlemciler, Schüssel’in zaten başından beri Haider’le flört ettiğini, tek derdinin sosyal demokratlarla koalisyondan kaçmak olduğunu vurguluyor.) Böylece, Ekim’den beri süregelen siyasî kriz, II. Cumhuriyet tarihinde yaşanmamış bir boyuta ulaşmış oluyordu.
Avusturya kamuoyundan kimse, sanırım ÖVP seçmenleri bile, son dakikaya kadar böyle bir hükümetin kurulabileceğine ihtimal vermiyordu. İki parti arasındaki görüşmelerin çok kısa zamanda “mutlu” bir sonuca ulaştırılması, tüm siyasî gözlemcileri, önceden hazırlanmış bir anlaşma metninin varlığını düşünmeye itti. Gözler Cumhurbaşkanına çevrilirken, çeşitli Avrupa ülkelerinden de, böylesi bir hükümetin kabul görmeyeceğini belirten sinyaller gelmeye başlamıştı. Haider’in Chirac ve Belçika hükümetine arsızca saldırıları, durumu daha da zorlaştırıyordu. Ama Klestil, iki ateş arasında kalmıştı: Başka hükümet alternatifi kalmadığını, tek çarenin yeniden seçimlere gitmek olduğunu vurguluyordu. Ancak böylesi bir adımın, Haider’in oylarını daha da arttıracağı korkusu, Cumhurbaşkanını FPÖ-ÖVP koalisyonunu onaylamaya zorladı. Gerçekten de büyük çoğunluk için, Schüssel yönetiminde, Haider’in katılmadığı bir hükümet, kendini AT bağlamında gururla “kümese girmeden ortalığı karıştıran tilki” olarak tanımlayan bu politikacının katıldığı, hattâ başbakanlık görevini üstlendiği bir muhtemel hükümetten daha iyiydi. Böylece, Şubat vakası doğmuş oldu.
Gelecek ne gösterecek? İzolasyon, aslında kısmen sembolik nitelikte. AT nezdinde, “gelişmeleri dikkatle gözetleme” dışında bir uygulama zaten söz konusu değildi. İkili ilişkileri boykot ve dondurma eylemleriyse, diplomatik düzeyle sınırlı. Yine de, gerek siyasî prestij açısından Avusturya’nın aldığı ve alacağı yaralar, gerekse uzun vadeli ekonomik zararlar (özellikle de turizm sektöründe), hiç küçümsenecek boyutta değil. Her uluslararası boykot, içinde bir tehlike barındırır. Uzun vadede istenen sonuçları verse de, kısa ve orta vadede, bir tür içine kapanma ve milliyetçi tepkiler yaratabilir. Avusturya, gerek bildik “küçük ülke sendromu”yla, gerek özel tarihiyle, gerekse 1986’da Waldheim’ın cumhurbaşkanlığı sırasında edindiği (ve Haider’in yükselmesinde önemli payı olan) izolasyon deneyimleriyle, böylesi bir kapanmaya çok müsait. Bu durum, Haider’i daha da güçlendirebilir ve dört yıl sonra Avusturya başbakanı haline getirebilir. Diğer yandan Haider ve partisi için de zor bir dönem başlıyor. Şimdiye dek “hedeflerimiz” adını verdikleri noktalardan hemen hiçbiri, koalisyon ve hükümet programında gözükmüyor. Kısa süre sonra Haider, “sistem içi” bir partinin başkanı olarak görülmekle, kendi partisine de muhalefet eden bir “terminatör” olmak arasında seçim yapmak zorunda kalacak. Yine de, Haider’in hacıyatmaz bir politikacı olduğunu, tam da köşeye sıkıştığı anda en korkulacak hamleleri yaptığını bilenler, böylesi bir “züğürt tesellisine” güvenmemeyi tavsiye ediyorlar.
Bu krizden demokrasinin en az yara alarak, hattâ belki de güçlenerek çıkabilmesi, ülke içinde gösterilecek direnişin niteliğine ve niceliğine, öte yandan da muhalefetin dış ülkelerle kuracağı ilişkilere bağlı. Her halükârda, Avusturya “politikleşecek”. Bunun şimdiden en güzel örneğini, dinmek bilmeyen ülke içi protestolar, basın tartışmaları ve her şeyden önce de, Şubat‘ın ilk haftasından beri her gün kendiliğinden meydana gelen sokak gösterileri oluşturmakta. Bu yürüyüşlere ve eylemlere her yaş grubundan, toplumsal kesimden ve siyasî cepheden binlerce insan katılıyor. Lise öğrencileri okul boykotları düzenliyor; gazeteler, hemen her meslek grubundan bireylerin ortak protesto bildirgelerini yayımlıyor; Kilise ve NGO’lar, “direniş” sloganı etrafında bir dizi eylem düzenliyor. Avusturya’da sivil toplum doğuyor. “Biz biziz”in yerini, “Biz Avrupalıyız” alıyor. Bu bir başlangıç olabilir. Avrupa ve Türkiye için de.
HAKAN GÜRSES