Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça, sümen altında tutulan dosyaların bazılarının basına sızdırılması süreci yeniden başladı. İlk defa Star gazetesinde yayımlanan, Batman Valiliği’nin silâh ithali ve Özel Karma Birlikler kurdurmasıyla ilgili haber, devlet kisvesi altında yıllardan beri sürdürülen kirli operasyonlar dizisine bir yenisini ekledi.
Aslında ortaya çıkarıldığı iddia edilen olay, ne yeniydi ne de bilinmezdi. Bu yasadışı resmî tasarrufların hemen hemen hepsi, Meclis’in Susurluk Araştırma Komisyonu raporunda, Kutlu Savaş’ın raporunda, İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin daha önce yaptıkları soruşturma raporlarında açık biçimde yer alıyordu. Hizbullah’ın tetikçisi olarak yakalanan birçok kişinin adı da, devlet güvenlik birimlerinin kirli işlerde kullandıkları PKK itirafçıları olarak bu raporlarda vardı. Batman rezaletinden sonra, cumhurbaşkanı makamını işgâl eden zatın bunları, “devlet rutini dışına çıkma” olarak tanımlaması, yapılanın üstüne tüy dikmekten başka bir şey değildi. Ikınıp sıkınarak dışarıya çıkması engellenmek istenen, ama ne kadar geniş olursa olsun, hiçbir işkembenin tutamayacağı kadar büyük olan bu pislik yeniden ortaya dökülünce, derin devlet zihniyetiyle derin toplum zihniyeti arasında makastarlık yapma görevini başarıyla yerine getiren bu zat, saçılan pisliği olağanlaştırma misyonunu yerine getirdi. Devlet rutini dışına çıkma gibi lâfla kastedilen, kadim hikmet-i hükümet, “raison d’Etat” anlayışıydı.
Nerede, ne zaman ve nasıl “rutinin dışına çıkıldığını”, Süleyman Demirel’in beyanından anlamak zor olduğu için, rutinle rutin dışının birbirine girdiği yakın tarihimizi bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirelim. Teşkilat-ı Mahsusa’ya, komitacılık geleneklerine gitmeye gerek yok. Susurluk kazası sonrası kurulan Meclis Araştırma Komisyonu raporunda ve muhalefet şerhlerinde ifade edilenleri kabaca hatırlamak yeter. Araştırma komisyonu raporunun sonuç bölümünde, Türkiye’de yasadışı olarak kurulmuş ve devletin bazı kesimlerince de maddi ve manevi biçimde desteklenmiş çetelerin varlığının inkâr edilemeyecek biçimde ortaya konduğu ifade edilmektedir. Rutin dışına çıkmanın kökeni, II. Dünya Savaşı sonrasına kadar uzanmaktadır. İtalya’da ortaya çıkarılan ve benzerlerinin hemen hemen tüm NATO ülkelerinde olduğu bilinen, Gladio adı verilen örgüt, Türkiye’de de 1952’de kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu’nda, daha sonra Özel Harp Dairesi ve Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesinde örgütlendi. 1960’lı yıllarda bu kuruluşun örgütlediği “sivil” girişimlerin içinde en önemlisi, Komünizmle Mücadele Dernekleriydi. Daha sonra, ülkücü hareketin çekirdeğini oluşturacak olan bu dernek, komando kamplarının örgütlenmesine öncülük etti. ’60’ların sonlarından itibaren birçok cinayet, provokasyon, kitle katliamında adı geçecek olan kişiler buralarda eğitildi. 1964’ten itibaren istihbarat örgütleri, milliyetçi-ülkücü gençleri kullanarak, ülkede infial yaratacak olayları kışkırtıp (Kanlı Pazar, 1 Mayıs 1977, 16 Mart 1978, Kahramanmaraş, Çorum, …), Türkiye’de olağan demokratik rejimin işleyişini engelleme stratejilerini uyguladılar. 12 Eylül’ün ortamını hazırladılar. İkinci başbakanlığı sırasında Bülent Ecevit’in “Kontrgerilla vardır” iddiasını dile getirirken, dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, “gerekli düzenlemeler yapıldı” açıklaması ile bunu cevaplıyor ve bu oluşumun varlığını da zımnen kabulleniyordu. Diğer taraftan, Süleyman Demirel, bu ülkücü komando grubuna, milliyetçi vatan evlâtları olarak, sevecenlikle bakıyordu. Demirel’in başbakanlığı sırasında, “bana sağcılar suç işliyor, dedirtemezsiniz” dediği bu “milliyetçi vatan evlâtları” içinde örneğin, Ülkü Ocakları Derneği İkinci Başkanı Abdullah Çatlı vardı. Yani, Bedrettin Cömert ve Bahçelievler’de 7 TİP’linin öldürülmesinden bizzat sorumlu tutulup, ağır ceza mahkemelerinde yargılanan, hakkında gıyabi tutuklama kararı olan ve o tarihlerden Susurluk kazasında ölene kadar “aranan” bir kişi. Devletin bazı zamanlar -bu neredeyse yirmi yılı bulan bir zaman dilimi!-, rutin dışına çıkma aletlerinden birisi. Buna Mehmet Ali Ağca, Haluk Kırcı, İbrahim Çiftçi, Turgay Maraşlı, Yahya Efe, Oral Çelik, Mehmet Şener, Alaattin Çakıcı, Tevfik Ağansoy, Ali Yasak, Abuzer Uğurlu, Bekir Çelenk gibi devlet-ülkücü-yeraltı dünyası üçgeninin önde gelen isimlerini ilâve edebiliriz. 12 Eylül sonrası çeşitli sıkıyönetim mahkemelerinde, “katliam, adam öldürme, gasp” gibi suçlarla yargılanan ülkücülerin çoğu, 1990’ların siyasî cinayetlerinde, çek-senet-ihale mafyalarında, uyuşturucu kaçakçılığında ve Susurluk çetesinin içinde yer aldılar. Bu kişilerin etrafında oluşan şebekeler, devletin onları yönlendirdiği yeni görevleri yerine getirmeye çalışırlarken, yasadışı faaliyetlerini yasal kılıflar içerisinde gerçekleştirme olanaklarına rahatça sahip oldular. 1980’lerde devlet kademeleri, özellikle güvenlik güçleri içinde, ANAP ve DYP’de eski arkadaşları bulunuyordu. Bunların desteği ve koruması altında, devletin sağladığı olanakları kendi menfaatleri için de kullanıp, çek senet, kumarhane, arazi spekülasyonu, para aklama ve uyuşturucu işlerine girdiler, gasp ve adam öldürme gibi faaliyetleri de yürüttüler. Ömer Lütfü Topal’ın kumarhaneler üzerinden akladığı parayı paylaştılar ve bu pazara göz koydular.
Ünal Erkan’ın 2000 yılının Şubat ayında MHP ve ülkücüler konusunda yaptığı değerlendirme, “rutin dışı devlet”in ülkücü camiaya bakışındaki sürekliliği sergilemektedir: “Ben ülkücülerin bu ülke insanına ne kadar sıcak yaklaştıklarını biliyorum. Şu eylemi, bu eylemi yaptılar gibi değerlendirmeleri bir kenara koyalım. Ülkücü hareketin Türkiye’nin bütünlüğü, rejiminin devamı ve savunulması konusunda çok ciddi katkıları olmuştur. Bence ülkücüler ülkede denge unsuru olmuşlardır.” Bu bakışın doğal sonucu, Özel Tim içinde ülkücü kadrolaşmanın özendirilmesi ve bunların “harekât bölgesinde” denge unsuru olarak faaliyet göstermeleridir.
1990’ların başında, Güneydoğu ve Nevruz olaylarının sonrasında hızla güçlenen PKK karşısında, devletin en yüksek kademeleri arasında hukuk dışı yollarla mücadele edilme kararı verildi. “Kale Planı” olarak adlandırılan bu plan, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis tarafından hazırlandıktan sonra, MGK’da kabul edildi. İktidarda DYP-SHP koalisyonu, cumhurbaşkanlığında Özal, başbakanlıkta ise Demirel vardı. Ama plan, iki sene sonra Tansu Çiller’in başbakanlığında uygulamaya konuldu. 1993-95 yılları arasında Güneydoğu Asayiş Kolordu Komutanlığı yapan Hasan Kundakçı’nın açıkladığı gibi, “gizli kurulduğu söylenen özel birlik, yetkililerin bilgisi dahilinde kuruldu ve kuruluş törenine tüm yetkililer katıldı (…) Geliştirilen 93 stratejisinde Genelkurmay, Jandarma ve İçişleri Bakanlığı Güneydoğu’ya yeni silahlar gönderilmesi konusunda çalışma kararı aldı.” Yüksek Plânlama Kurulu’ndan tahsisler çıktı ve koalisyonun sosyal demokrat bakanları bu tahsisleri imzaladılar. Plan, PKK’ya lojistik destek sağlayan Kürt işadamlarının öldürülmesi, hem yurtiçinde hem yurtdışında PKK’ya lojistik destek veren veya vermesinden şüphelenilen tüm kişi ve kuruluşların imha edilmesini hedefliyordu. DEP milletvekilleri dokunulmazlıkları kaldırılarak, Meclis kapısında derdest edilip, hapse kondular. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in, İstanbul’da yaptığı açıklamada, dağdaki terörist ile onları destekleyen finans kaynakları aynı muameleyi görecek biçiminde, “PKK’yı destekleyen işadamlarını biliyoruz ve gereğini yapacağız” demesinin peşi sıra, Türkiye’de bir dizi şüpheli cinayet gerçekleştirildi. Aynı zamanda Güneydoğu’da Hizbullah adı altında faaliyet gösteren yeni bir örgüt seri şekilde cinayetler işlemeye başladı. Bu faaliyetlerin Kontrgerilla temelinden hareket ettiği şüphesinin yayılması üzerine Mehmet Ağar, “yaptıklarım MGK kararlarına uymaktadır” ifadesini kullanarak, “rutin dışına çıkma” kararını tek başına almadığını ifade ediyordu. PKK itirafçıları, çeteye mensup devlet görevlileri tarafından tetikçi, tahsildar, taşıyıcı olarak kullanıldı. Cezaevinde olması gereken birçok kişi, dışarıda çek senet tahsili, adam kaçırma ve öldürme faaliyetlerinde görevlendirildi.
JİTEM adı verilen, resmen kabul edilmemekle birlikte, resmî evraklarda adı geçen kuruluşun elemanları devletin resmî ünvanını ve silahını kullanarak, hem “terörün belini kırmak” hem de kişisel çıkarlar sağlamak için bu dönemde eylemlere başladılar. Cem Ersever, Mustafa Deniz, “Yeşil” Mahmut Yıldırım’ın adı, bugün Hizbullah tetikçileri olarak tutuklanan Alaattin Kanat, Osman Gürbüz gibi kişilerle beraber o zaman anılmaya başladı. Türk Hizbullah’ı PKK ile mücadele içerisinde yeşerdi. JİTEM ve uyuşturucu kaçakçılığı konularında adı sık geçen Tuğgeneral Veli Küçük’e Meclis Komisyonu’nun soru sormasına izin vermeyen kişi, genelkurmay başkanıydı. Ortakları arasında emekli Tuğgeneral Habil Küçük’ün de olduğu işyerine yapılan baskında yakalanan Osman Gürbüz’ün “işyerinde”, 1 MP5 tüfek, 1 kaleşnikof ve 500’den fazla mermi bulundu. Hizbullah’ın ikinci adamı Edip Gümüş’ün iddialarına göre, ’90’ların başlarında Cem Ersever’in etrafında toplanan bir grup “Hizbullahçı”, yaptıkları eylemleri sahiplenecek TİT, vb. gibi, örgüt isimleri uydurarak, “kafa buluyorlardı”.
İbrahim Babat, Kutlu Savaş’a yolladığı yazılı itirafnamesinde, Hizbullah’ın denetim altında tutulduğu dönem ve denetimden çıktığı dönem olarak iki dönemden söz eder. Hizbullah’ın “denetim altında olduğu” dönemdeki cinayetler, özellikle Batman’da DEP’li il ve ilçe yöneticilerini hedef alıyordu. Sadece Batman’da öldürülen HEP, DEP ve HADEP il ve ilçe yöneticilerinin sayısı 11’di. Bunların büyük çoğunluğu 1993-94 arasında katledildi. Bu sayıya Vedat Aydın, DEP Mardin milletvekili Mehmet Sincar, Özgür Gündem muhabiri Hafız Akdemir, 2000’e Doğru dergisi muhabiri Halit Güngen gibi, halen kesin sayısı bilinmeyen bir dizi cinayette ölenler dahil değildir. Evlerinden asker-polis üniformaları içinde alınanlar ya bir daha ortaya çıkmadılar ya da cesetleri bulundu. PKK’yı desteklediğinden şüphelenilen solcu Kürtler’i hedef alan bu radikal temizlik operasyonu, Mehmet Ağar’ın tabiriyle, “devletin kendi güvenliğine yönelen tehditleri, illegalite ile bertaraf etmesidir.” Bu devletin güvenliğine tehdit lafına bir mim koyalım, ileride buna döneceğiz. Hizbullah, “denetimden çıktıktan sonraki dönemde” ise, hem rakip İslâmi örgütlere karşı hem de kendi örgütünden ayrılan veya zimmetine para geçirenlere karşı bir ölüm makinası olarak çalıştı. Öldürülenlerin listesine bakınca, bu ikinci dönemde de Hizbullah’ın tam anlamıyla denetimden çıkmamış olma ihtimali akla geliyor. PKK’ya lojistik destek sağlayan Kürt işadamlarının imha edilmesi için çalıştırılan ölüm makinası, sanki bu sefer, çeşitli İslâmî kuruluşlara lojistik destek sağlayan işadamlarına karşı yönlendirilmiş gibi de gözüküyor.
Şemdin Sakık’ın ifadesinde yer almayan suçlamaları, onun sözleriymiş gibi göstererek el altından sızdıran MİT, aynı stratejinin bu sefer “aykırı” gazetecilere gözdağı verme versiyonunu uyguladı. Çevik Bir’in orkestra şefliğini yaptığı, “iç düşmanların ideolojik desteklerinin yok edilmesi” operasyonunun başka bir parçası dezenformasyondu. Kasıtlı yanlış bilgi vererek, hedef kişi ve kitlelerin pasifleşmeleri, etrafındaki ilişkileri kaybetmeleri ve toplumda yaratılan hezeyan hali üzerinden siyaset yapmak yöntemi başarıyla uygulandı.
Yukarıda kaba hatlarıyla ve birçok eksikle (örneğin köy yakmalar, orman yakmalar, sistemli işkenceler, vb… pratikler) betimlenen bu süreç, “teröre karşı terör” politikasının farklı tezahürleriydi. Böyle bir politikada “rutin” nedir, “rutin”in dışına nasıl çıkılır? Eğer “rutin”, Şırnak’ın askerî birliklerce top ateşiyle yerle bir edilmesiyse, “rutin”in dışına çıkınca daha neler yapılabileceğini insan hayal etmek istemiyor? Demirel’in bahsettiği “rutin”in adı, resmî örtülü illegal temizlik harekâtıdır ve buna başka dillerde “devlet terörü” derler.
Batman’da “rutin dışına çıkan” devletin rutininden manzaralar bunlar. Hasan Kundakçı’nın da belirttiği gibi, diğer illere yakınlığı, sosyolojik ve iktisadî özellikleri nedeniyle Batman yasadışı resmî faaliyetlerin ana üssü olmaya en uygun yerdi. Hizbullah örgütlenmesinin de kendine üs olarak Batman’ı seçmesi boşuna değildi. Üstelik önemli bir MHP sempatizanının bulunduğu kentte, “yasadışı resmî görevliler”, milliyetçi vatan evlatları, Özel Tim tosuncukları ve itirafçılar birlikte daha rahat yaşayabilirlerdi. Ama Batman sadece bir örnek. Bülent Ecevit, Batman Valisi’nin kullandığı türden özel hesapların birçok vali tarafından kullanıldığını, yani bunun “olağan” olduğunu ilân ederken, başka kaynaklar, daha sınırlı olmakla beraber Batman dışında da benzer özel birlikler kurulduğunu, benzer alımlar yapıldığını iddia ediyorlardı. Mehmet Ağar’ın İçişleri Bakanlığı yaptığı dönemde, OHAL valilerine örtülü ödenekten, Başbakanlık Kaynak Kullandırma Fonu ve başka fonlardan, silâh alımı için para verildi. Silâhları temin edecek adres ise, bu vatanperver yöneticilerin siyasî geçmişlerinden tanıdıkları bir adresti: Bekir Çelenk’in arabuluculuk yaptığı Bulgar Kinteks şirketi. Bu arada bir OHAL valisi bir silâh için 1200 dolar öderken, bir diğerinin aynı silâh için 2000 dolar para ödemesi, dört yıllık valiliğinden sonra sabık Batman Valisi’nin Ankara’da 200 milyar lira değerinde olduğu söylenen bir villa satın alması, küçük detaylardı. Alındığı belirtilen silâhlar, ödendiği belirtilen miktar ve çeşitli kuruluşlara teslim edilen silâhlar arasındaki farkın ne olduğunu, “vatan, millet uğruna” ve “canları pahasına” ellerini bu bal küpüne daldıranlar daha yanıtlamadıkları için bilemiyoruz. Kutsal devletimizin hikmet-i hükümet anlayışı sayesinde belki hiç bilemeyeceğiz.
Batman Valiliği’ne atandıktan sonra Salih Şarman’ın adı yolsuzluk dosyaları ve infazlarla sonuçlanan polis baskınlarıyla gündeme geldi. Görünen o ki, Salih Şarman, devlet rutininden çıkma konusunda iyi bir uzmandı. OHAL’de en uzun süre valilik yapan birinin bu tür hasletleri elbette olmalıydı. Silâh alımlarından elde ettiği paraların büyük miktarını siyaset için kullandığı rivayet edilen MHP kökenli Şarman, seçimlerde DYP’yi destekledi. Eski Batman valisi, rutin dışına çıkarken devletin kullandığı, ülkücü mafya, PKK itirafçısı türünden insan figürlerine ilâve bir üçüncü figürü, İbrahim Şahin ve şürekâsında bulduğumuz figürü temsil ediyordu. Devlet olarak hukuk dışına çıkmayı, kutsal devlet için yapılması gereken sıradan bir eylem olarak algılayan anlayışın taşıyıcısı olduğu bir insan sureti bu.
Bu figürlerin en mükemmel temsilcisi olan Ağar, derin devleti “operasyon gücü olan devlet” olarak tanımlıyor. Derin devletin içinde polis partisi kanadının lideri olan Ağar’ın operasyon gücüne koyduğu hukuki, yasal bir sınırlama yok. Devlet güvenliğinin başladığı yerde bütün bu kavramların geçerliliği bitiyor. Geriye yok edilecek düşmanlardan başka bir şey kalmıyor. Ağar sürekli rutin dışında olma halini “mertçe” savunurken, bunların Türkiye toplumunun tahayyül dünyasında büyük tepkiler almayacağını bilmenin rahatlığını sergiliyor. “Türk insanının şuuraltında bir emperyal gelenek var, imparatorluk tarihli bir ülkenin vatandaşları, devletinin güçlü olmasını isterler” dedikten sonra, “JİTEM olsa ne mahzuru var” diyebiliyor. Mehmet Ağar, devlet terörünün birçok aktörü gibi, bu eylemlerin derin Türkiye’nin tahayyül dünyasının kıvrımlarında olumsuz bir çağrışım yapmayacağını biliyor. Bu nedenle, hiçbir tevazu gösterisinde bulunmadan, “millet bana oy veriyorsa, bu millet çok büyüktür” diyebiliyor. Kendisinin “Türk milletinin şuuraltını temsil ettiğini” iddia eden Ağar, gerçekte o derin Türkiye’nin totaliter polis devletini meşrulaştıracak bilincini temsil ediyor. Modern zaman ve koşulların bastırmasıyla bilinçaltına itilen bu bilincin Sıvas’ta, Kahramanmaraş’ta, Çorum’da nasıl dışavurduğunu biliyoruz.
Hikmet-i hükümet konusunda safdil olmaya gerek yok. Dünyada bütün devletlerde, “raison d’Etat” anlayışıyla icra edilecek olan gizli işleri, temiz olmayan yöntemlerle yapacak bir örgütlenme vardır. Uluslararası alan, her an düşman olabilecek güçlerin çatışma alanıdır. Bu alanda hem karşı önlem almak hem de düşman faaliyetleri izlemek ve engellemek için mücadele verilir. Bunlar genellikle istihbarat örgütleri, casusluk ve karşı casusluk teşkilâtlarının işidir. Genel kural, bu işlerin “sessiz biçimde” yapılmasıdır. Demokratik ülkelerde, bu kuralın dışına çıkmanın açık bir müeyyidesi vardır. Tüm hikmet-i hükümet edebiyatına rağmen, işi eline yüzüne bulaştıranlar, suçlu sandalyesine otururlar. Örneğin Greenpeace gemisini etkisiz kılmak isterken, yabancı bir ülke limanında gemiye sabotaj yapan ve bir kişinin ölmesine yol açan Fransız istihbarat örgütü üyeleri, yakalandıkları ülkede hapse girerler. Daha sonra hapis cezalarının geri kalan kısmını çekmeleri koşuluyla ülkelerine yollanırlar ve hapiste kalırlar.
Çoğu durumda soruşturmalar hasır altı edilir, sorumlulara işten el çektirmekle yetinilir. Diplomatik dokunulmazlık zırhı kullanılır: CIA, “güvenlik nedeniyle” ABD dışında bir dizi darbe ve karşı darbe düzenletir. Bunların çoğu bilinir. Ama dosyaları ortaya dökseniz de, Amerikan toplumunda büyük bir tepki alamazsınız. Çünkü Amerika dışında sürdürülen bir “güvenlik” operasyonudur bu. Amerikan vatandaşlarına dokunmaz. Ama kendi yurttaşına karşı ABD “raison d’Etat” anlayışıyla hareket edemez. Bunun McCarthy dönemi ve daha sonrasında istisnaları elbette vardır. Ne var ki, bu yasadışı tasarruflarda bulunanlar, halkın önüne çıkıp, pis pis sırıtıp, yaptıklarıyla iftihar edemezler.
II. Dünya Savaşı’nda Müttefik güçler mafyayla Sicilya üzerinde bir anlaşma yaparlar. Anlaşmanın konusu, Müttefik güçlerin Sicilya’yı bir çıkartma gemisi gibi kullanmalarını mafyanın engellememesine karşılık, mafyaya göz yumulmasıdır. Bu anlaşma temelinde Sicilya mafyası uzun yıllar, Gladio’nun taşeronluğunu yapar. Savaş durumunda, düşmanımın düşmanı dosttur.
Devletin kural dışına, “rutin dışına çıkması” dış güvenlikle ilgili olduğu ve bu sessiz sedasız cereyan ettiği zaman, kamuoyunun bundan haberi olmaz. Haberi olsa da, kendi dışında gelişen olaylar konusunda hassasiyeti azdır. Genellikle arşivler yıllar sonra açıldığında keşfedilirler. Ama kimse de, bu işleri yaptığı için ortalığa kahraman olarak çıkmaz, çıkamaz. Oyunun kuralı, bu işlerin aktörlerinin de ölene kadar gölgede kalması ve ellerindeki imkânları hiçbir koşulda şahsi menfaat için kullanmamalarıdır. Bu kuralı çiğneyenler elbette vardır ama cezalandırılırlar.
Buna karşılık, devlet ülke içerisinde rutin dışına çıkamaz. Uluslararası planda, güvenlikle ilgili konularda yurttaş denetimi sınırlıdır. Ama içişlerinde, devletin yurttaşlarından saklayacağı bir bilgi, bir tasarruf olamaz. Ülke içinde “rutin dışına çıkmak”, hikmet-i hükümet anlayışıyla davranmak, toplumun bütününü veya bir bölümünü düşman olarak görmek demektir. Gerçekten de, devletin kendi vatandaşına karşı “rutin dışına çıkmayı” mübah görmesi, bu “vatandaşı” iç düşman unsuru olarak algılamasıyla mümkün olur. Nitekim, Türkiye’de ordu yüksek hiyerarşisinin brifinglerde, okul açma törenlerinde dile getirdiği gibi, Türkiye’de öğretilmesi gereken ilk şeylerden birisi, iç düşmanların sürekli varlığı olgusudur. Ebedi Türk devletinin, bir o kadar ebedi iç düşmanları vardır ya da olmalıdır. Derin devlet zihniyeti için, Türkiye toplumu içinde fiziki olarak imha edilmesi gereken unsurlar vardır. Toplumun içinde “sürekli dış düşmanlar” olduğunu düşünüp, Milli Güvenlik Konseptinin bir ayağını bu varsayımın üzerine oturtunca, hikmet-i hükümet adına kendi toplumunun üyelerinin bir kısmını maddeten ve manen imha etme girişimleri kendiliğinden gelir. Süleyman Demirel’in gönül rahatlığıyla ifade ettiği gibi devlet rutininin dışına çıkılır, çıkılması özendirilir veya çıkılmasına göz yumulur. Devlet kendi toplumuna karşı yasadışı resmî tasarruflarda bulunur. Devletin bekası adına, son Türk devletinin korunması adına veya her ne adına olursa olsun, bu yapılanın toplum tarafından denetlenmesi olanağı yoktur, çünkü bu yasadışı resmî tasarruflar içinde düşman barındıran topluma karşı gerçekleştirilmiştir. Dönemin özelliklerine göre iç düşman addedilenler değil, bütün toplum zanlıdır, potansiyel suçludur.
Yakın zamanlara kadar Türkiye’de devlet, içerideki tehlikelerden söz ederdi. İç düşman tabirini kullanmazdı veya bu yaygınlık ve sıklıkta ifade etmezdi. Devletin koruyucusu olduğu düzene karşı tehlikelerden söz etmek veya bazı fiillerin kamu düzenini bozduğu için tehlike oluşturduğunu söylemekle, devletin siyasal tasarruflarının üzerine iç düşman kavramıyla meşruiyet kılıfı geçirmek benzer şeyler değildir. Yurttaşlar topluluğu içinde hırsız da olur, cani ve sahtekâr da, eşkiya da. Bir hırsız veya bir cani, kamu düzenini bozduğu için tehlikelidir. Bunlar yürürlükteki yasalara göre suç işlerler ve yakalandıklarında kamu düzenini bozdukları, başkalarının yaşam hakkını çiğnedikleri, mülkiyet hakkına saldırdıkları için cezalandırılırlar. Devlet bu tür tehlikelere karşı önlem alır. Ama bu insanlar, suçlu oldukları kesinleşince bazı yurttaşlık haklarını kaybetseler de, anayasal güvence içindedirler. Suçlu olduğu zannedilen veya suçlu olduğu kesin olan bir kişinin suç yerinde hemen linç edilmesiyle, yargılanıp hapsedilmesi arasında bu anayasal güvence farkı vardır. Suçlu ile düşman apayrı iki olguya tekabül eder. Zanlı ile suçlu arasındaki önemli bir ayrım yapmayan Türkiye’de, suçlu ile düşman arasındaki büyük uçurum kasıtlı biçimde göz ardı edilebilmektedir. Böylece, devletin olağanüstü durum yaratarak var olma stratejisine zemin yaratılmaktadır. Devlet söyleminde “içerideki tehlike” tabirinin yerini “iç düşman” tabirinin alması sürecini izleyerek, devletin efendileri katını işgâl edenlerin, o derin devlet zihniyetinin gelişiminin izlerini bulmak mümkündür.
Yurttaşlar topluluğu kavramının bir nebze anlamı varsa, o ülkenin yurttaşları aleyhine iç düşman kavramını, başta devlet görevlileri olmak üzere, kimse kullanamaz. Kullandığı zaman, yurttaşlar topluluğu içinde ayrımcılık uyguladığı için ağır suç işler. Türkiye’de bu suçu askerî ve mülki erkân ve birçok siyaset adamı işlemektedir. Kaldı ki Türkiye’de iç düşman kavramı, kamu düzenini bozucu suç işleme tehlikesi olanların dışında, siyasal olarak aykırı duranların yok edilmesi hedefiyle kullanıldığı için, totaliter tınısı çok yüksek bir tavrı ele vermektedir.
Hukuk devletinin bir kişiyi, bir grubu düşman olarak görmesi, o kişi ve grupla ölüm kalım mücadelesine girmesi, bu kişilerin yurttaşlık sınırı dışına atılması demektir. Bu insanlar anayasal güvenceden mahrûm olur ve bir biçimde “insan” olmaktan çıkarlar. Kaldı ki, Cenevre Sözleşmesi, düşmanın da asgari bazı haklardan yararlanması güvencesini getirir. Fakat iç düşman, ne Cenevre Sözleşmesi anlamında bir düşmandır, yani yakalandığında kendisine savaş esiri muamelesi yapılmaz, ne de yurttaşlık haklarının asgari koruması altındadır. İç düşman bu anlamda insan olmak vasfını yitirir. Türkiye devletinin son zamanlarda pek sık kullandığı iç düşman kavramı, hem iç hukukun hem de uluslararası hukukun olmadığı, bütünüyle hukuk dışı faaliyetler alanının esnek sınırlarını çizer. Devletin en üst yetkilisinin deyişiyle, “devletin bazen rutin dışına çıkması” işte budur. Rutin zaten rutin değildir, bu nedenle dışına çıkılması olağan karşılanabilir.
Derin devletin aktörleri Mehmet Ağar gibi, Ünal Erkan gibi, devleti kurtarmak fikri altında, aslında bir güç siyasetinin izleyicileri olabilirler. Ya da Türk Silâhlı Kuvvetleri’nde olduğu gibi, kesinlikle şahsileşmeyen, salt kurumsal kalan bir güç siyasetinin uygulayıcıları olabilirler. En nihayet Tansu Çiller ve şürekasında olduğu gibi, paraya tahvil edilecek siyasal güç arayışını devleti korumak misyonu içine yedirirler. Bunlara bugün Bülent Ecevit’in en mükemmel temsilcisi olduğu, derin devleti anlayışla karşılayanlar ve hattâ bu zihniyeti dışarıdan yönlendirenler grubunu da ilave edebiliriz. HADEP’li belediye başkanlarına karşı başlatılan sindirme, tecrit etme, yıldırma politikalarının yol göstericisi ve hattâ teşvikçisi olan bu siyaset erbabı için, siyasal alanda olası rakiplerini “rutin dışı” yollarla ekarte etmek de mübahtır. Abdullah Öcalan yakalandığından beri, devletin rutine dönmekte sıkıntı çektiği, OHAL yasasının kalkmasıyla beraber kalkması gerekecek primlerin asker ve polislere verilmeye devam edilmesi için ilgili tarafların bastırdığı bir ortamda, HADEP’li büyük kent belediye başkanlarının gözaltına alınması, dış ilişkileri güçlenen bu şahsiyetlere gözdağı verilmesi, bildiğimiz “rutin”in bildik bir sayfasıdır. Bu strateji “olağanüstü durum” yaratarak iktidar olma, iç düşman yaratarak muhalefeti susturma stratejisidir. Türkiye’nin yakın tarihinin son perdesinde, Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in el ele kol kola oynadıkları, derin devletle derin toplumu kenetleme ve iktidarı paylaşmaları sahnesinde, anayasayı bir kez daha delmek de vardır. Bunun bir rutin mi, yoksa biraz rutin dışına çıkmak mı olduğu üzerine kafa yormanın bir anlamı var mı?
Türkiye’de bütün bu olanlara ses çıkartacak, toplumun vicdanının sesi olarak bunlara direnecek bir güç veya kurumun olmayışı, parlamento, basın-yayın organları, sivil toplum kuruluşlarının denetim görevini yapmıyor veya yapamıyor olmaları, derin devlete denk düşen derin toplumun demokratik iradeyi felç eden ağırlığını göstermektedir. Mehmet Ağar, toplumun bilinçaltından kendisini desteklediğini iddia ederken bütünüyle haksız değildir. Güç politikasına tapan, otoriter özlemlerinin güçlü devlette gerçekleşmesini görmek isteyen derin toplum, şahsı için maddi menfaat gütmeyen, en azından bugüne kadar böyle gözüken bir Mehmet Ağar’ı, sabık Batman Valisi’nden veya Tansu Çiller’den daha fazla bağrına basacaktır. Tansu Çiller’in Batman silâhlarına ve birliğine gözü kapalı sahip çıkmasında, Ağar’la aralarındaki rekabet ve MHP tabanına yönelik sempati toplama çabası, üzeri örtülme zahmetine bile gerek duyulmadan sergilenmektedir.
Karşılıklı anlayışı mümkün kılan bir başka olgu, “nükleer dehşet dengesi” olarak tanımlayabileceğimiz dengedir. Hükümetin tasarruflarının yasallığını denetleyecek kurumlar, devlet kurumlarıdır. Devlet de hem parlamento hem de toplum tarafından denetlendiği zaman, demokratik hukuk devletinin unsurları gerçekleşir. Toplum adına denetimi sağlayacak güçlerin başında gelen basın-yayın, bu görevini yapacak özerklikte olmadığı için, iç denge hesaplarının, iç çatışma stratejilerinin denetimli biçimde ortaya saldıklarını aktarmakla yetinmek zorundadır. Vergi bağışıklıklarından, teşviklerden, devlet ihalelerinden, devlet tahsislerinden beslenen büyük basın, bu anlamda özerk bir denetim gücü değil, devlet içi ve çevresindeki çatışmada ihtiyat gücüdür. Bu paylaşımdan sadece basın değil, burjuvazi de pay aldığı için, devletin rutin dışına çıkması nasırına bastığında homurdanmakla yetinmektedir. Devlet rantından pay almak için alesta beklemektedir. “Rahmetle” ne kadar ansak yeterli olmayacak olan Turgut Özal’ın, askerî cuntanın yaptığı temizlik harekâtından sonra damarlarımıza şırınga ettiği toplumsal aferizm virüsüyle, “bir defadan ne çıkar canım” diye diye alıştığımız, alıştırıldığımız bu çağ atlayan Türkiye toplumunun da paçalarından pislik akmaktadır.
Devletin rutin dışına çıkmasının değil, esas olarak rutinin kabul edilemez olduğunu toplum haykıramıyorsa, kendi rutininin de bir o kadar bulaşık olduğunu bildiği içindir. Özalizmin derin devlete yaptığı en büyük hediye, işini bilen memuruyla, işini bilen gecekonducusuyla, işini bilen işadamlarıyla, işini bilen sendikacısıyla, işini bilen kara para sahipleriyle, köşe dönmemeyi enayilik olarak görüp, pis pis sırıtan insanlarıyla Türkiye toplumunu işlenen suça ortak etmesidir.
Türkiye toplumu, etik değerlerle buluşmadıkça, derin devletten şikâyetinin hiçbir inandırıcılığı, siyasal olarak hiçbir sonucu olmayacaktır. Son tahlilde ancak toplumlar devletlerine çekidüzen verebilirler.
AHMET İNSEL