Milli Güvenlik Kurulu ve 1997 Süreci

1980 sonrası Türkiye’de, demokratik siyasal sistemle ilgili önemli tartışmalardan biri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) siyasetteki etkili konumu olmuştur. TSK’nın, bu etkililiğinin en temel aracı ise, sık sık ‘anayasal kurum’ olduğu vurgulanma gereksinimi duyulan Milli Güvenlik Kurulu’dur (MGK). 1961 Anayasası ile anayasal geleneğimize yerleşen bu kurul, yönetimdeki ağırlığını her geçen gün arttırmıştır. Kurul, 12 Eylül darbesinin ardından konumunu daha da sağlamlaştırmıştır. Özellikle son yıllarda MGK, devlet siyasetinin saptanmasında, neredeyse ‘en etkili güç’ olarak görülmeye başlanmıştır.

Bu çalışmada MGK’nin yapısı, işlevi ve nasıl bu denli etkili olabildiği incelenecek; ardından, 1997’de yaşanan önemli gelişmelerin siyaset üzerindeki belirleyiciliği irdelenecektir. 1997 yılı ile ilgili tartışmalar 9 Ocak tarihli “Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği”, 28 Şubat tarihli “MGK kararları”, 11 Haziran tarihli “İrtica Brifingi” ve “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” çerçevesinde yapılacaktır.

MİLLİ GÜVENLİK KAVRAMI VE TÜZEL DÜZENLEMELER

Türkiye’de Millî Mücadele yıllarında Silahlı Kuvvetler ayrı bir bakanlık şeklinde örgütlenmişti. Bir yanda Milli Savunma Bakanlığı (Müdafaa-i Milliye Vekaleti), diğer yanda Genelkurmay Bakanlığı (Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti) vardı. (Erdoğan, 1990: 314)

1924’te çıkarılan 429 sayılı yasayla Genelkurmay Bakanlığı yerine Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştur.[1] Aynı yıl kabul edilen Anayasa, Silahlı Kuvvetler’in konumunda bir değişiklik yapmamıştır. Anayasa’nın 40. maddesine göre başkomutanlık, TBMM’nin manevi şahsiyetine bağlı olarak Cumhurbaşkanı tarafından temsil edilir. Silahlı Kuvvetler’in komutası barışta Genelkurmay Başkanlığı’na aittir. Savaş zamanında bu görev, Bakanlar Kurulu’nun teklifi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanacak kişi tarafından yerine getirilecektir.

1944 yılına kadar Silahlı Kuvvetler’in tüzel konumunda bir değişiklik olmamış, 1944’te yapılan bir yasal düzenlemeyle, Genelkurmay Başkanlığı’nın özerk statüsüne son verilmiştir.[2] 4580 sayılı yasayla, Genelkurmay Başkanlığı’nın barışta Başbakana bağlı olacağı ve Genelkurmay işlerinden ona karşı sorumlu olacağı öngörülmüştü. 1949 yılında çıkarılan 5398 sayılı yasa (md.3) ile, Genelkurmay Başkanlığı’nı sivillerin idaresi altına alma yolundaki eğilimin güçlenmesiyle Başkanlık, Milli Savunma Bakanlığı’nın bir dairesi haline getirilmiştir.[3]

1949 yılının Mayıs ayında da 5399 sayılı yasa çıkarılarak, Millî Savunma Yüksek Kurulu (MSYK) oluşturulmuştur. Kurulun yapısı, 1961 Anayasası ile düzenlenecek olan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ile gerek yetki gerek görevler açısından pek çok benzerlik içeriyordu.[4]

MSYK’nın 1949’da kurulması kuşkusuz bir rastlantı değil, aynı yıllarda ABD’de yaşanan gelişmelerin sonucudur. ABD’de 1947’de kabul edilen Ulusal Güvenlik Yasası (National Security Act) ile Ulusal Güvenlik Konseyi (National Security Council) oluşturulmuştu. NSC’nin oluşturulma nedeni, II. Dünya Savaşı’nda ABD silâhlı güçlerinin çeşitli kademeleriyle, Amerikan siyasî makamları arasında yaşanan uyumsuzluğun yarattığı sorunlardır. NSC, Başkan’ın danışma kuruludur ve görevi, ulusal güvenliği ilgilendiren, iç, dış ve askerî konularda tüm bilgileri toplamak, ayrıma tabi tutmak ve değerlendirmeler yaparak, Başkan’a ulusal güvenliğe ilişkin önerilerde bulunmaktır. (Ay.bay, 1978: 61)[5]

ABD’deki bu kurul Türkiye’den başka birçok ülkeyi de etkilemiştir. Örneğin, 1958 Fransız Anayasası’nda (md.15), “Millî Savunma Yüksek Kurul ve Komiteleri”, 1947 İtalyan Anayasası’nda (md.87), “Yüksek Savunma Kurulu”, 1977 SSCB Anayasası’nda (md.121), “SSCB Savunma Konseyi”, 1976 Cezayir Anayasası’nda (md.125), “Yüksek Güvenlik Kurulu”; 1972 Kore Anayasası’nda (md.67), “Millî Güvenlik Konseyi” düzenlenmiştir.

1961 Anayasası ile MSYK, bir ‘anayasal organ’ haline getirilmiştir. Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu tarafından düzenlenen Anayasa tasarısında, MSYK’ya Anayasal konum kazandırılıyordu.[6] Tasarı, Kurucu Meclis’in Milli Birlik Komitesi kanadında iki önemli değişikliğe uğrayarak kabul edilmiştir. Birincisi, Kurul’un adı MGK olarak değiştirilmiştir. İkincisi, Kurul’da, Genelkurmay Başkanı’ndan başka, kuvvet temsilcilerinin de bulunacağı kabul edilmiştir. Kurul’un adının ‘savunma’ yerine ‘güvenlik’ olarak değiştirilmesi anlamlıdır. Savunma, milli güvenlik kavramının içinde, onun bir parçasıdır. Yani ‘güvenlik’ gibi iç ve dış güvenliği içeren ve anayasalarda, özgürlüklerin sınırlanması için gerekçe olan bir kavramdan farklı olarak, savunma, ülkenin daha çok dış güçlere karşı korunmasını içerir. İkinci değişiklik ise, kurul içindeki asker üyelerin artırılmasına yöneliktir.[7]

1961 Anayasası’nın, 1971 değişikliklerinden önceki şeklinde MGK şöyle düzenlenmişti: “Milli Güvenlik Kurulu, kanunun gösterdiği Bakanlar ile Genelkurmay Başkanı ve kuvvet temsilcilerinden kuruludur. Milli Güvenlik Kuruluna Cumhurbaşkanı başkanlık eder, bulunmadığı zaman, bu görevi Başbakan yapar. Milli Güvenlik Kurulu, milli güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonunun sağlanmasında gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna bildirir.” (md.111)[8]

Kısa süre sonra MGK Yasası -11.12.1962 gün ve 129 sayılı- kabul edilmiştir. Yasa, MGK’ye katılacak bakanları, kurulun görevlerini, toplantı ve karar yönetimini saptayan hükümleri kapsamaktaydı.[9]

Anayasa’nın bu maddesinde, 12 Mart’ın ardından 1971 yılında iki önemli değişiklik gerçekleştirilmiştir. (20.8.1971 gün ve 1488 sayılı, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi ve Geçici Maddeler Eklenmesi Hakkında Anayasa Değişikliği”.) Bu değişikliklerle, 1962 yılında çıkarılan MGK Yasası’na uygun olarak, eski metindeki ‘kuvvet temsilcileri’ yerine ‘kuvvet komutanları’ ibaresi getirilmiştir. Bu yasa, kuvvet temsilcilerine değil, ‘kara, deniz ve hava’ kuvvetleri komutanlarına yer veriyordu. İkinci ve asıl önemli değişiklik ise, eski metindeki ‘yardım etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna bildirir’ yerine, ‘gerekli görüşleri Bakanlar Kuruluna tavsiye eder’, hükmünün getirilmesidir.[10]

1971’de Anayasa değişiklikleriyle simgesel gibi görünse de, askerlerin tüzel konumunu güçlendiren bazı düzenlemeler yapılmıştır. 1961 Anayasası’nın ilk şeklinde, Genelkurmay Başkanı’na, bakanlardan sonra yer verilmişken, değişiklikle, Genelkurmay Başkanı öne alınmış ve ‘Bakanlar’ sözcüğünün ‘B’si, ‘b’ olarak değiştirilmiştir. Kuşkusuz bu değişiklik bir dikkatsizlik olarak da değerlendirilebilir ve bir harf üzerinde durmak yadırganabilir; ancak gelişimin doğrultusu göz önünde bulundurulduğunda, bu tip farklılıkların bilinçli olarak yaratıldığını düşünmemek kanımca olanaksızlaşıyor.

1982 Anayasası da, Silahlı Kuvvetlerin sivil otoriteye bağlılığı esasını korumakla birlikte , silahlı kuvvetleri doğrudan bir bakanlığa bağlamayarak ona kendine özgü bir konum kazandırmıştır. Bu Anayasa’da da, 1961’in devamı olarak, Genelkurmay Başkanı, görevlerinden dolayı Başbakan’a karşı sorumlu tutulmuştur. (md.117/4)

1982 Anayasası’nın 118. maddesinde MGK şöyle düzenlenmiştir:

“Millî Güvenlik Kurulu, Cumhurbaşkanının başkanlığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Millî Savunma Bakanı, İçişleri, Dışişleri Bakanları, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından kurulur. Gündemin özelliğine göre Kurul toplantılarına ilgili bakan ve kişiler çağrılıp görüşleri alınabilir.

Millİ Güvenlik Kurulu; Devletin millî güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili kararların alınması ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir. Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınması zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınır.

Milli Güvenlik Kurulu’nun gündemi; Başbakan ve Genelkurmay Başkanının önerileri dikkate alınarak Cumhurbaşkanınca düzenlenir. Cumhurbaşkanı katılmadığı zamanlar Milli Güvenlik Kurulu Başbakanın başkanlığında toplanır.

Milli Güvenlik Kurulu Sekreterliğinin teşkilatı ve görevleri kanunla düzenlenir.”

Bu düzenleme, 1961 Anayasası’ndan bazı farklılıklar içermektedir: 1)1961’de Kurul’a hangi bakanların katılacağı belirtilmemiş, konu yasaya bırakılmıştı; oysa 1982 Anayasası üç bakanı ve kuvvet komutanlarını, Kurul üyeleri içinde saymıştır. 2) Yeni Anayasa, ‘tavsiye etmek’i, ‘görüş bildirme’ şeklinde değiştirmiştir.

Ancak özellikle ikinci farklılıktan, Anayasa’nın daha demokratik, sivil eğilimli olduğu sonucunu çıkartmak yanıltıcı olabilir. Çünkü, bu kısa incelemede üzerinde durulmayacak olan, pek çok anayasa hükmü, Genelkurmay Başkanı’nın konumu, Yüksek Askerî Şura Kararları, olağanüstü hal ve sıkıyönetim ile ilgili düzenlemeler (Bakanlar Kurulu’nun olağanüstü hal ve sıkıyönetim ilanı -md.120, 121- kararı alırken, MGK’nin görüşünü almak “zorunda oluşu” gibi) askerlerin sivil idare üzerindeki etkisini önemli ölçüde artıran niteliktedir.[11] 1982 Anayasası’nın 118. maddesinde MGK’nın bazı önemli kararlarının Bakanlar Kurulu tarafından öncelikle dikkate alınacağı hükme bağlanmış; yine aynı maddede , 1971 değişikliklerinde görüldüğü gibi, Genelkurmay Başkanı, bakanlardan önce sayılmıştır. Bakanlar, Genelkurmay Başkanı’nın atanma ve görevden alınması hakkındaki kararnameye imza atmalarına rağmen, konumu, bakanların hukuki iradelerine bağlı olan bir kamu görevlisinin onlardan önce sayılması, simgesel gibi görünmekle birlikte, düşündürücü bir çelişkidir.

Görüldüğü gibi son 40-50 yıllık süreçte askerlerin devlet yönetimindeki etkisi gittikçe artmış, her anayasa ve yasa değişikliğinde TSK’nın tüzel yetkileri güçlendirilmiştir. Tarihten gelen güçlü konumları tüzel düzenlemelerle de güvenceye kavuşturulan ve sık sık bir ‘anayasal kurum’ olduğu hatırlatılan MGK ile devlet yönetiminde sürekli etkiye kavuşan TSK’nın özellikle son bir iki yılda gündemin ilk sırasında yer almaktadır. 1997’nin Ocak ayında yayımlanan ‘Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği’ ile başlayan siyasal sistem, demokrasi tartışmaları bugüne dek süregelmiştir ve süreceğe de benzemektedir. Kriz Yönetmeliği’ni, 28.2.1997 günü toplanan MGK kararları izlemiş, Genelkurmay Başkanlığı ‘brifingler’ vermiş ve son olarak Kasım ayı içinde gazetelerde yayımlanan ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ demokratik siyasal sistemin geleceği hakkındaki tartışmaları iyice alevlendirmiştir.

KRİZ YÖNETMELİĞİ

Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi (BKYM) Yönetmeliği’nin yürürlüğe konması 30.9.1996 tarihinde kararlaştırılmış ve yönetmelik, 9.1.1997 gün ve 22872 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.

Yönetmeliğin birinci maddesinde yönetmeliğin amacı açıklanmaktadır. “Bu yönetmeliğin amacı, kriz durumlarında faaliyet gösterecek olan Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin; teşkilatlanmasını, tertiplenmesini, çalışma usullerini, görev ve sorumluluklarını belirlemek ve bu suretle, krize neden olan olayların başlangıcından bitime kadar geçen süre içerisinde; a) Krizi yaratan olayın önlenmesi, ortadan kaldırılması veya millî menfaatler doğrultusunda sona erdirilmesi maksadı ile gereken hazırlık ve faaliyetlerin yönlendirilmesini, b) Hizmet ve faaliyetlerin yürütülmesinde; Genelkurmay Başkanlığı, ilgili Bakanlık, kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyon, işbirliği, sürat ve etkinlik sağlayarak krizin en az zararla ve milli menfaatlerimiz doğrultusunda atlatılmasını, sağlamaktır.” (md.1)

Yönetmeliğin uygulanmasından Başbakan ya da görevlendireceği bir Devlet Bakanı; hizmetlerin yürütülmesinden Genelkurmay Başkanı, Bakanlar, MGK Genel Sekreteri ile kamu kurum ve kuruluşların en üst düzey yöneticileri sorumludur.(md.3) MGK Genel Sekreteri, yönetmelik esasları dahilinde yürütülen kriz yönetim etkinliklerini Başbakan (ya da Devlet Bakanı) adına eşgüdümlemekten ve Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin devamlı etkin halde tutulmasından, sistem içerisinde yer alan birimlerin bilgilendirilmesinden sorumludur.

Yönetmelik, yalnızca kriz durumlarında değil, olağan durumlarda da etkinlikte bulunacak, sürekli nitelikte organlar oluşturmuştur. Yönetmeliğin 6. maddesinin b bendine göre, BKYM, kriz belirtilerinin belirmesi ve başlaması ile birlikte ilgili organlardan birinin (MGK, Bakanlar Kurulu ya da krizden sorumlu Devlet Bakanı, MGK Genel Sekreteri) önerisi ile faaliyete geçecektir. Ancak BKYM Sekreteryası, bu yönetmeliğin yayımlanmasıyla, MGK Genel Sekreterliği Bilgi Toplama, Araştırma ve Değerlendirme Başkanı başkanlığında çekirdek olarak, MGK Genel Sekreterliği nezdinde kurulacaktır. Bu çekirdek kadro, kriz anında BKYM’nin faaliyete geçmesiyle tamamlanacaktır. ‘Sekreterya’ krizle ilgili durumları izlemek ve raporlar hazırlamakla görevlendirilmiş, görevleri, normal ve kriz durumları için ayrı ayrı düzenlenmiştir. (md. 7/c) BKYM örgütünün Sekreterya dışındaki organları, Kriz Koordinasyon Kurulu ve Kriz Değerlendirme ve Takip Kurulu’dur. Kriz Koordinasyon Kurulu’nun görevlerinden en çarpıcı olanı, 8. maddenin b bendinde düzenlenmiştir. Buna göre, Kurul krizle ilgili kendisine gelen bilgi ve önerileri değerlendirir, konu ile ilgili siyasal direktif esaslarını saptar ve aşağıda anlatılacak olan milli güvenlik siyaset belgelerinde gereksinim duyulan değişikliklere dair kararlar verir. Kurul, değerlendirmeleri sonucunda sorunlarla ilgili gerekli kararları alır, uygulanmalarını sağlar ve gerektiği hallerde Bakanlar Kurulu kararı alınması için girişimlerde bulunur.

Yönetmeliğin olağan dönemlerde de etkinlikte bulunacak bazı kurumlar yaratması dikkate değer. Üstelik bu kurumların yönlendirilmesi görevi de, MGK Genel Sekreterliğine verilmiştir. Bu yetkilerle, olağan ve olağanüstü durumlarda donatılmış MGK Genel Sekreteri’nin, neredeyse bir ikinci Başbakan haline geldiğini söylemek sanırım çok yanlış olmaz.

Kriz Yönetmeliğinin kuşkusuz en can alıcı noktası, krizin tanımıdır. “Kriz hali, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü ile millî hedef ve menfaatlerine yönelik hasmane tutum ve davranışların, Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmaya yönelik şiddet hareketlerinin, tabii afetlerin, tehlikeli ve salgın hastalıkların, büyük yangınların, radyasyon ve hava kirliliği gibi önemli nitelikteki kimyasal ve teknolojik olayların, ağır ekonomik bunalımların ve iltica ve büyük nüfus hareketlerinin ayrı ayrı veya birlikte bulunduğu halleri....” kapsamaktadır (md. 4/b).

Görüldüğü gibi Yönetmelik, son derece geniş ve esnek bir kriz tanımı getirmiştir. Deprem, sel baskını, çığ düşmesi gibi doğa olaylarından; bina ve gemi yangını gibi büyük yangın ve facialara kadar pekçok durum ‘kriz’ tanımına sokulmuştur. MGK Genel Sekreterliği bünyesindeki Kriz Merkezi gerçi Başbakana bağlıdır, ancak bu ayrıntılı ve bulanık tanımlar, İnsel’in deyişiyle, neredeyse Başbakanlığı, BKYM aracılığıyla MGK’ye bağlamış durumdadır (İnsel, 1997: 16).

MGK’nın konumunu daha da güçlendiren, yasal ve anayasal dayanağı olmayan ve neredeyse sürekli bir yarı askerî yönetime yol açabilecek BKYM Yönetmeliği, askerleri, adeta devlet içinde devlet haline getirmiş, Türk siyasal geleneğine yerleşmiş olan askerî darbelerin yönetim ve etkisini olağan zamanlara yayma amacını gerçekleştirmeye yönelmiştir. Toplumsal, siyasal, ekonomik konularda görüş bildiren, görüşleri, önerileri ivedilikle görüşülen, uygulamayı da kendisi takip eden ve ulusal çıkarların gerek tanımını gerekse korunmasını tekeline almak isteyen bir örgütlenmenin, artık açık bir askerî müdahaleyi de gereksizleştirdiği söylenebilir.

Bu yönetmeliğin yayımlanmasından sonraki ay, MGK, tarihi bir toplantı yapmış ve bu toplantı yüzyılın son yıllarında, devlet siyaseti açısından bir dönüm noktası olmuştur.

28 ŞUBAT 1997 MGK KARARLARI

28 Şubat günü saat 15.10’da başlayan MGK toplantısı, aynı günün gecesi saat 23.55’te sona ermiş ve bu toplantı o güne kadar yapılan en uzun süreli MGK toplantısı olarak tarihe geçmiştir.

Toplantının sonunda yapılan açıklama özetle şöyledir:[12]

MGK, Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı yıkıcı ve bölücü grupların, laik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendiklerinin müşahede edildiğini belirterek, Anayasa ve Cumhuriyet yasalarının uygulanmasından asla taviz verilmeyeceğini bildirmiştir.

Toplantıda, terörle mücadele değerlendirilmiş ve bu mücadelenin, bölünmez bütünlüğe gönülden inanmış halkın, basının, tüm kurum ve kuruluşların ve parlamentonun desteğiyle çok olumlu bir noktaya geldiği sonucuna varılmıştır. Elde edilen bu sonuçların halkın huzur ve güvenliğine, sosyal, kültürel ve siyasal yaşama da olumlu olarak yansıması için bu konuda alınacak tedbirlerin, bir plan dahilinde hızla yürürlüğe konması konusunda da görüş birliğine varılmıştır.

Toplantıda ağırlıklı olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri üzerinde durulmuş, bu ilkelerin aleyhine etkinlikler değerlendirilmiştir. Devlet’e karşı çağdışı bir kisve altında zemin oluşturmaya yönelik rejim aleyhtarı etkinliklerin gözden geçirilmesi sonucunda şu sonuçlara varılmıştır:

a. Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş medeniyet yolunda, demokratik sistem içerisinde ilerlemesini teminat altına alan Anayasa ve Cumhuriyet yasalarının uygulanmasından asla ödün verilmemesi gerekir.

b. Anayasa’nın tanımladığı Cumhuriyetin demokratik, laik ve sosyal hukuk devlet ilkelerinin sağlıklı bir şekilde düzenlenmesine olanak verecek güvenlik, huzur ve toplumsal barış önem ve öncelik taşımaktadır.

c. Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı yıkıcı ve bölücü grupların laik ve anti-laik ayrımı, demokratik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmektedir.

ç. Türkiye’de laiklik sadece rejimin değil aynı zamanda demokrasinin ve toplumun huzurunun da teminatı ve bir yaşam tarzıdır.

d. Türkiye AB’ye tam üye olacak ülkeler listesine girmeyi öncelikli bir hedef olarak saptadığından, devletin yurt dışındaki imajını zedeleyecek tartışmalara son verilmeli, devletin laik, demokratik ve insan haklarına saygılı olduğu yolundaki temel ilkeler tartışılmamalıdır.

e. Aksine davranışlar, toplumumuzda huzur ve güveni bozarak yeni gerginliklere ve yaptırımlara neden olacaktır.

MGK toplantısından çıkan can alıcı noktalar bunlardır. Görüldüğü gibi, toplantıda demokratik devlet sisteminin, devletin temel ilkelerinin tehlikede olduğu durumu saptanmış ve bu ilkelerin korunması yönündeki kararlılık dile getirilmiştir. MGK’ya göre Türkiye Cumhuriyeti’nin yönü çağdaş medeniyettir. Yani Batı uygarlığıdır. Cumhuriyet’in temel ilkeleri anayasa ve yasalarca güvence altına alınmıştır. Toplumsal barış gereklidir. Çünkü ancak toplumsal barış olan bir ortamda devletin demokratik, laik, sosyal ve hukuka bağlı karakteri korunabilir. Bu ilkeler Cumhuriyet’in temel ilkeleridir. Ancak devletin sosyal karakteri ve hukuk devletinden çok, MGK’nın asıl olarak devletin ‘laik’ yapısını korumaya çalıştığı açıktır. Çünkü, günümüz Türkiyesi’nde serbest piyasa ekonomisi seçeneksiz bir model olarak sunulur ve sosyal devlet neredeyse ekonominin rayına oturmasının önündeki en büyük engellerden biri olarak algılanırken, kendisi serbest piyasada başlı başına bir güç oluşturan TSK’nin, sosyal devlet politikalarını savunduğunu düşünmek pek de gerçekçi olmaz. Devletin ‘demokratik hukuk devleti’ olduğu görüşü de tartışılabilir. Daha önce de belirtildiği gibi, devletin demokratik bir hukuk devleti haline gelmesinin önündeki önemli engellerden biri, bizzat askerlerin düzen içindeki konumlarını güçlendiren tüzel düzenlemelerdir. Zaten bildiride, devletin imajını zedelememe kaygısı güdülmüş, sisteme yönelik tartışma yapılmaması önerilmiş, hattâ bunun ‘yeni gerginlik ve yaptırımlara’ neden olacağı söylenerek, üstü kapalı da olsa “demokrasinin fazlası zarardır” düşüncesi savunulmuştur. Aykırı talepler kuşkusuz, dinci kesimden gelebileceği gibi, insan hakları savunucusu demokrat kesimden de gelebilir. Dolayısıyla her iki kapı da kapatılmaya çalışılmıştır.

Ancak en büyük önlemin laiklik karşıtlarına karşı alınmak istendiği söylenebilir. Toplantının yapıldığı dönem Refahyol hükümet ortaklığının yaşandığı bir zaman dilimidir ve bu kararlar, tüm ülkede şeriatçı eylemlerin yoğunlaştığı, toplumda genel bir panik havası gözlemlendiği günlerde alınmıştır. Bu nedenle devletin, özellikle ‘laik’ niteliği vurgulanmış, laikliğin demokrasi ve insan haklarının temeli olduğunun altı çizilmiştir.[13]

28 Şubat 1997 günü toplanan MGK’da alınan kararların bir dönüm noktası olduğu belirtilmişti. O günden sonra devlet politikası, şeriatçı güçlerle mücadeleye yönelmiş, parlamento, yıllardır düşünülen ‘Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim’i yasalaştırmış, aşağıda anlatılacağı gibi, ülkücülerin mafya kanadını kara listeye almış, Genelkurmay Başkanlığı sık aralarla verdiği ‘brifing’ler ile toplumu eğitici ve bilgilendirici rolünü bir kez daha büyük bir kararlılıkla gerçekleştirmeye koyulmuştur.

Bu brifinglerden en can alıcısı, daha sonra sıkça yinelenen görüşleri de içeren ‘İrtica Brifingi’dir.

11 HAZİRAN 1997 GENELKURMAY BAŞKANLIĞI İRTİCA BRİFİNGİ

Genelkurmay Başkanlığı’nın ilk brifingi, terör, PKK ve uyuşturucu trafiği üzerineydi. İkinci brifing ise ‘irtica’ konuluydu.[14]

İrtica brifinginde, siyasal İslam konusu ele alınmış, radikal şeriatçı grupların devlet biçimini değiştirme isteğine dikkat çekilmiştir. Brifingde yer alan ana sorun şöyle özetlenebilir:

“Siyasal İslam devleti tehdit etmektedir. Bu akımın yandaşları tüm Cumhuriyet tarihi boyunca çeşitli eylemlere girişmiştir...

Dün olduğu gibi bugün de, bu kesim tüm kurum ve kuruluşlarda taban kadrosu oluşturmaya çabalamaktadır...

Mürteci kesim demokrasi şemsiyesi altında toplum içinde teşkilatlanma çabalarına hız vermiş ve laik devlet olgusu, yasal bir güvence olmasına karşın sulandırılmıştır...

Bireysel köktendinci eylemler cesaretlendirilmiştir...

Otorite boşluğundan yararlanarak ortaya çıkan ayrılıkçı akımlar da bir başka sorundur ve ayrılıkçılar evrensel din kimliğini kullanarak ülkenin ismini değiştirmeye çalışmaktadırlar...

Diyanet’in pasif kadrosu, siyasal İslamcıların eylemlerini kolaylaştırmaktadır...

Özellikle son 11 aylık dönem içinde, bazı İslam devletlerince de geliştirilip desteklenen şeriat düzenine dayalı radikal İslami tehdit, laik Cumhuriyeti yıkmaya yönelik etkinliklerini siyasî, sosyal, ekonomik ve askerî olaylarla bağlantılı olarak artırmıştır...

Bu gelişmeler ülkeyi ‘iç ayaklanma’ koşullarında yaşar hale getirmiştir.”

Genelkurmay, sorunu böylece özetledikten sonra, devleti kemiren şeriatçı eylemler konusunda somut örnekler verme yoluna giderek bir siyasal partiye, onun üyelerine, belediye başkanları ve bakanlarına karşı tavrını açıkça sergilemiştir. Kapatılan Refah Partisi’nin programı, söylemi, tarikat liderlerine verilen yemekler, milletvekillerinin yaptığı konuşmalardan örnekler verilmiş, bu örnekler üzerinden gidilerek siyasal İslam’ın yayılma eğilimi ve potansiyeli vurgulanmıştır. İslamcı hareket ile terörist gruplar arasındaki bağlantı vurgulanmış, PKK’nın kendine en yakın müttefik olarak radikal İslamcı grupları gördüğü belirtilmiştir. Ayrıca, İran, Libya, Suudi Arabistan, Sudan gibi ülkelerin verdiği destekten de söz edilmiştir.

Genelkurmay Başkanlığı devleti yıkmaya yönelik eylemleri saydıktan sonra, TSK’nın görevinin Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak olduğunu, iç tehditlerin de bu koruma görevinin kapsamında olduğunu (TSK İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliğine göre) dolayısıyla yazılı ve görsel basında, TSK’ya yapılan “iç güvenliğe müdahale’ eleştirilerinin bilgi eksikliğinden kaynaklandığını belirtmiştir.

Brifingde son olarak, dinci kesimin TSK’yı din düşmanı gibi göstererek halk ile karşı karşıya getirmek istediği, bunun doğru olamayacağı, din ve devlet işlerinin Cumhuriyet devrimleri ile ayrıldığı ve bu ilkenin demokrasinin de koşulu olduğu savunulmuş ve brifing, devletin nitelikleri sayılarak bitirilmiştir: Tek millet, tek vatan, tek devlet, tek dil, tek bayrak.

TSK’nın koruyuculuk görevi ve siyasete doğrudan müdahalesi konusuna sonuç bölümünde değinilecektir.

MİLLİ GÜVENLİK SİYASET BELGESİ

Kasım 1997 MGK toplantısının ardından, 4.11.1998’de, gazetelerde ‘tarihi değişiklikler’ başlığı altında ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ (MGSB) yayımlandı (Hürriyet, 4.11.1997).

MGSB ile Türkiye’nin birinci öncelikli tehdit unsurunda irtica ve bölücülük eşdeğer kabul edilmiştir. Dış tehdit unsuru olarak öncelik Yunanistan ve Suriye’ye verilirken, siyasal İslam’a da dikkat çekilmiştir. Kamusal alana kaymamak üzere mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesi gerektiğine işaret edilmiş ve devletin yeniden yapılanması gerektiği vurgulanmıştır. Bu belgeyle, ilk kez ‘ülkücü mafya’ tehdit unsuru olarak sayılmıştır.[15]

MGK, MGSB’nin bundan böyle devlet politikasını belirlenmesinde öncelikle dikkate alınacağını, hiçbir yasa, genelge ya da yönetmeliğin bu belgeye aykırılık oluşturamayacağını belirtiyordu.[16]

MGSB İLE DEĞİNİLEN KONULAR NELERDİR?

Devletin gizli anayasası olarak kabul edilen MGSB ile Türkiye’nin zaafları, hassasiyetleri ve güç dengeleri masaya yatırıldı. MGSB’nin hazırlığına ilk olarak Refahyol Hükümeti döneminde başlandı. Bu dönemde Genelkurmay, Emniyet Genel Müdürlüğü ile birlikte Refahyol’un bakanlarına, “tehdit önceliklerinizi bildirin” isteminde bulunuldu ve gelen yanıtlar değerlendirildi.

Refahyol Hükümeti yıkıldıktan sonra, Anasol-D Hükümeti’nin iç ve dış güvenlikle ilgili önemli bulunan bakanlıklarına aynı sorular yeniden yöneltildi. Hattâ bazı bakanlarla özel toplantılar yapıldı. Bunun sonucunda hazırlanan ve MGK’da kabul edilen bazı ilkeler ve yenilikler şöyle özetlenebilir:

“• Bölücü ve irticai faaliyetler, eşit ve birinci derecede önceliklidir...

• Siyasal İslam, Türkiye için tehdit unsuru olmaya devam etmektedir...

• Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır...

• Aşırı sol yine tehdit unsuru olmaya devam etmektedir. Ancak bir yumuşama içinde olduğu görülmektedir...

• Türk cumhuriyetleriyle ilişkiler daha da güçlendirilmeli ve bu ülkelerin yönetimlerinin gücünün korunmasına destek olunmalıdır...

• Yunanistan’la ilişkilerde tehdit algılanmasına dikkat edilmelidir. Türkiye’nin bir tercihi olmamasına karşın, Yunanistan ile bir çatışmanın çıkabileceği gözden kaçırılmamalıdır...

• Yunanistan ile çıkabilecek bir çatışma halinde, Suriye de Türkiye ile çatışmaya girebilir...

• Türkiye’nin komşusu olan ülkelerle ilgili önceki değerlendirmeler aynen korunmalıdır...

• Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır...

• Adalet ve devletin yönetim sistemindeki eksiklik ve aksaklıklar acilen giderilmelidir...

• Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzünde hiçbir değişikliğe gidilmemelidir...

• Türkiye’nin AB’ye tam üyelik konusundaki hedefi korunmalıdır. Ancak bazı Avrupa ülkelerinin bu konudaki olumsuz tutumları gözardı edilmemelidir...

• Türkiye’nin dünya ile bütünleşmesine yönelik, özelleştirme de dahil ekonomik çabalar artırılmalıdır...”

Görüldüğü gibi, dinci ve bölücü eylemler birinci sıraya yerleşmiş, ırkçı milliyetçilik ve bundan yararlanan ülkücü mafya tehdit unsuru olarak görülmüş, aşırı sol biraz ‘hüzünle’ anılmıştır. MGK, Türk cumhuriyetlerinin yönetimlerinin gücünün korunması gibi belirsiz ifadelere de yer vermiştir. Özelleştirme dahil dünya ile bütünleşmeye yönelik, küreselleşmeci çabaların artırılması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu belgede özelleştirmeyi destekleyen MGK’nın asker kanadının daha birkaç ay önce -yukarıda anlatılan- sosyal devlet ilkesinden söz etmesi açık bir çelişki oluşturmaktadır.

Bu belgeyle, TBMM neredeyse görmezden gelinmekte, MGSB, anayasanın en üstün belge kabul edildiği bir tüze düzeninde “temel ilkeler metni” olarak kabul görmektedir.

DEĞERLENDİRME

Yukarıda incelenen dört belgeyi, nitelik ve içerikleri farklı olsa da bir yönleriyle aynı çatı altında toplamak olanaklı: TSK’nın, devleti şekillendirme ve koruma eğilimi. Bu eğilim 1997 yılı içinde ilk önce Kriz Yönetmeliği ile belirginleşmiş, devlet, yılın 365 günü bir tür olağanüstü hal rejimi ile yönetilmek istenmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi bu tür tüzel düzenlemelerle, açık askerî müdahaleyi gereksiz kılan sürekli bir darbe ortamı yaratıldığı izlenimi doğmaktadır.

28 Şubat kararları, İrtica brifingi ve MGSB’nin ortak özellikleri, TSK’nın devletin düşmanı olarak gördüğü ideolojilere, eylemlere karşı tavır alması, kollayıcılık görevini yerine getirmeye çalışmasıdır. Askerlerde, TSK’nin etkisi, hattâ kimi zaman öncülüğü olmadan, devlet sisteminin ‘kötülüklerden’ arındırılamayacağı inancı hâkimdir. Tüzel düzenlemelerle de yerini sürekli sağlamlaştıran TSK, yukarıda incelendiği gibi, yeri geldiğinde kendini TBMM’nin ya da siyasal partilerin yerine koymaktan da çekinmemekte, iktidar partisi edasıyla, bir muhalefet partisine tavır almakta sakınca görmemektedir.

28 Şubat kararlarında, bölücü grupların laik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirdiği, terörle mücadelede, “bölünmez bütünlüğe gönülden inanmış” halk, basın, tüm kamu kurum ve kuruluşlarının ve parlamentonun desteğiyle çok olumlu bir noktaya gelindiği belirtilmiştir. Bölücü, bölücülük, devletin bölünmezliği gibi sözcük ve kavramlar özellikle 12 Eylül’ün ardından, siyasî tartışmaların, basının en gözde malzemesi haline gelmiştir. Bu kavramlar çerçevesinde yapılan tanımlar ve algılanma şekilleri, bir yandan “herkese göre değişmekte”, diğer yandan böylesine değişken bir nitelik kazanınca, “gittikçe daha belirsiz ve tehlikeli” anlamlara bürünmekte, siyasal gelişmeler ve bu gelişmelerin algılanıp değerlendirilmesindeki farklılıklar, bu sözcüklerin de yazgısını etkilemektedir. Örneğin 12 Eylül’ün baş mimarı Evren’in “Kürt” tanımına bambaşka “renkler” getirdiği darbe günlerinde ve genel olarak ’80’li yıllarda yapılan -daha doğrusu yapılmaya çalışılan- tartışmalardaki “bölünmez bütünlüğün” içeriği ile, bugünkü siyasî ve entellektüel tartışmalarda sıkça duymaya alıştığımız “bölünmez bütünlük” gibi kavramların içeriği farklılaşmıştır. ’80’li yıllarda, özellikle PKK terörünün etkisini hissettirmeye başladığı dönemde, “kültürel haklar”, “etnik dillerin korunması ve geliştirilmesi” gibi konular tüyler ürpertici kabul edilirken, ’90’larda en azından “konuşulamaz” olmaktan çıkmıştır. Ancak “bir ölçüde demokratikleşme” olarak kabul edilebilecek bu gelişme, aynı zamanda terörün şiddetlendiği, binlerce vatandaşımızın öldüğü ve her nasılsa kaybolduğu, her gün şehit cenazelerinin kaldırıldığı, ölüler üzerinden siyaset yapılarak oy toplanmaya çalışıldığı ve ırkçılığın körüklendiği bir ülkede yaşanmıştır. Bu gelişmeler, dünyada küreselleşme tartışmalarının da yoğunlaştığı, serbest piyasa ekonomisinin “adam olmanın” tek yolu olarak sergilendiği, ulusal sınırların uluslararası sermayeyi gittikçe daha fazla rahatsız etmeye başladığı döneme de denk gelmektedir. Bu, herkesin, küreselleşmiş dünyada, küresel köyün mutlu yurttaşları olmaya özendirildiği bir dönemdir. Küresel köyün sakinleri olabilmenin yolları da çizilmiştir: Piyasaların tam anlamıyla serbestleştirilmesi, özelleştirmelere “ülkenin çıkarlarına uygunluğu nedeniyle” hız verilmesi, bir başka deyişle halkın mallarının göz göre göre yok pahasına satılması, emekçilerin örgütlenmelerinin ve haklarını aramalarının önündeki engellerin korunması, “sendikalaşma”, “insan hakları”, “hukuk devleti” gibi demokratik sistemin olmazsa olmaz ilkelerinin, devletin yurtdışındaki imajını zedelememek için ve yalnızca “gerektiği kadar” korunması ve geliştirilmesi. İşte yeni dünya düzenine uyum sağlamanın ve aslında çoktan kaçmış görünen trenle aradaki mesafeyi daha fazla açmamanın yollarından biri de, yukarıda söz ettiğim bulanıklaştırılmış kavramların ve sözcüklerin, dönemin özelliklerinden de yararlanarak sıkı sıkıya çerçevelenmesi ve eleştirilmelerini neredeyse olanaksızlaştırma çabasıdır. Örneğin kişisel olarak kesinlikle yanlısı olmadığım federasyonun, yine 28 Şubat toplantısında vurgulanan “terörle savaşta çok olumlu bir noktaya gelindiği” görüşünün tartışılması da bu kapsamda değerlendirilmekte; örneğin çatışmaların göçe sürüklediği yurttaşların trajik konumuna, bazı bölgelerde neredeyse yokedilen doğal yaşama dikkat çekilmesi dahi “malum zihniyetin” sayıklamaları olarak algılanmaktadır. İnsan hakları savunucusu aydınlar, özelleştirme karşıtları, son günlerde çok tartışılan nükleer enerji karşıtları, devletin sosyal niteliği üzerinde ısrarla duran yazar ve akademisyenler, devletin gelişmesini, ilerlemesini istemeyenler şeklinde değerlendirilmekte, hattâ sık sık “vatan hainleri” olarak adlandırılmalarında bir sakınca görülmemektedir. Devlet kurumları, kendi sistemini ve önceliklerini tanımlama çabası içinde, saptadıkları çerçeveye girmeyenleri dışarıda bırakma ve etkisizleştirme eğilimini sergilemektedir ve bu tanımlama çabasının aktörlerinden biri de, silahlı kuvvetlerdir.

28 Şubat’taki toplantının ardından dile getirilen “bölünmez bütünlüğe gönülden inanmış halk...”ın desteğiyle gelinen olumlu nokta, üzerinde daha fazla düşünmeye değer bir noktadır. Şiddet hareketlerinin bitme noktasına gelmesi kuşkusuz son derece sevindirici olmakla birlikte, yıllar boyunca işlenen “bölücülük” teması ve yukarıda kısaca anlatılmaya çalışılan tanımlama şekli, ülkedeki aşırı milliyetçi hezeyanların da nedenlerindendir ve milliyetçiliği iktidar olma çabasıyla kullanmaya alışmış muhafazakâr partilerin ekmeğine yağ sürmüştür. Her konuda görüş bildiren ve görevinin devleti korumak olduğunu belirterek, iç güvenliğe müdahale edildiği şeklindeki eleştirileri “bilgi eksikliği” olarak değerlendiren TSK’nın üst komuta kadrosunun da yer aldığı MGK’nın bu olumsuz tabloda payı olmadığını düşünmek olanaksızdır.

MGK’nın siyasal islamcılarla mücadele için saptadığı ilkeler ve Cumhuriyet’in temel niteliklerine yönelen tehlikeleri savuşturmadaki kararlılığı ise tartışmanın diğer yönüdür. Türkiye’de askerî tabaka, Cumhuriyet tarihi boyunca, Atatürk ilkeleri ve laik yaşam tarzı konusunda hassas davranmış, tarihten gelen geleneğini zedelememeye özen göstermiştir. Ancak TSK’nın bu konudaki geleneği de son derece tartışmalıdır ve savunma çabası her dönemde aynı doğrultuda gerçekleşmemiştir. Özellikle, soğuk savaş yıllarında, komünizm tehlikesine karşı halkın din ve milliyetçilik duygularının güçlendirilmesinin yararlı bulunduğu, açılan yüzlerce imam hatip okulunun bir tehlike olarak algılanmadığı gerçektir. 12 Eylül’ün ardından Evren’in, yaptığı konuşmalarda Peygamber’in hadislerinden verdiği örnekler hâlâ belleklerdedir. Bu konu, yazının kapsamında olmadığından ayrıntılara girilmeyecektir; ancak önemli olan, şeriatçı örgütlenmelerin bir günde ortaya çıkmadıklarının ve sorunun, Süleyman Demirel’in “..biz bu okulları insanlar dinlerini öğrensin diye açtık, devleti yıksınlar diye değil” derken sergilediği kadar basit değerlendirilemeyeceğinin bir kez daha hatırlatılmasıdır. Ne Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir mezhebin temsilcisi ve destekleyicisi şeklinde çalıştığı, ne dinci ve faşist örgütlenmeler ne de milliyetçiliğin ırkçılığa dönüşmesi son birkaç yılın gelişmeleridir. Tüm bu eğilimler uzun yıllardır süregelmekte, ancak yukarıda da belirtildiği gibi her dönemde farklı değerlendirilmekte ve bir gün desteklenen bir akım ya da oluşum, ona gereksinim kalmadığında düşman ilân edilmektedir. Bu gelişmelerin sorumlusu da, her fırsatta siyasete bulaşmaması öğütlenen öğrenciler, işçiler, memurlar ve eğitim olanaklarına kavuşturulmamış diğer yurttaş grupları değil, yurttaşların yerine düşünen, onların geleceğiyle ilgili karar alan ve uygulayan halkın temsilcileri ile devlet kurumlarıdır. Kuşkusuz, gerek MGK gerekse TSK, bu sorumluluğu paylaşmaktadır.

Parlamenter demokratik siyasal sistemde, silahlı kuvvetlerin, zaman zaman meclisi görmezden gelerek siyasî karar alma sürecine müdahale etmeye başlaması kuşkusuz sistem için yaşamsal bir sorundur (hele TSK, bir siyasal parti hakkında açıkça beyan ve suçlamalarda bulunmaya, TSK üyeleri belediye başkanlarını azarlamaya ve tiyatro oyunlarını değerlendirip oyuncular hakkında suç duyurusunda bulunmaya başladıysa). İnsan hakları, hukuk devleti, düzgün yargı gibi temel demokratik ilkeleri yaşama geçirecek ve geliştirecek olan güç, parlamento ve yurttaşlık bilincidir; askerî güç değil. Hattâ bu gücün çoğu zaman demokratik hedeflere ulaşmada bir engel oluşturabileceği dahi söylenebilir. Örneğin 1982 Anayasası’nda, askerî yargı ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yer alan askerî üye konuları, tüm anayasa tartışmalarında, demokratikleşmenin önündeki engeller olarak sergilenmektedir. Dolayısıyla, ülkenin üniter yapısının korunmasının, şeriatçı akımlarla ve faşizmle mücadele edilmesinin önemi yadsınamaz olmakla birlikte, bu mücadelenin neferlerinden olduğunu savlayan TSK’nın kendi tüzel ve siyasî konumunun tartışılması da bir o kadar önemlidir.

Ancak, siyasal karar alma mekanizmalarının işlemediği, toplumsal şiddet ve kargaşanın yoğunlaştığı, gerici ve faşist güçlerin yaşamı tehdit ettiği bir ortamda, demokrasinin ve laikliğin yıpranmasını önleme iddiasını taşıyan bir tek sağlam kurum kaldığı inancı, toplumda, hattâ siyasetçiler ve aydınlar arasında dahi genel kabul görmeye başlamıssa, sorun nasıl çözülecektir? TSK’nın müdahalelerine karşı direnme, gün aşırı dinci şiddetin simgesi haline gelen toplu mezarların bulunduğu ve bu ürkütücü tablonun bir siyasal parti tarafından “suni gündem” olarak değerlendirildiği ülke koşullarında, gerici, faşist güçlerin egemenliği sonucunu mu doğurur? Kuşkusuz bu sorulardan, demokratik siyasal sistemin tıkandığı durumlarda silahlı güçten yardım ummak gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. İnsan hakları, hukuk devleti ve demokrasiye bağlılık, kanımca en zor koşulda bile çözümü demokratik siyasal sistem, parlamento ve katılımcı yurttaşlık bilincinde aramayı gerektirir.

Bu çerçevede, anayasa değişikliği çalışmalarının da gündemde olduğu günlerde, TSK ve MGK’nın anayasal konumları ile ilgili birkaç öneri sunulabilir:

MGK, sivillerin çoğunlukta olduğu bir kurum haline getirilmeli, ‘milli savunma’ ile sınırlı olmalıdır. Dolayısıyla 1960 öncesine, 1949’a dönülmeli, ‘milli güvenlik’ gibi kapsamlı ve belirsiz bir kavramdan kurtulunmalıdır.

MGK’nın görüşleri, öneri niteliğini aşmamalı, MGK devletin en yüksek karar organı olma iddiası taşımayan bir kurum haline getirilmelidir.

Yasal ve anayasal dayanağı olmayan, yarı askerî bir rejime yol açma olasılığı bulunan Kriz Yönetmeliği yürürlükten kaldırılmalıdır.

Ancak tüm bu tüzel önerilerin gerçekleşmesi de tek başına devlet sisteminin demokratikleşmesini sağlamayacaktır. Gerekli ancak yeterli değildirler. Bu nedenle asıl olarak gereksinim duyulan, bilinçli yurttaş, demokratik devlet ve mumla aranmayan bir TBMM’dir.

G. Güngör Feyzoğlu-A.Okutan-T. Durukan (1981), Askerin Din Bilgisi, (Ankara: T.C. Genelkurmay Başkanlığı Kara Kuvvetleri Komutanlığı Yayını).

Aybay, Rona, (1978), “Milli Güvenlik Kavramı ve Milli Güvenlik Kurulu”, A.Ü.SBF Dergisi, 33/ 1-4:59-82

Bora, Tanıl (1997), “Devlet ve Ülkücüler: Karşılıklı Bir Aşk”, Birikim, 93-94/53-56.

Erdoğan, Mustafa (1990) “Silahlı Kuvvetlerin Türk Anayasa Düzeni İçindeki Yeri”, A.Ü. SBF Dergisi, XLV/1-4:309-334.

Hale, William (1996), Türkiye’de Ordu ve Siyaset, 1789’dan Günümüze, Hil Yay.

İba, Şaban (1998), Ordu Devlet Siyaset (İstanbul: Çivi yazıları).

İnsel, Ahmet (1997), “MGK Hükümetleri ve Kesintisiz Darbe Rejimi”, Birikim, 96/15-19.

M.Ali Birand (1986), Emret Komutanım (İstanbul: Milliyet).

Öztürk, Kazım (1966), Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Cilt 3 (Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları).

Öztürk, Metin (1993), Ordu ve Politika (Ankara: Gündoğan).

Savcı, Bahri (1961), “Türkiye’de Devlet Hayatında Askeri Mahiyetin ve Tesisin Seyrine Bir Bakış”, A.Ü. SBF Dergisi, 16/ 3:39-45.

Soysal, Mümtaz (1986), 100 Soruda Anayasanın Anlamı (İstanbul: Gerçek).

Şahin, Muzaffer (1998), MGK 28 Şubat Öncesi ve Sonrası, (Ankara: Ufuk).

Şen, Serdar (1996), Silahlı Kuvvetler ve Modernizm (İstanbul: Sarmal).

Tanör, Bülent (1996), Türkiye’de Demokratikleşme Raporu (İstanbul TÜSİAD).

Üskül, Zafer (1997), Siyaset ve Asker (Ankara: İmge).

Yazıcı, Serap (1997), Türkiye’de Askeri Müdahalelerin Anayasal Etkileri (Ankara: Yetkin).

[1] Şer’iye ve Evkaf ve Erkanı Harbiyeyi Umumiye Vekaletinin İlgasına Dair Kanun, R.G. 6.3.1924- 63.

[2] Genelkurmay Başkanlığının Vazife ve Selahiyetleri Hakkında Kanun, R.G. 13.4.1944- 5729.

[3] Milli Savunma Bakanlığının Kuruluş ve Görevlerine Dair Kanun, R.G. 3.6.1949- 7223.

[4] Milli Savunma Yüksek Kurulu (MSYK)’nun oluşumu, görev ve yetkileri şöyle özetlenebilir: Cumhurbaşkanı MSYK’nin doğal başkanıdır. 2. MSYK, milli savunma işlerini düzenlemekle sorumlu olan Başbakan’ın başkanlığı altında ve onun teklifiyle Bakanlar Kurulu tarafından seçilecek bakanlar, Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı’ndan oluşur. 3. Topyekün milli seferberlik planını barışta hazırlar ve gereğinde tam olarak uygulanmasını sağlar.4. Hükümetçe takip edilecek milli savunma politikasının esaslarını hazırlar.

[5] NSC’nin oluşumu şöyleydi: Başkan, Başkan Yardımcısı, Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı, Merkezi Haberalma Dairesi (CIA) Başkanı, Genelkurmay Başkanı, Ulusal Güvenlik Danışmanı ve yardımcısı ile Konsey Genel Sekreteri.

[6] Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu tarafından düzenlenen 110. madde söyleydi: “Milli Savunma Yüksek Kurulu, kanunun gösterdiği Bakanlar ile Genelkurmay Başkanlığından kurulur. Milli Savunma Yüksek Kuruluna Cumhurbaşkanı başkanlık eder; bulunmadığı zaman bu görevi Başbakan yapar. Milli Savunma Yüksek Kurulu, savunma ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna bildirir.” Öztürk, 1966, C.3: 3135.

[1961] Anayasası hazırlık çalışmaları sırasında, İstanbul Üniversitesi Anayasa Komisyonu ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari İlimler Enstitüsü’nün Anayasa Ön Tasarısında da konuyla ilgili öneriler yer almıştır. İstanbul Üniversitesi’nin tasarısının dördüncü bölümünde “Devlet Yardımcı Kurulları” başlığı altında, Milli Savunma Şurası kurulması önerilmiştir. Kurulun oluşumu anayasadaki düzenlemeye benzerdir. Görevleri ise, ulusal gücü yaratmak için gereken planları hazırlamak, yurdun askeri ve sivil topyekün savunmasını sağlamak, bu alanda gereken önlemleri saptayarak Bakanlar Kuruluna önerilerde bulunmak şeklinde sayılmıştır. Ayrıca, ulusal savunmanın sağlanması ve konuyla ilgili önlemlerin uygulanmasından Bakanlar Kurulu’nun sorumlu olacağı vurgulanıyordu. Tanilli,1976:198-199. A.Ü. SBF’nin tasarısında ise, Üçüncü Bölüm’de TSK’nın kullanılması, yurt savunması ile ilgili hükümler bulunmakla birlikte, MGK ya da benzeri bir kuruluş yer almamıştır. Öztürk,1966,C.1:375 vd.

[7] Temsilciler Meclisi’nde, Belen’in konuşması, Kurul’un isminin neden değiştirildiğini de açıklayıcı nitelikte: “Muhterem arkadaşlarım Millî Savunma Yüksek Kurulunun bir Anayasa müessesesi haline getirilmesinden çok bahtiyarlık duymaktayım. Bu kurul, bütün memleketlerde vardır. Fakat pek azında Anayasaya girmiştir. Bizde bir Anayasa müessesesi haline gelmesi çok faydalı olacaktır. Bizde bir Millî Savunma Yüksek Kurulu mevcuttur. 1950 senesinde ben de Bakan olmam dolayısıyla bu Kurulun azası idim. Bu kurulun bir kanunu vardı. Bu kanunda her ay toplanması kaydı mevcut olduğu halde 8 ayda iki kere toplanabilmiştir. İşte bunun işleyebilmesi için Anayasa müessesesi haline getirilmesindeki faideyi arzetmek için hatırlatmış oluyorum. Eski Kanuna göre Millî Savunma Yüksek Kurulu yalnız Sivil Savunma işleriyle meşguldü. Arkadaşlar bu kafi değildir. Bugün harbin sevk ve idaresi hükümete aittir. Harekatın sevk ve idaresi Genelkurmay Başkanlığına aittir. Bu Millî Savunma Yüksek Kurulunu Anayasa müessesesi haline getirdiğimize nazaran, memleketin savunma vazifelerinin de verilmesini gerektirir ki, bunu İstanbul tasarısı dikkate almıştır. Orada “Millî Savunma kurulu, millî gücü meydana getirmek için gereken planları hazırlamak, yurdun askerî ve sivil topyekûn savunma teşkilatını ve bu alanda gereken tedbirleri tesbit ederek Bakanlar Kuruluna tavsiyelerde bulunmakla görevlidir” kaydı vardır. Öztürk, 1966: 3135-36

[8] 11.12.1962 gün ve 129 sayılı Milli Güvenlik Kurulu Kanunu, R.G. 19.12.1962,11286.

[9] Doğrudan MGK ile ilgili olmamakla birlikte, 1961 Anayasası ile 1949 yılından geriye gidilmiş ve Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı’nın bir dairesi olmaktan çıkarılarak görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan’a karşı sorumlu tutulmuştur (md.110). Aynı düzenleme 1982 Anayasası’nda da vardır.

[10] ‘Görüş bildirmek’ ve ‘tavsiye etmek’ arasında anlam farkı vardır. Bu sözcük farkları, MGK’nın ‘danışmacı’ niteliğinde pek bir değişiklik yapmamakla birlikte, ‘tavsiye’nin daha güçlü bir sözcük olduğu söylenebilir. Duran’ın deyişiyle, “tavsiye en azından eşitlerin birbirine verdiği direktif anlamını içerir ve muhatabının serbestliğini az çok kısıtlar.” Duran, 1977:110. Dolayısıyla bu değişiklikle, tüzel açıdan önemli bir fark olmakla birlikte, bu etkinliğin artık daha çok ciddiye alınması yönünde bir istek olduğu da söylenebilir.

[11] Askerlerin sivil yönetim üzerinde etkili olmasını sağlayan önemli araçlardan biri sıkıyönetim uygulamaları olmuştur. Cumhuriyet tarihinin önemli bir bölümü sıkıyönetim uygulaması altında geçirilmiş, durum böyle olunca, askerler iç politikanın yakın takipçisi haline gelmiştir. Yani sıkıyönetim dönemleri askerleri dolaylı olarak politikaya sokmuştur denebilir. Üskül bu durumu şöyle dile getirmiştir: “Ülkenin şurasında ya da burasında sıkıyönetimin uygulandığı sürenin toplamı oldukça çarpıcı; Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923’ten son sıkıyönetim uygulamasının sona erdiği 19.7.1987 tarihine kadar geçen süre 63 yıl 8 ay 20 gün. Bu süre içindeki sıkıyönetim uygulamalarının toplam süresi ise 25 yıl 9 ay 18 gün. Yani söz konusu sürenin % 40’ı kısacası, Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümetleri, 25 yıl 9 ay 18 gün boyunca ülkeyi sıkıyönetimsiz yönetemediler. 19 Temmuz 1987’den 31 Temmuz 1996’ya kadar geçen 9 yıl 11 günlük sürede uygulanan olağanüstü hal yönetimini 25 yıl 9 ay 18 günlük süreye eklemek gerekiyor ayrıca.” Üskül, 1997: 72-73. Bu sıkıyönetim ilanları 12 Eylül 1980’de tüm ülkeyi kapsamıştır.

[12] MGK toplantısı sonunda yapılan açıklama metni için bkz. Şahin, 1998:76-78.

[13] Bu noktada TSK’nın laiklik anlayışına kısa da olsa değinmek yararlı olabilir: TSK’nın, tarihsel süreçte dinsel alana kapsamlı bir müdahalesi olduğu söylenebilir. Asker, dini, devletin halkın gözündeki meşruluğunu pekiştirmek için kullanmıştır. Eğitime büyük önem veren TSK’nin, asker yetiştiren okullarda kullandığı din kitapları, ordunun, sadık asker ve yurttaş yetiştirmek için dinî duyguları nasıl kullandığını sergilemektedir. Örneğin Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın hazırlattığı, 1981 tarihli, Askerin Din Bilgisi adlı kitapta, bu eğilim açıkça görülmektedir. Kitapta iyi asker yetiştirmek için sürekli olarak hadis ve ayetlere başvurulmuştur. Allah’a ve Peygambere itaat, devlete, yasaya itaattir. Devlet, vergiye ihtiyaç duyar. Bunu da dinle bağlantılarlar. İslam insanlara bazı haklar tanımıştır. Bunlardan biri de mülkiyet hakkıdır. Devlet bunu korur, biz de devlete borcumuzu öderiz. Dinimiz vergiyi büyük bir fazilet saymıştır. Vergi kaçırmak, kul hakkı yemektir. Yani devlete karşı gelmek, Tanrı’ya karşı çıkmaktır. Askerler demokrasiyi bile Kuran-ı Kerim’den öğrenirler. “Kuran-ı Kerim’de ve hadislerde herhangi bir devlet biçimi belirtilmemiştir. Fakat, iyi bir devlet yönetiminin özellikleri, iktidarda bulunan kişilerin uymaları gereken esaslar açıkça belirtilmiştir. Bunları incelediğiniz zaman, İslam dininin, insanlara demokratik bir devlet düzenini öğütlediğini görürüz. Demokrasinin esaslarını oluşturan ilkeleri, birçok ayet ve hadislerde bulmak olanağı vardır.” (Feyzioğlu, Okutan, 1981:171) Görüldüğü gibi laik Türkiye Cumhuriyeti’nin koruyucusu rolünü üstlenen TSK, eğitimde dini unsurlara çokça yer vermiştir. Bu eğilim 1920’lerin sonunda başlamış ve günümüze dek sürmüştür. 12 Eylül darbesinin ardından dinci eğilimin güçlendiği söylenebilir. Bu durumda, korunmaya çalışılan ‘laik devlet’ nasıl bir devlettir sorusu akla gelmektedir. Bunun yanıtını Şen şöyle veriyor: “Ülkedeki özgün gelişim ve zorunlu askerlik mekanizmasıyla birlikte zor aygıtı olmanın dışında işlevler yüklenen ordu, laiklikten çok, devletin araca indirgenmiş din anlayışı üzerinde yükselen laiklik yorumunun, uygulamalarının güvencesi bir kurum konumuna getirildi.” Şen, 1996:95. Yani, laik devletin, hükmedebileceği bir dinsel alan yarattığı söylenebilir.

[14] İrtica Brifingi’nin tam metni için bkz. Şahin, 1998:111-124. 11 Hazirandaki brifinge geçmeden önce, TSK’nın brifing verme alışkanlığının yeni olmadığını söylemekte yarar var. Genelkurmay Başkanlığı 1967 yılında da bir brifing vermiş ve devletin sorunlarını aktarmış, amaçlarını sıralamıştır. Ordu bu tarihte, halkı rejimle bütünleştirmek için çaba harcıyor, Cumhuriyetin yeni insan tipini yaratmayı amaçlıyordu. 1967’de, TSK’nın askerlik dışı etkinlik alanları şöyle sıralanmıştı: 1.Okuma-yazma kursları ve kıtalarda eğitim verilmesi 2.Teknik kurslar açılması, 3.Ağaçlandırma çalışmaları, 4.Kardeş köy çalışmaları, 5.Tarım alanındaki çalışmalar, 6.Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) kanalıyla gerçekleşen yatırımlar. Şen,1996:128. Görüldüğü gibi bu dönemde TSK, okuma yazma öğretiminden, ‘kardeş köy’ uygulamasına kadar pek çok alanda etkindi. TSK, Cumhuriyet’in hedef olarak Batı Medeniyetini seçtiğini ve bu yolda maddi, manevi tüm olanakların seferber edileceğini belirtiyordu. Genelkurmay’ın 1997 yılındaki brifingleri de bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bu brifinglerin de, ordunun devlete bazen yardımcı bazen de öncü olma eğiliminin sonucu olduğu söylenebilir. Yani TSK’nın etkinlikleri yalnızca darbe dönemiyle sınırlı değildir; çok daha sürekli ve geniş bir alanda etkili olmuştur.

[15] Bora, Klaus Theweleit’in “Maennerphantasien” (3.baskı, Deutseher Taschenbuuch Verlag, Münih, 1995) adlı eserindeki, Nazilerin anne imgesi incelemesinden esinlenerek, devlet-ülkücü mafya ilişkisindeki değişim konusunda şunları söylüyor: “Ülkücülerin devlet hizmetindeki ilk on yılını babasına hayran bir oğlanın davranışına benzetebiliriz. Devletin onlara tavrı da, güngörmüş ve kudretli bir babanın haylaz küçük oğluna davranışı gibiydi. ’70’li yıllardan 12 Eylül dönemine uzanan ikinci dönemde, ülkücülerin devletle ilişkisi babayla ‘delikanlı’nın ilişkisine döndü. Ülkücülerin, öpmek için uzandıkları elin, babanın 12 Eylül’de attığı tokat, haddini epeyce aşmış bir delikanlı-oğula atılmış ciddice bir tokattı. Son yıllarda ise bu baba-oğul ilişkisinin neşeli günlerde arkadaşça beraber içki içilen, ama oğlanın- bazen basbayağı diklendiği ve el kaldıracak yaşı da geçtiği bir evresindeyiz. Bu amatör baba-oğul psikanalizini biraz ileriyse götürürsek, ilişkideki bu zor safhada, ülkücülerde ‘babayı öldürme’ fantezisinin de işaretlerini bulabiliriz. Babayı öldürüp onun yerine geçmek, anneye, yani memlekete bizzat sahip olmak demektir. Öte yandan babanın ölmesi, örtük olarak annenin cezalandırılmasıdır. Bu fantezi, anneyi kocadan, erkekten ebediyyen yoksun kılar, mağdur, kendini çocuklarına adamış, fiilen yaşamasız bir anıt olarak yüceltir. Anne (baba varken bile!), bu yaşamasızlığıyla, bu kahrıyla sevilir. Ülkücülerin anneyle, yani vatanla ilişkisi, vatanlarını sevme biçimi, babayı öldürme fantezisinin bu veçhesine mükemmelen uymuyor mu?” (Bora, 1997:54.)

[16] 5.11.1997 günü Hürriyet’te verilen bilgiye göre, MGSB dört kez güncelleştirilmiştir. Belge 1960’lı yılların ortasında geliştirilmeye başlandı ve Türkiye için en büyük tehlikenin komünizm ve dolayısıyla dağılan SSCB olduğu vurgulandı. 12 Eylül‘den sonra bir kez daha ele alındı. Daha sonra 1991’de SSCB’nin dağılması ile ortaya çıkan gelişmeler, belgenin güncelleştirilmesini gerektirdi. Bu kez İran ve Yunanistan öncelikli sırayı aldı. Refahyol ile bu kez gözler irtica tehlikesine çevrildi.