Anarşizmin Bugünü mü, Ölümü mü?

HANS-JURGEN DEGEN

Anarşizmin Bugünü - Tavırlar

Ayrıntı Yayınları

İstanbul 1999

Anarşizmin bugünü mü,

ölümü mü?

GÜN ZİLELİ

Çağdaş yazarların makalelerinden, “Anarşizm üzerine” bir derleme daha. Tek tek bireylerin kitap yazmasının epeyce zorlaştığı sürat çağında, farklı makalelerden bu tür derlemelerle oluşturulan kitapların sayısında giderek bir artış olacağı tahmin edilebilir.

Kitabı derleyen Hans-Jürgen Degen, “Anarşizmin Bir Geleceği Var mı - Birkaç Not” adlı, dikkatle incelenmesi ve bence kitabın en ciddiye alınması gereken kendi makalesinin de içinde yer aldığı on makaleyi, farklı konuların yanısıra, çoğulcu bir anlayışla, farklı perspektiflerdeki yazarlardan seçmiş. Gerçi bu tür derlemelerin, farklı konularda ve farklı perspektiflerde olmasının, okuyucunun belli noktalara yoğunlaşmasını önlemek gibi olumsuz bir yanı olduğunu da kabul etmek gerekir. Bu tarz bana, insanın derinlemesine hiçbir şeye yoğunlaşmaması, ama her şeyden biraz almasına yönelik medyatik tarzın yayın alanındaki bir devamı gibi geliyor.

Neyse, ben de zaten, kitaptaki bütün makaleler üzerinde ahkâm kesecek değilim. Kadim alışkanlıklarıma uygun olarak belli bir noktada yoğunlaşmak istiyorum. Üzerimde durmak istediğim makalenin adı, oldukça şenlikli: “Neyse ki Özgürlüğe Doğru Gidiyor - Özelleştirme Üzerine Liberter Perspektifler”. Kitabın sonunda, yazarlar hakkında verilen bilgilerden, makalenin yazarı Iwa Tim’in, çoğu 1950’li yıllarda doğmuş, oldukça genç sayılabilecek bir kuşaktan olan diğer yazarların tersine, 1932 doğumlu olduğunu, desinatörlük yaptığını ve bir sanayi kuruluşunun işyeri konseyinde görevli olduğunu öğreniyoruz.

Batı’nın diğer kentlerini bilmiyorum ama, Londra’da sokakta yürürken, ya da alışveriş yaparken, suratı asık kalabalığın arasında, yaşlı bir adamın, eski bir melodinin nağmelerini, etrafına hiç aldırış etmeden, oldukça yüksek bir tonda, son derece büyük bir mutluluk içinde, ıslıkla terennüm ettiğini görürsünüz. Sanki adam, çevresine aldırış etmemesiyle övünmektedir, ya da o yaşlı haliyle ne kadar mutlu olduğunu gösterip kasvetli kalabalıkla dalga geçmekte ya da onlara nispet yapmaktadır. Iwa Tim’in makalesinin başlığı ve içeriği, onun yetmişe yaklaşmış yaşıyla birleşince, bana Londra sokaklarında sık sık rastladığım bu mutlu fütursuz ihtiyarları hatırlattı. Islıkla çaldığı “Neyse ki, özgürlüğe doğru gidiliyor, çocuklar” adlı melodinin ise sona eren yüzyılımızın başlarında bir ölçüde etkili olup, giderek demode hale gelen bir ekolün repertuvarından alındığını sanıyorum.

Tim’in görüşlerine temel yaptığı kapitalizm tahlili, bu tahlile dayandırdığı “özgürlükçü piyasa” görüşü net olduğu kadar da hafif: Kapitalizm tekel demektir, öyleyse tekellerin kaldırılması anlamına gelen özelleştirme kapitalizmi can damarından vuracaktır (s. 35). “Ekonomik bağımlılık ve hele de ‘kitlesel yoksulluk’ tekelciliğin marifetidir; yarışmanın ya da serbest rekabetin değil. Zenginlik her zaman, rekabetten korkacak şeyi olan, fiyatları dayatan ve ‘tekel’i sayesinde emek piyasasına egemen olan işletmelerin elinde toplanmıştır” (s.48). “Başka bir anarşist anlayış ise, anarşist ekonomik teorinin ‘serbest rekabet’e, üretim araçlarına (ve toprağa) serbestçe ve eşit erişim hakkına ve bunun sonucu olarak ‘kapitalist olmayan pazar ekonomisi’ne dayandığını ileri sürer” (s. 36). “Kâr elde etmek saçmalık değil, gerekliliktir; kârın devletin ya da bir ‘azınlığın’ elinde tekelleşmesi önlenmelidir” (s. 60). “Devletin sınırlandırıldığı, ayrıcalıklarının elinden alındığı, yurttaşın hesap sorduğu, alternatif ve bağımsız davranış için serbest hareket alanı talep ettiği ve kabul ettirdiği her yerde, bilgi alışverişinin devlete ait olmayan ‘medya’ üzerinden gerçekleştiği her yerde, her özelleştirme, ekonomik ve sosyal gerçekleri de değiştirecektir” (s. 47).

Iwa Tim’in bu görüşleri geliştirmesinde, bir sanayi kuruluşunun işyeri konseyinde görevli olmasının ne kadar rolü olmuştur, elbette bunu bilmemiz mümkün değil, ama görüşlerine bakarak rahatlıkla, onun, Benjamin R. Tucker’in[1] savunuculuğunu yaptığı Amerikan bireyci anarşizm okulunun görüşlerinin takipçisi olduğunu söyleyebiliriz. En azından, Tim’in görüşleri, bu akımın görüşleriyle büyük benzerlik taşımaktadır. Şimdi yukarıda alıntıladığımız görüşlere kısaca değinelim.

Birincisi, kapitalizm, tekelcilik değil, ismi üstünde sermayecilik demektir. Eğer tekelcilik olsaydı, o zaman bu isim verilirdi. Sermaye, tekellerle birlikte değil, mübadele ile birlikte yükselmiştir. Yani kapitalizmin beşiği, tekel değil, serbest rekabettir. Tekel, bu beşikte büyüyen çocuğun adıdır, yani tekel yalnızca bir sonuçtur.

Özelleştirme, tekellerin kaldırılması anlamına gelmez, devlet tekellerinin özel tekellere devredilmesi anlamına gelir, bu yüzden de özelleştirme, kapitalizmi can damarından vurmaz, devlet tekellerinin demode olduğu koşullarda daha dinamik özel tekellere inisyatif tanıyarak kapitalizme can verir.

Tekelcilikle, yarışma ve serbest rekabet birbirinin zıddı değil, birbirlerinin devamıdırlar. Yarışma ve serbest rekabet, bu rekabetin galiplerinin tekelleşmesiyle sonuçlanır. Mağlupları yutarak tekel haline gelen holdingler, bu kez, birbirlerini yutmak için, daha üst düzeyde bir yarışma ve rekabete girişirler. Bu, sonunda, en büyük tekellerin baskı ve savaş araçları olan devletlerin rekabet ve savaşı noktasına kadar ulaşır. Devletlerin savaşı da rekabeti önlemez. Bu kez galip devletler arasında rekabet sürüp gider. Bu bakımdan, bir yerde rekabet varsa tekelleşmenin, tekelleşme varsa rekabetin kaçınılmaz olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kapitalist olmayan pazar ekonomisi diye bir şey olamaz. Bu, tekerlekleri ve rayları olmayan tren gibi bir şeydir. Pazar ekonomisi ile kapitalizmi ayırmaya Amerikan bireyci anarşistlerinin öncüsü Benjamin T. Tucker bile teşebbüs etmemişti. O yalnızca, Amerikan Tek Vergici geleneğini sürdürerek, devletin özel mülkiyete müdahalesine karşı çıkmakla yetinmişti. Özel mülkiyetin, bir ölçüde bakir alanların işgâliyle (daha doğrusu Amerikan Kızılderililerinin imhası ve sürülmesiyle) gerçekleştiği 19. yüzyıl Amerika’sında, böylesi bir özgürlükçü-milliyetçi bir yönü olduğu kabul edilebilir. Ama iş, Amerikan topraklarındaki küçük ve dar özel mülkiyetten, çağımız kapitalizminin bu tür bir özel mülkiyeti bile silip süpürdüğü bir ortamda, kapitalizmin işleyiş mekanizmasından başka bir şey olmayan pazar ekonomisinin savunulmasına gelip dayandığı an, kantarın topu iyice kaçırılmış olmaktadır. Nitekim, Tim, kâr elde etmenin gereklilik olduğunu söyleyerek varacağı son noktaya varmıştır. Kârın kaynağı artı-değer sömürüsüdür ve kârın bir azınlığın ve devletin elinde tekelleşmesi pazar ekonomisinin, rekabet düzeninin doğal sonucudur.

Tim, bilgi alışverişinin devlete ait olmayan bir ‘medya’ üzerinden gerçekleşmesini öneriyor. Günümüz Türkiye’sinde bu gerçekleşmiştir. “Bilgi alışverişi” devlete ait olmayan bir medya tarafından sağlanmaktadır. Bunun ne kadar özgürlükçü sonuçları olduğunu hep birlikte görüyoruz. Üstelik bu medyanın bu kadar tekel dışı olduğu da ortada. Medyanın “devlet tekelinde” olmaması, onun, Althuser’in deyişiyle “devletin ideolojik aygıtlarından” biri olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmıyor.


Bu yazıyı yazarken oldukça sıkıntı çektiğimi itiraf etmeliyim. Bu sıkıntı, Iwa Tim’in görüşlerinin, insanın tersini ispatlamakta bile güçlük çekeceği ölçüde basit ve bir o kadar da saçma olmasından ileri geliyor. Hani karşınıza bir çocuk çıkıp da, “iki kere iki beş eder” dediğinde, bunun yanlışlığını ispatlamakta nasıl zorlanırsınız, işte böyle bir ruh hali. Aslında önemseyip üzerinde durmayabilirdim bu yazının. Ama Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar, devletçiliğin ve devlet tekelciliğinin karşısında nasıl durduysak, özelleştirmeci liberal akımın karşısında da öyle durmamızı dayatıyor. ANAP’ın, Yargıtay Başkanı’nın, 12 Eylülcü siyasî yapıyı hedef alan ve desteği hakeden konuşmasını fırsat bilerek başlattığı “devleti küçültme” liberal atılımı, aslında yıllardan beri işlenen liberal fikriyatın politik düzlemde su yüzüne çıkmış şeklidir. Bu “devleti küçültme” operasyonunun arkasındaki gerçek niyeti, Ömer Laçiner çok güzel açıklıyor: “... neo-liberal dalga, mümkün her şeyi ‘pazar ekonomisi’nin ‘yasaları’na terk ederek kendini sadece bu pazarın asayiş ve güvenliği işleviyle sınırlamış bir devlet ideali önermekteydi. Bu ‘ideal devlet’in işlevi, sorumlulukları daraltmış, bu anlamda küçültülmüştü ama bir asayiş -yani legal- baskı, şiddet ve denetim gücü olarak büyümesinin sınırı olmayacaktı” (Birikim, sayı 125-126, Eylül-Ekim 1999, s.14).

Anarşizmi bugüne getiren, onun egemen düzenlere teslim olmama ve isyan ruhudur. Zorba bekçi devletin koruyuculuğundaki özel tekellerin güdümüyle yürütülen liberalizm dalgasının ideolojik plandaki yardımcı kuvveti derekesine düşürmek, onun bugününe değil, ölümüne işaret eder.

[1] Tucker’in bireyci anarşizm fikriyatı ve onun karşısında ye ralan anarşistlerin görüşleri, Paul Avrich’in Amerikalı Anarşist Voltairine de Cleyre’in Yaşamı adlı biyografisinde (Sel Yayınları, Çev. Emine Özkaya, Eylül 1999, İstanbul) etraflı olarak incelenmektedir.