Postmodern söylem, kavram ve tanımları sözümona ideolojik yüklemlerden arındırma gerekçesi altında, örneğin kapitalizm yerine serbest piyasa ekonomisi, bunun mantık ve işleyişinin şu son on-onbeş yılda yarattığı durum ve gidişatına da “küreselleşme” deyimini yerleştirirken, hiç de masum bir işlem, sıradan bir kelime değişikliği yapmış olmadı.
Çünkü mevcut durum ve gidişata “küreselleşme” demek, öncelikle önümüzdeki sorunların kapitalizm ve piyasa mantığının “doğası”ndan kaynaklandığı gerçeğinden söz etmenin gereksiz, işlevsiz olduğu fikrini şu veya bu şekilde onaylamak demektir. Reel sosyalizmlerin çöküşü ve post-endüstriyel toplumların şu son on-onbeş yılda gösterdikleri olağanüstü dinamizm ve eriştikleri güç düzeyi, kapitalizm ve piyasa mantığının başedilemez bir doğası olduğu yargısını öylesine pekiştirdi ki; sorunların kaynağını burada görmek neredeyse bunların çözümü, hattâ hafifletilme imkânı bile yoktur demeye gelir oldu. Bu çıkmazdan bir ölçüde kurtulabilmek için en kararlı anti-kapitalistler bile sorunların kaynağı sorusunu kapitalizmin “doğası”ndan, ölçeği konusuna çevirdiler. Kapitalizmin bizzat kendisini değil, küreselleşmiş olmasını sorunlaştırmak, onun küresel ölçekte işlemesine ket vuran, sınırlayan her faktör, önlem ve düzenlemenin olumlulaştırılmasının, çözüm veya sorun hafifletici sayılmasının da yolunu açar. Buna mukabil alternatif küreselleşme önerilerinin de önünü tıkar, kötürümleştirir. Nitekim bu yüzden mevcut durum ve gidişata en radikal talep ve önerilerle karşı çıkan, ama bunu herhangi bir yerel, ulusal, bölgesel kurumun -örneğin ulus-devlet mekanizmalarının- pekiştirilmesi bağlamında yapmayıp, tam aksine bunların üzerinde etkin, yaptırım gücüne sahip küresel kurumlar öneren, yani aslında pekâlâ alternatif bir küreselleşmeden söz eden hareketler bile kendilerini “küreselleşme karşıtı” diye nitelemeyi yeğleyebiliyorlar.
Öte yandan da sorunlaştırmanın, vurgunun “küresel”lik üzerinde bu yoğunlaştırılması, küresel geçerlilik atfedilen her şeye kategorik olarak karşı çıkan, son derece heterojen bir akımlar, kesimler yelpazesinin de ilgisini çekiyor. Mantığı, yapısı, çıkarları veya sımsıkı yapıştığı statüsü ile, kapitalizmin rasyonelleri kadar temel insan hak ve özgürlükleri, hukuk ve bilim gibi evrensellik iddiasıyla yüklü norm ve değerlerle çatışan soy milliyetçilikten bağnaz dinî hareketlere kadar bir dizi akım... halihazır avantaj ve imtiyazlarını, bunlara borçlu olan kurum, kuruluş ve kesimler... Türkiye’deki gibi kapitalizmin bu evresine kadar tepe tepe kullandıkları sömürü imkânlarını bu yeni dönemde sürdüremeyeceğini kestiren mülk ve sermaye sahipleri... ve elbette kapitalizmin demirbaş mağdurları, düşük ücretliler, kol emekçileri... gibi son derece heterojen bir kesimin dilinde aynı “küreselleşmeye karşıyız” sloganı duyulabiliyor artık.
İlginç olan nokta, küreselleşme karşıtlığının biraraya getirebildiği akım ve kesimlerin, “Güney”in tipik ülkelerinde ve bu arada Türkiye gibi Kuzey/Güney sınır çizgisindeki ülkelerde, Kuzey toplumlarındakinden belirgin biçimde farklı oluşu. Türkiye’de ve tipik Güney ülkelerinde bir önceki paragrafta tarif edilen heterojenlikte bir “küreselleşmeye karşı” oluş görülebilirken; “Kuzey”li toplumlarda “anti-küreselleşme”ci hareketler çok daha homojen bir görüntü veriyorlar. Bunların ilk göze çarpan özelliği, harekete katılanların büyük çoğunluğunun küreselleşmenin iktisaden mağdur ettiği kesimlere mensup olmayışları. Böyle sayılabileceklerin -örneğin Fransa ağırlıklı tarım, gıda tekellerine karşı köylü hareketinin- bile talepleri ulusallık bazında değil küresel düzeyde önlemler içermekte, yani alternatif bir küreselleşmeye açılmaktadır. Köylü kesiminin, talepleri bu nitelikte olsa bile yine de kendi kötüye giden durumu için harekete geçtiğinden, kendisi için bir şeyler istediğinden söz edilebilirse de; Kuzey toplumlarındaki “anti küresel” hareketin en etkin unsurları, kendileri için değil, örneğin Güney ülkelerinin borçlarının silinmesi için veya “Üçüncü Dünya”dan gelen mültecilere insanca muamele edilmesi ve haklar verilmesi için, ya da Kuzey toplumlarında Güney’in sorunlarına duyarsızlaşma biçiminde kendini gösteren, bir aşağılama ve ırkçılık türü olarak yorumlanabilecek tutumları protesto için oluşturulmuş inisyatiflerdir. Ait oldukları Kuzey toplumlarında yoğunlaşmış para sermayenin işlemlerinden alınacak vergilerle yoksul ülkelere yüz milyarlarca dolar aktarılması için mücadele verenler de bunlardır. Genellikle eğitim düzeyi ve nitelikleri yüksek, dolayısıyla kendi hesaplarına gelecek kaygısı olmayan bireyler olup, mevcut küreselleşmenin kaymağını yiyen Kuzey toplumlarının fertleri olarak kendi paylarına düşen refahın bir kısmından feragât etmeye hazırdırlar.
Tam da bu noktada, küreselleşme sürecinin, daha doğrusu bu süreci hızlandıran, ona geri döndürülemezlik özelliği kazandıran bilimsel-teknik gelişmeler dinamiğinin kendilerinde ciddi bir gelecek kaygısı, bir “dışlanma” tehlikesi yarattığı Kuzeyli toplum kesimlerinin -genellikle- yukarıdakinin aksine bir tutum ve yaklaşım içinde olduklarını belirtmek gerekiyor. Bunlar kendi gelecek kaygılarına, dışlanma tehlikesine kilitlenmiş olarak kendi ülkelerindeki o “anti-küresel”ci hareketlerden ya uzak duruyorlar veya tam aksi kampta yani yürürlükteki küreselleşmeye ve onun neo-liberal ideolojisine eklemlenen Kuzeyin neo-faşist, yabancı düşmanı akımları yanında yer alabiliyorlar.
Kuzey’in milliyetçi, neo-faşist ve bu arada fundamentalist dinî akımlarının anti-küresel hareketlerin karşısında yer almaları, onların taleplerine karşı çıkmaları, buna mukabil Güney ülkeleri milliyetçiliklerinin ve dinî hareketlerinin “anti-küresel”liği sahiplenmeleri yalnızca bunların statüleri, refah düzeyleri farklı ülkelere ait oluşları ile mi açıklanabilir? İlk bakışta böyle görünebilir, ama biraz daha yakından incelendiğinde aralarında gayet ciddi bir paralellik olduğu fark edilecektir.
Bu saptamayı yapabilmek için öncelikle Kuzeyin milliyetçi, neo-faşist, fundamentalist kesimlerinin karşı çıktığı -yine Kuzeyli- “küreselleşme karşıtları”nın da öneri ve talepleri ile alternatif bir küreselleşmeyi savunduklarını gözönüne almak gerekiyor. Gerçekten de bu hareketlerin talep ve önerileri topluca ele alındığında, bunların mevcut yerel, ulusal, bölgesel yapılar, kurum ve kuruluşlar üzerinde yaptırım gücüne sahip bir küresel kurumlar ağı anlamına geldiği, var olan ulus-devletler üstü ve arası kuruluşların da daha demokratikleştirilip, her şeyden önce de insanileştirilip bunlarla takviye edilmesinin istendiği görülür.
Ama bu hareketler, bu önerileri ile küreselleşen iktisadî etkinliklerin ürünlerinden yoksul kesim ve halkların biraz daha pay almalarını amaçlıyor değiller sadece. Mal ve hizmetlerin, özellikle de para sermayenin kısıtsız dolaşımını uygarlaşmanın hem dinamiği hem gereği olarak sunan ve buna dayanarak gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun her ülkenin bu “serbest piyasa kural ve yasalarını” eksiksiz uygulaması, içselleştirmesi gerektiğini vaz eden mevcut küreselleşmeye karşı bu hareketlerde temel hak ve özgürlüklerin, hukuk ve demokrasi ilkelerinin en az serbest piyasa kuralları kadar uygarlık dinamiği ve gereği olduğu noktasından hareket ediyorlar ve dolayısıyla da o kuralların her ülkede aynen ve kısıtsız geçerliliği nasıl savunulabiliyorsa; söz konusu hak hukuk ve özgürlükler de her ülkede en az o kurallar kadar geçerli olabilmelidir diyorlar. Yani temel insan hak ve özgürlükleri, demokratik ilke ve değerler, evrensel hukuk ilke ve normları ekseninde bir küreselleşme perspektifi sunuyorlar.
Güney ülkelerinde, örneğin Türkiye’de de yaygın olan küreselleşme karşıtlığının bir türünün tepki duyduğu asıl küreselleşme işte budur. Milliyetçilik, bağnaz dincilik ve despotik devletçilikten beslenenler karması mal ve sermaye dolaşımının küreselleşmesini yararlandıkları oranda pekâlâ benimseyebilirken; hak, hukuk ve özgürlüklerin küreselleşmesine adeta içgüdüsel olarak düşmandırlar. Kuzey-Güney farkı olmaksızın dünyanın bütün milliyetçi, fundamentalist ve otoriter eğilimlerinin ortak noktası budur.
Dünyadaki mevcut durum ve süreç, “küreselleşme” diye nitelendiğinde, küreselleşmeye karşı olma deyimi yerelliği, ulusallığı, bölgeselliği belirgin ve bunu güvence altına alacak kurum, kuruluş ve ilişki türlerine sarılmayı, pekiştirmeyi çağrıştırır kaçınılmaz olarak. Bu da söz konusu formatlara tekabül eden etnik, milliyetçi akımların, -“küreselleşme”nin hegemonik, merkezi bölgesi dışında- belli bir kültür-uygarlık alanı olarak tanımlanabilen bölgelerde yaygın dinlerin siyasallaşmış yorumlarının küreselleşme karşıtlığını “doğal olarak” sahipleneceklerini akla getirir.
Nitekim, Türkiye gibi Kuzeyin periferisinde yer alanlar da dahil Güney ülkelerinde geniş kesimler üzerinde etkili olan küreselleşme karşıtı propaganda temaları ve ülkenin siyasal-ekonomik hayatında ciddi sonuçlar yaratabilen “küreselleşme karşıtı” eylem ve tutumlar bu akım ve güçlerin eseridir. Bu ülkelerde Kuzey ülkelerindekine benzer “küreselleşme karşıtı” hareket ve akımlar pek gelişememiş, geleneksel solun, mevcut küreselleşmenin iktisadî sonuçlarına odaklanmış “küreselleşme karşıtı” ajitasyonlarda bir çıkış yapma beklentisi de tutmamıştır.
Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye de dahil Güney ülkelerinde malların ve paranın sermayenin aynı kural ve “yasa”lara göre dolaşımı anlamında küreselleşmeye -zayıf anti-kapitalist akımlar hariç- açıkça karşı çıkış pek görülmez. “Küreselleşme öncesi” ve sonrasının iktisadî verileriyle bir kıyaslama yapıldığında merkez -Kuzey- ülkeleriyle mesafeleri çok daha açılmış, özellikle malî bağımlılık ve sömürü katlanmış, ülke içinde gelir uçurumları çok daha derinleşmiş, işsizlik ve “dışlanma” daha da artmış olsa da; Güney ülkelerinin hiçbirinde bu süreç boyunca ne egemen Kuzeye karşı ne de “içeride” yoksullaşan kitlelerin millî egemenlerine karşı gerçek bir isyan olmaması bunun kanıtıdır. Her ülkeye ilişkin bir dizi özgül nedenden sözedilebilir ama kanımca asıl ve ortak bir nedeni vardır bunun. Reel sosyalizm karşısındaki “zaferi” ve bilhassa post-endüstriyel aşamaya sıçraması ile Kuzeyli kapitalist toplumlar, Güney toplumlarının gözünde başedilemez, karşı durulamaz bir güçlülük ve üstünlük konumundadırlar artık. Dolayısıyla da oradan empoze edilen bir düzene kendi imkân ve koşulları elvermese de uymaya çalışmaktan başka yol yoktur. O nedenle de bu ülkelerin ithal ikame ve gümrük politikalarıyla palazlanmış, dışa açılma yeteneği ve güveni de olmayan “millî burjuvazi”si başta olmak üzere küreselleşmeden başlangıçta zarara uğrayacağı kestirilebilen kesimler, ancak uyarlanma sürecini geciktirmeye çalışmak kadar bir “küreselleşme karşıtlığı” gösterebilirler.
Ama malûm olduğu üzre neo-liberal küreselleşme özellikle küçük ve orta çapta birimler açısından çetin bir rekabetin bir cangıldaki kadar insafsızca hüküm sürdüğü bir ortam demektir. Burada ülke, topluluk ve bireyler olarak kendisinden daha güçlü olana karşı sarf edilecek mücadele enerjisinin boşa gitmesi hattâ ölümcül sonuç vermesi pek muhtemeldir. Dolayısıyla da var kalma stratejisi mücadele enerjisinin denk, denklik iddiasında bulunabilecek ve zayıf rakiplere teksif edilmesine dayanır.
Malların, paranın, sermayenin -yani maddi gücün- aynı kural ve yasalara göre dünya ölçeğinde dolaşımı anlamında küreselleşmeye itiraz bile edemeyen Güneyin milliyetçi, fundamentalist ve arkaik devletçi akımlarının hukuk, temel hak ve özgürlükler, demokratik ilke ve değerlerin dünya ölçeğinde aynı düzeyde geçerli olması anlamında, bir “alternatif küreselleşme”ye açıkça tepki ve düşmanlık göstermesinin, direnmesinin nedeni de burada aranmalıdır.
Bu tepki, düşmanlık ve direnmenin ele alınacak yöre, ülke ve bölgenin hâkim milliyetçi, dinci, devletçi akımında belirgin olduğunu da not etmek gerekir. Bir ülkede kendini öteki milliyetler, azınlıklar üzerinde konumlamış, onları belli bir var olma tarzına mecbur etmiş bir egemen ulusun milliyetçiliği, devlette ve “devletlu” olmanın her türlü güç sahibi kesimin üzerinde bir güç sağlayabildiği bir rejimde bu devletluların devletçiliği, bir ülke veya bölgede sosyo-kültürel ve dolayısıyla da siyasal hayata damgasını vurmuş, diğer din ve mezhepleri azınlık statüsüne itelemiş bir din veya mezhep mensuplarının dinciliği, bu durumlar teşekkül ettiğinden beri o ülke veya bölgedeki “öteki”lere karşı defalarca kullanılmış, semeresi alınmış ve alışılmış bir güçlülük aracının, avantajlar serisinin formülasyonudur. Alternatif küreselleşmenin kural ve yaptırımları bu araç ve avantajları büyük ölçüde kaybettirebileceği için bahsedilen akımlar ve bu akımların etki-hedef kitleleri açısından gayet ciddi bir “tehdit”, “müdahale”, hattâ saldırı anlamına gelir. “Ulus-devlet”ini o ülkedeki öteki milliyetlerden daha fazla sahiplenen hâkim milliyet mensuplarının, öteki dinî topluluklardan daha fazla sahiplenen egemen dinî topluluğun bu egemenlikleri devlet tarafından, devlet imkânlarıyla desteklendiği ölçüde, ulus-devlet tarafından icra edilen “ötekilere” yönelik en ağır ve apaçık hak hukuk ihlâllerine karşı “dışarıdan” yapılan kınamaları dahi “millî varlık ve haysiyete saldırı” diye niteleyebilmelerini sağlatan “mekanizma” budur. Aynı ihlallerin teşhirini içeriden yapanlara “hain” daha da dikkate değer biçimde “dışarının adamı dışarıdan destekli” sıfatı yapıştırmaya alesta oluşun da öyle. Bu kesim sözcülerinin o mekanizmayı perdelemek için sıkça kullandıkları mahût “toplumumuz henüz bu hak ve özgürlüklere gereğince sahip olabilecek erişkinlikte değil” mealindeki pederşahi argüman aslında “güçlü-egemen (etnik, dinî...) topluluk, imtiyaz ve avantajlarından feragat etmek istemiyor” demenin makyajıdır.
Yürürlükteki küreselleşmenin egemenleri bunu herkesten daha iyi bilecek durumdadırlar. Çünkü bizzat kendileri, kendi (“köken toplumları içinde ve arasındaki) tarihleri boyunca meşrûiyeti başından beri tartışmalı imtiyaz ve avantajlarını bile kendilerine karşı verilen dişediş toplumsal mücadeleler sonucu mecburen ve -para ve sermayenin fazlasıyla ikame ediciliğine güvenerek- terk etmişlerdir. Şimdi, kendi köken -Kuzey - toplumları içinde etnik-dinî toplululuklara mağdur kesimlere çoğunluktakilere eşit hak ve özgürlükleri kolayca tanımaları para/sermayenin bu vasfına güvenin artış derecesinin de göstergesidir. Küreselleşme süreci tüm imtiyaz ve avantajları ikame eden para sermayelerin büyümesi ile yürürken, bu sürecin mağdurları, gitgide dibe itilenler, “dışlananlar” bu duruma gelişlerine duydukları tepkiyi, -yukarılarında o durmadan büyüyen, “yükselen” şeyin meşrûiyetini sorgulayamadıkları oranda- yanındaki veya altındakilere yönelterek boşaltabilirler ancak. Bu da “sistem”in işleyişi için gerekli bir ihtiyaçtır. O nedenle de bu yatay tepkileri yönlendirecek, tepki sahibini tepki duydukları karşısında imtiyazlı, avantajlı, özel hak ve güçle donanmış olduğu fikrine inandıracak, bu konumunun meşrûiyetini empoze edecek kanallar da devrede olmalıdır. Milliyetçilikler, fundamentalist akımlar ve “kutsal devlet” savunuculuğu bunun için biçilmiş kaftanlar gibidir.
İster mal ve para sermayelerin dolaşımının dünya ölçeğinde belli standartlara bağlanarak serbestleşmesi, dünyanın tek bir pazar haline gelmesi anlamında -yürürlükteki- küreselleşmeden ister -hiç değilse- hak ve özgürlükler asgari sosyal-iktisadî güvencelerin tüm toplumlar, insanlar için geçerli olmasını talep eden -alternatif- küreselleşmeden bahsedilsin; bunları var ve mümkün olabilir kılan aslî olgu, -deyim yerindeyse- “maddi temel”, insanlığın, Kuzey toplumlarının şahsında “post-endüstriyel” dediğimiz bir üretim aşamasına yükselmiş olmasıdır. Bu temelin varlığı da, insanlığın sorunları, bundan böyle kesin ve dönülmez biçimde küreselleşmiştir ve çözümleri de ancak bu “çerçevede” olabilecektir.
Şüphesiz bu küre, ulusların, ulus-devletlerin hakim oldukları toprak ve denizlerin toplamı olarak da “görülebilir”, bu bölüşmeyi, sınırları ve o hakim olma halinin belirsizleştiği bir düzey ve perspektiften bakılarak dünya tek bir bütün olarak da görülebilir. Yukarıda sözünü ettiğimiz “maddi temel”, daha önceki çağlarda tercih edilebilir, “realist” veya daha işlevsel sayılabilmiş olan ilk “görme biçimi”ni artık hükümsüzleştirmiş, arkaikleştirmiştir. Ama bu bütün “görme biçimleri” gibi ona alışmış zihinlerde etkisini sürdürmediği anlamına gelmez. Ve ayrıca “görüş”ünün doğru olduğunu sandıracak kalıntılar da vardır ortada. Dünyanın ulus-devletler toplamı olarak görülebildiği zamanlarda “kendi” ulus-devleti içinde ve onun tutum ve eylemleri nedeniyle isyan ettirecek derecede ağır sorunlar yaşasa bile, kendi ulus-devletinin öteki ulus-devletlerle rekabet-güç ilişkisinin sorunlarını ve sonuçlarını ilk planda düşünen ve “dünyadaki yerini, konumunu” öncelikle burada belirleyen insanlar, bugün de benzer biçimde düşünmeleri gerektiği izlenimini veren olgularla karşı karşıyalar. Örneğin Kuzeyli ulus-devletlerin yurttaşları dünyanın merkezinde, dünya hiyerarşisinin tepesinde ve geçmişte asla olmadığı kadar rahat, sindirilmiş, güvenli bir üstünlük duygusu içinde konumlandıkları bilgisiyle yaşıyor, duruyorken; hemen hepsi de onlarla giriştikleri rekabet-güç kavgasında defalarca yenilmiş, sömürge, yarı sömürge konumuna düşürülmüş periferi ve Güney ulus-devletlerinin mensupları bu geçmişin verdiği gerilimli aşağılık duyguları ile şimdi bir de post-endüstriyel aşamanın göz kamaştırıcılığını kuşanmış bu ulusların daha da altına itilmiş olduklarını görüyorlar. Kaldı ki, şimdi o Kuzey ulusları aralarındaki sınırları neredeyse kaldırarak, sayısız uluslararası şirketleri, işbirliği kurumları iktisadî, siyasî, askerî ortak organizasyonları ile neredeyse tek bir ulus görüntüsü de veriyorlar. Dünya bu üstün ulusun zirvesinde oturduğu ve yamaçlarında kılına dokunulmaksızın dolaştığı ve iyice eteklerinde de öteki ulusların aralarında didişerek ikamet ettikleri bir dağ gibi görünebiliyor.
Ulus-devletleri özne olarak gören bir tarihin yaklaşık iki yüz yıl sonra geldiği nokta gördüğü manzara budur. Bu durum, birbirlerini pek tanımayan hayvanların salındıkları bir cangılda epey bir dönem cangılın hâkimi olabilmek için bir doğal kavga süreci yaşayıp, karşılıklı güç derecelerini öğrenerek artık hangisinin istediğini yem yapabileceğinin, kimin yiyeceğini nerede ve nasıl bulabileceğinin karşılıklı ilişkilerin içgüdüsel olarak bilindiği “doğal düzen”ine girmiş bir cangıl manzarasıdır adeta.
Ama az önce de belirtildiği gibi bize bu manzarayı gösteren, ortamı bir cangıl, kendimizi de ulus-devlet birimleri -sürüleri- içinde buradan bir egemenlik, hayat kavgası verecek canlılar olarak kabul ettiren bakış açısıdır. Endüstri çağının dünyayı bir hammadde yığını sayan, bu hammaddenin daha çoğuna sahip olmayı, onları ürünleştirmeyi ve bunlara yönelik etkinlikleri daha çok ve verimli yapmayı esas alan mantığında bu doğal olarak sınırlı hammaddenin daha azına sahip olmanın, dolayısıyla daha az maddi ürün elde etmenin zayıflık olduğu durumda, hem hammadde ve üretim için ötekileri bunlardan yoksun kılma amaçlı savaşlar, hem de o hammadde ve üretimin niteliği bu savaşların “ulus birimi” çerçevesinde verilmesini kaçınılmaz kılıyordu.*
Ama şu anda küreselleşmenin “maddi temeli” hammaddelere ve somut nesneler üretimine dayalı endüstri değil, böylesi bir hammaddeye bağımlılığı olmayan, en özet ifadeyle bilgi endüstrileri diyebileceğimiz mikro enformatik, iletişim, genetik, nükleer, uzay teknolojileri ile bunların sonsuzca çeşitlenebilen karmalarından oluşan post-endüstriyel aşamadır. Sözü uzatmamak için gayet anlamlı ve çağrışımlı bir noktanın altını çizmekle yetinelim ki; endüstrinin, paylaşıldığı oranda paylaşanların payının da kaçınılmaz olarak azaldığı hammadde temelli olmasına mukabil post-endüstri, paylaşıldığı oranda paylaşanların payının azalmadığı, aksine paylaşıldığı oranda hem nicelik hem de nitelikçe artma niteliği olan bilgi temellidir.
Dolayısıyla, nasıl endüstri çağı, o temeli nedeniyle bir paylaşım savaşları, bölüşüm mücadeleleri tarihi olmuş, toplumların ve dünyanın düzeni de buna göre belirlenmişse, önümüzde daha henüz açılan post-endüstriyel çağ da, yine temelinin potansiyel imkânı, niteliği nedeniyle daha fazla paylaşmanın, paylaşarak büyümenin, yücelmenin bunun sosyo-politik formlarının bulunup, aralıksızca geliştirileceği bir çağ olmaya adaydır.
Şüphesiz her yeni çağ gibi, bu çağın da başlarında, eskinin zihniyeti, davranış kalıp ve ilişkileri içinde olanlar çoğunlukta olacaktır. Ve yine binlerce yıldır olduğu gibi, başkalarından daha fazla pay almanın -hayvanlıktan sirayet eden- içgüdüsel itkisine, paylaştırma düzenine hükmetmenin büyüsüne ve bunun türevi olan, birilerini yoksun kılmak gücüne, iktidara tapınma duygusuna kapılmış olanlar, her yeni dönem başlangıcında olduğu gibi bu dönemde de egemen konumlardadır ve söz konusu potansiyeli o duygularını tatmin edecek biçimde kullanmayı, onu bu duygularını okşayan toplum ve dünya düzenlerinin eklentisi, pekiştiricisi yapmayı sürdürmek isteyeceklerdir. Neo-liberal “yeni dünya düzeni” projelerinin, yürürlükteki küreselleşmenin anlamı da budur.
Ama henüz başlangıcında olan ve o da kuşkusuz geçmişin daha adil, daha insanî toplum ve dünya düzeni mücadelelerinin zihniyet, yorum, davranış çerçevesi ile işe başlayan dünya ölçeğindeki anti-küresel hareket, kendisinin de alternatif bir küreselleşme olması gerektiği bilincinin derinliğine ne ölçüde varırsa; bu, egemenlerin küreselleşmesinin ömrü de o kadar kısa olacaktır.
(*) Bu sonuncu nokta, bu aslî kaygı olan savaşlar bağlamında, her ulus bireylerinin hem kendi ulusunu hem de öteki ulusları bir bütün, tek bir varlık gibi algılamasını da gerektiriyordu. Yani tıpkı cangılda bir sürünün diğer türlerin sürülerini ayrı bir varlık olarak görmesi gibi. Sürüdeki bir canlının kendi sürü içindeki konumu ve durumu ile bir diğer sürü mensubunun konum ve durumu arasındaki benzerliği kurmaması, bunu onunla daha yakın olma nedeni saymasının söz konusu bile olmaması gibi, endüstri ile eşanlı olan ulus-devlet ideolojisi, milliyetçilik de ulus içinde uğradıkları muamele, itildikleri konum ve sorunları benzer olan ya da aynı toplumsal değer ve idealleri paylaşan farklı uluslardan birey ve toplulukların birbirlerine yakınlaşmalarını, bu bağı ulusları ile olan bağdan üstün tutmalarını, buna göre davranmalarını kategorik olarak yadsır.