Küreselleşme Karşıtı Hareketin Geleceği

Para bizzat cemaat olduğundan,

karşısında başka cemaatlere tahammül edemez.”

Marx, 1857

La Vilette’te üç gün sürecek genel katılımlı toplantılar ve kırk kadar atölye çalışmasında yapılacak çok zengin ancak zorunlu olarak ortalığı kasıp kavuracak tartışma, bizi, La Vilette’te olduğu kadar başka forumlarda da küreselleşme karşıtı hareketin mümkün olduğunca çok sayıda militanıyla paylaşmak istediğimiz ortak fikirlerimizi sentetik bir metinde toplamaya itti. Bu metnin amacı fikir alışverişine ve tartışmaya yol açmak. Bu bakış açısıyla okunacağını umut ediyoruz.

GİRİŞ

“Küreselleşme karşıtı hareketin bir geleceği var mı?” Bu Kasım ayında, Fransa’da yayımlanan bir derginin manşeti buydu. Karşıtlarımızın, basbayağı uluslararası, dolayısıyla “küresel” olan, ancak halkların varlığı ve geleceğini piyasa ve kâra tâbi kılan uluslararası iktisadî düzenle bilinçli bir şekilde mücadele eden bir hareket hakkında yaratmaya çalıştıkları kavram kargaşası üzerinde pek durmayacağız. Dergi tarafından sorulan soruya yanıt elbette ki, olumlu olacaktır. Hareket daha ilk planda iki başarı kazandı: Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (ÇYA) tasarısının geri çekilmesi ve Binyıl Görüşmelerinin (Millenium Round) başlatılması tasarısının Seattle’da başarısızlığa uğratılması. Bunlara, Tobin vergisinin yeniden uygulamaya konması kampanyasını da ekleyebiliriz. ATTAC tarafından üç yıl önce başlatılan kampanya, daha şimdiden ilginç ve eğitici siyasî sonuçlara vardı. Bütün bunlar üzerlerinde biraz durulmayı hak ediyor.

Hiçbir ülke ya da büyük iktisadî ve parasal bölge, henüz bu vergiyi kabul etmedi. Buna karşın, kampanya işin vergisel ve yeniden dağıtımsal yönleri kadar siyasal ve toplumsal yanlarını da kaydadeğer bir biçimde aydınlattı. Aslen köktenci bir duruşa meyilli olmayan iktisatçı ve siyasetçiler dahi sayıları artarak Tobin vergisinin bütünüyle gerçekleştirilebilir olduğunu ve dünya maliyesine bir istikrar ögesi katacağını kabul ediyor.[1] Ancak, “dünyanın yüksek karar makamları” ve onları destekleyenler için Tobin vergisinin gerçekleştirilebilirliğinin ortaya konması pek önem taşımıyor. Reddetmelerinin iki nedeni var: birincisi, verginin kabûlü ve uygulamaya konması, aşağıdan gelen geniş bir uluslararası harekete verilmiş büyük bir taviz olacak; ikincisi, finansal yatırımcıların özgürlüğünü dizginlemeyi hedefleyen önlemler bütününün yalnızca ilki olacak. Ama bu red, Tobin vergisi ve malî küreselleşmenin özellikleriyle uyumlu bir vergi sistemi için mücadele verenlerin kararlılığını güçlendirmekten başka bir sonuç doğurmuyor. Bu red, onları liberalleşmiş ve küreselleşmiş maliyenin toplumsal ve iktisadî temelleriyle her an daha yakından ilgilenmeye yönlendirecek. “Küreselleşmenin yolundan alıkonamazlığı” adına parazit ve yağmacı bir maliyenin koruyuculuğunu üstlenen ve Maliye Bakanlığı ya da diğer iktisadî analiz kurullarında “verginin gerçekleştirilemezliği” dosyasını savunmayı sürdüren siyasetçi ve iktisatçılar güvenilirliklerini kaybetmeye devam edecekler.

Ancak, yürütülmesi çok daha zor küreselleşme karşıtı kampanyalar var. Bunların zorlukları açıklanmaları ve iletilmelerinde ortaya çıkıyor. Ya sorular hitap ettikleri kesimlere ulaşmıyor ya da kampanyalar günümüz küreselleşmesinin -gezegenin en zengin ülkelerinin malî destek fonlarının ya da ulusalüstü şirketlerin hâkimiyeti altında sürdürülen küreselleşmenin- savunucularının karşı saldırı ve savunma araçlarının çok gelişmiş olduğu alanlarda yapılıyorlar. Kampanyalar bazen de, kendilerini “küreselleşme karşıtı” hareketin saflarında ilân eden bazı siyasî ve sendikal örgütlerin siyasî cesaretsizliği ve basiretsizliği yüzünden zorlaşıyor. Emeklilik rejimlerinin değiştirilmesi ve kaynakta kesinti Dünya Bankası, OECD ve AB tarafından düzenlenen ve düzenlenmeye devam eden neo-muhafazakâr karşı-reformların birer örneğidir.

Bu notun devamı, yürütülmesi Tobin vergisi kampanyasından çok daha meşakkatli kampanyaları merkez alıyor. Pek çok halde, mücadeleyi karşı tarafın sahasında sürdürmeyi kabullenmekten başka çare yoktur. Bu durumda, karşı tarafın, marûz kaldığı anlık başarısızlıklardan ders çıkarıp tekrar saldırıya geçme olanaklarına sahip olduğunun bilincinde olmak gerekir. Buna en iyi örnek, bu sonbahar Cenevre’de başlayan hizmet ticaretinin liberalleştirilmesi üzerine müzakerelerin öngördüğü hükümlerin ÇYA’nın içerdiklerinin büyük bölümünü tekrar ele almasıdır.

“Küreselleşme karşıtı hareket”i oluşturan farklı dernekler ve farklı topluluklar eylemleriyle kendi aralarında, siyaset bilimcilerin “alternatif kamusal alan” diye adlandırdıkları şeyi yarattılar. Tüm dünyadan yüzbinlerce kadın ve erkek henüz sınırları belirsiz, ancak amaçları bir o kadar yaşamsal olan hareketin yarattığı oluşuma yöneliyorlar. Hareket, daha şimdiden, kısa zamanda çok büyük umutlar uyandırdı. Bu umutlar genelde dağınık. “Bu dünyanın hâkimleri” tarafından bize önerilenden “farklı bir dünya yaratmak” iradesi belirsiz ve güvensiz bir şekilde ortaya konuyor. Bu durum, geleneksel işçi hareketinin (1890’lı yıllarda doğup, 1980’li yıllarda zayıflayan hareketin) tarihsel döneminin sona ermesinin etkisine olduğu kadar, sermayenin kadın ve erkek ücretlileri ve onların çeşitli örgütlerini uluslararası çapta uğrattığı bozgunlara da işaret ediyor.

Beklentiler de azımsanacak gibi değil. Bu beklentileri boşa çıkarmamanın tek yolu gecikmeksizin hareketin kuramsal temellerini sağlamlaştırma ve siyasî sınırlarını belli etme yöntemleri üzerine bir tartışma başlatmak. Bu, karşı durmak için karşı tarafın sahasına geçme zorunluluğunu azaltmaya yarayabilir. Burada, mücadeleyi hâkim söylemin yaklaşımlarını ve postülalarını redderek sürdürmek ve “bir başka dünyanın nasıl mümkün olduğunu” açıklamak söz konusudur. Aynı yönde, acilen, tartışma ve eylem için, Avrupa ve dünya çapında bir sosyal ve sendikal alan yaratmak gerekiyor.

Bu toplantıyı ve bu tartışmaları düzenleyen ve üstlenen örgütlerden ikisinin, Espaces Marx ve Actuel Marx’ın, Marx’ın ve Engels’in kuramsal çalışmasına dikkat çekmeleri bu yönde yazılı kısa bir katkı sunmak için fazladan bir teşvik teşkil ediyor. “Küreselleşme karşıtı hareketin” kapitalizmin en derin eleştirisinin -çağdaş kapitalizm ve sömürgeciliğin gelişimi gibi 20. yüzyılın deneyiminin ışığında yenilenmesi kaçınılmaz olan eleştirisinin- mirası olan kuramsal platformdan destek alması gerektiğini düşünüyoruz.

Bu yönde, aşağıdaki fikirleri La Vilette’e gelebilen ya da tartışmalarımızdan haberdar olacak her kadın ve erkeğin bilgisine sunuyoruz. Bu fikirler, tartışma açmak için dile getirilmektedir. Başkaları da bu girişime ortak oldukça, sorular ve yanıtlar muhakkak ki yavaş yavaş belirecek. Fikirlerimiz, neredeyse münhasıran, ileri kapitalist ülkelerdeki küreselleşme karşıtı kampanyaları kapsıyor. Neden? Çünkü uluslararasıcılığın temel ilkelerinden birini, tartışma ve siyasî mücadeleyi “kendi ülkende” sürdürmekle başlamak gerektiği fikrini benimsiyoruz. Kendi ülkemiz ise bizim için, sadece Fransa, Almanya, Belçika ya da İsviçre değil, başta AB ülkeleri olmak üzere bütün ileri kapitalist ülkelerdir.

La Vilette’teki uluslararası buluşmanın, Filistinlilerin mücadeleri, Kolombiya’daki iç savaş (ki bu savaş fakirleştirilmiş nüfusun çoğunluğu ve köylülerle, saflarına uyuşturucu ticaretinin beyinlerini de katan geleneksel oligarşiyi karşı karşıya getirmektedir), Birleşik Devletler tarafından uygulanmakta olan “Kolombiya Planı” ve tabiî ki Brezilya gibi bir ülkede en temel meselelerden biri olan toprak mülkiyeti için savaşan Topraksızlar Hareketinin (MST) yöneticileri ve militanlarının yaşamının büyük toprak sahipleri ve Cardoso hükümetinin insafına kaldığı baskı ortamı hakkında tavır almaya davet edilmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu yöndeki her türlü girişimi destekleriz. Ancak bizim katkımızın amacı, küresel kapitalist hâkimiyetin merkezine yerleşmiş ülkelerde sürüdürülen kampanyalardaki bazı ana meselelere açıklık getirmektir.

“METALAŞTIRMA”NIN SORGULANMASI

DTÖ’ye karşı yürütülen siyasî kampanyanın ve 1999 Kasımında Seattle ve daha birçok kentte gerçekleştirilen gösterilerin “dünya bir meta değildir” parolası altında gelişmiş olmasının anlamı büyüktür. Gerçekten de, yatırımların ve mübadelelerin serbest bırakılması (liberalleştirilmesi) ve hukukî düzenlemelerinin gevşetilmesi gibi, en uç boyutlarında finans fetişizminin hortlaması meta fetişizmi üzerinde yeni bir vurgu yapmayı gerekli kıldı. Sermayenin kendine kaynak bulmak, kârla üretip satmak için serbestçe ilerlediği jeopolitik alan genişledikçe (ki sermayenin 20. yüzyılın son onyıllarında tutucu karşı-devrim ve müttefikleri sayesinde yaptığı da budur), eşitsiz güçte işletmeler ve onlarla birlikte çalışanları çok uzak mesafelerden, hatta sanal sitelerden rekabete girmek zorunda bırakılacak, “insanların kendi aralarında kurdukları toplumsal ilişki şeyler arasındaki akıl almaz ilişki şekline bürünecektir” (Marx, Kapital, kitap I, bölüm I). Birkaç onyıl boyunca, işçi hareketi, özellikle Avrupa’nın yaşlı sanayi ülkelerinde, Birleşik Krallık’ta, Fransa’da, İtalya’da, meta ve para fetişizminin 1944-45 yıllarının bitmemiş ve belli bir yola girmiş devriminin yararına doğan siyasî ve sosyal kurumlar tarafından önüne geçildiği yanılsamasına kendini kaptırdı. Sermayenin küreselleşmesi çerçevesinde, bu yanılsamalar hoyratça giderildi. Bugün, “iş sürecinin bütünlüğünde üreticilerin toplumsal ilişkisi” tekrar ve daha şiddetli bir şekilde “onların dışında bir toplumsal ilişki, nesneler arasındaki bir ilişkiymişçesine” çalışanlara dayatılıyor.

“Dünya bir meta değildir” parolası, küreselleşme karşıtı siyasî hareketin, iktisadı “piyasanın önceliği ve üstünlüğü” adına halkların denetiminden çıkararak, özerk bir alanmışçasına, toplumun üstünde bir konuma yükseltmek isteyen kapitalist güçler karşısındaki yerini belirleme övgüsünü hak eder. Seattle sırasında doğan hareketin temel kaygısı, farklı ülkelerin ücretlileri ve köylüleri arasında yeni tipte ilişkiler kurmaktır. Burada sözü edilen, ticari mübadelenin isimsizliğini (anonimliğini) ve dışsallığını kısıtlayacak, hatta uluslararası işbölümü ve küresel ticareti, kendi varlık ve emek koşullarını (bunlara kısaca “üretim araçları” denmektedir) her yerde hâkim kılan üreticilerin özgürce kendi aralarında kuracakları ilişkilerin ifadesine dönüştürerek, ticarî mübadeleyi bertaraf edecek ilişkilerdir. İşi, serbest zaman (ki kullanımı sürekli yeniden düzenlenecektir) ile bütün üreticilerin tam teşebbüsüne dayandığı için zenginleşecek üretime ayrılan zaman arasında bölüştürmeye izin verecek ilişkilerdir.

Grundrisse’de, “küreselleşme karşıtı” hareketin yöneldiği ve başarması gereken şeyi tam anlamıyla tarif eden gözüpek bir perspektif ya da öngörü bulunur: “küresel piyasa”yı, “bireyler arasındaki bağların sıkılaşmasına rağmen kendileri dışında donup kaldığı ve özerk bir hal aldığı” bir yer değil de, “bu durumu aşma koşullarının olgunlaşmasından sonra gerçek topluluk ve evrenselliğin oluşacağı”[2] bir yer yapmak. Üreticilerin iş koşulları ve araçlarıyla doğrudan ilişkisi ve bu ilişkinin geçirdiği değişimler Grundrisse’de olsun, Kapital’de olsun[3] Marx’ın çözümlemesinin en merkezî kavramlarındandır. Bu, aynı zamanda, şimdi kapitalist hâkimiyete kaşı bütün mücadelelerde “modernlik”le eşit seviyedeki en güncel kavramlardan biri. Kendilerine çalışma koşullarına hâkim olabilecek siyasî ve hukuki araçlar sunulacak ya da bu araçları edinecek birleşmiş üreticiler, üretimin amaçları ve demokratik yollarla belirlenmiş önceliklere göre toplumsal ihtiyaçlarının tatmini hakkında karar verebildiklerini, yine serbest zamanla üretime ayrılan zaman arasında işi bölüştürebildiklerini ve yaratma işiyle uygulama işi arasındaki uçurumu kapatma yöntemlerini belirleyebildiklerini görecekler.

ÜRETİCİLERİN ÇALIŞMA KOŞULLARI MÜLKİYET İLİŞKİLERİ

Üreticilerin iş -iş, aynı zamanda zaman, zamansallık ve mekân (yerleşim birimleri kadar ulaşım araçları da) üreticisi olarak ele alınmaktadır- koşullarıyla aralarındaki ilişkilerin yaşamsal öneminden yola çıkarak ilerledikçe, doğal olarak üretim, iletişim ve mübadele araçlarının mülkiyeti meselesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Bu araçların mülkiyeti meselesi, en aklı başında kapitalizm karşıtlarının, “düşünce dinazorları”, haddini bilmez Marksistler olduklarını açığa vurarak ileri sürmek için can atacakları o korkunç fetiş mesele değil. Kendimize hedef olarak demokrasi meselesini mükemmel bir şekilde çözmeyi seçelim: Birleşmiş üreticilerin zekâ ve çalışmaları sonucu ellerinde biriken iş araçları üzerindeki hâkimiyetleri, yani üretim, iletişim ve mübadele araçlarının mülkiyeti meselesi kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıkar. Mesele ulusal çapta, çalışma zamanının etkin kullanımı, kamu hizmetinin temeli ve amaçsallığı ile gerçek toplumsal ihtiyaçların tatmini gibi sorunlarda karşımıza çıkarken, uluslararası düzeyde de halklar arası ticari mübadelelerin koşulları üzerinde “vatandaş denetimi” söz konusu olduğunda gündeme gelir.

Bu araçların mülkiyeti, kapitalizmin tarihinde daha önce benzeri görülmemiş bir biçimde, malî sermayede kök salmış emperyalist küreselleşmiş hâkim sınıfın ilk çizgilerini taşıyan, çok sınırlı bir sınıfın üyelerinin ve/veya vekillerinin ellerinde toplanmamış olsaydı, belki üretim, iletişim ve mübadele araçlarının mülkiyeti bugünkü yoğunluğuyla mesele yaratmayacaktı. Söz konusu tek elde toplanma, araçların kullanımı, sermaye değerlendirme ve hâkim sınıfa has toplumsal hâkimiyet pekiştirme stratejileri ile ilgili bütün kararların birbirine bağlı olması gibi bir sonuç doğuruyor. Bu bağlılık, geleneksel işçi hareketinden pek çok çevrenin moral bozucu bir kadercilikle kabullendiği “soğukkanlı karşı-devrim”in sonucu olduğu ölçüde siyasî ve toplumsal açıdan iyice müsamaha kabul etmez bir hal alıyor. “Küreselleşme karşıtı” hareket aynı zamanda bu kaderciliğe karşı kurulmuştur.

Üretim, iletişim ve mübadele araçlarının mülkiyetinin tek elde toplanmasının merkezileştirilmesi sürecindeki güçlenme “küreselleşme karşıtı” harekete göz yumma ya da sorunu daha uzun süre görmezden gelmeyi yasaklıyor. Meta fetişizminin ve metalaştırmanın eleştirisi, eğer bu eleştiri sadece ticari mübadele ve DTÖ eylemi seviyesinde kalacak olursa, ve eğer “küreselleşme karşıtı” hareket sadece piyasanın örgütlenmesine dair sorunlara saplanıp kalırsa, çok çabuk sınırlarına dayanacaktır.

Malî, sınai ve ticari toplanma ve merkezileşmenin etkilediği katmanlar ve dev boyutlu şirketlerde toplanan tekelci iktidar kadar, Marakeş Antlaşmasında kendisine verilen benzersiz hukuki yetkiler sayesinde çok büyük bir kurumsal güç olan DTÖ de, sadece mübadeleler ve piyasa düzeyinde kalacak “vatandaş denetimi” eylemini belli bir alan içine hapsedecektir. Bu parametreler, bir tek planda yürütülen kampanyaların güvenilirliğini zedeliyor. DTÖ olabilecek en etkili şekilde yenilgiye uğratılmalıdır. Kısa vadede, “küreselleşme karşıtı” hareketin ilk hedeflerinden biri olması gereken Hizmet Ticareti Hakkında Genel Anlaşma (HTHGA) çerçevesinde düzenlenmekte olan kamu hizmetlerinin serbest bırakılması (liberalleştirilmesi), hukuki düzenlemelerinin gevşetilmesi ve özelleştirilmesi süreci ele alınmalıdır. Burada, “metalaştırma” alanının yaşamsal hizmetleri- sağlık ve eğitim başta olmak üzere- ve kültürü de içine alacak şekilde genişletilmesiyle karşı karşıyayız.[4]

HTHGA’ya karşı, ücretlilerle dışlanmışların hâlâ sahip oldukları seferberlik ve demokratik baskı araçlarıyla savaş vermek gerekmektedir. Bunu yaparken, kamu hizmetinin ve kamu hizmetinin gerektirdiği kamu mülkiyeti biçimlerinin felsefi ve siyasî temellerine değinmeyi atlamamak gerekiyor. AB örneğinde, HTHGA’ya karşı kampanya, bu hizmetlerin geleceğinin Maastricht ve Amsterdam antlaşmalarının 133. maddesi hükümlerine göre ülkelerin devre dışı kalması ve meydanın Komisyonun siyaseten sorumsuz yüksek memurlarının tam hareket özgürlüğüne bırakılması tehlikesine karşı hemen siyasî mücadeleyi başlatmalıdır.

Neoliberalizmin merkezinde, “mülkiyetçi bireyselliğin”,[5] özel mülkiyetin üzerinde yükselen bireyselliğin aşırı uçlarına kadar itilmiş yüceltilmesi bulunur. Sanayi ve medya imparatorluğu Vivendi, Fransızların yakından tanıdığı bir örnek olsun diye söylüyoruz, bunun taçlandırılışıdır. Bugün, küreselleşme karşıtı hareket işi başından ele alıp en önce mülkiyet sorunuyla yüzleşmedikçe, vatandaşlar -ücretliler, işsizler ve gençler- için küreselleşmeyi yenmek ve karşısına başka bir toplum çıkarmak imkânsız bir hal alacaktır.

MÜLKİYET BİÇİMLERİ, SERMAYE İÇİN MEŞRÛ, EMEK İÇİN TABU MU?

Halklar arası ticari mübadelelerin koşullarıyla acil sosyal ihtiyaçların tatmini ve işin örgütlenmesi üzerinde toplumsal, kollektif ve vatandaş kaynaklı bir hâkimiyetin gerçekleştirilmesi üretim, iletişim ve mübadele araçlarının mülkiyet biçimleri meselesinin tabu olmaktan çıkmasını gerektirir. Çünkü bürokratik veya Stalinist tarzda kollektifleştirilmiş devlet mülkiyetinin zaaf ve çöküşüyle, toplumsal özgürleşme mücadelesine ve işçi hareketine karşı nihai olarak cevaplandırıldığı sanılıyor bu sorunun. Küreselleşme karşıtı hareket, gelecek yıllarda Seattle’a güvenenlerin beklentilerini boşa çıkarmak ve çıkmaza girmek istemiyorsa, militanların kendi saflarında mülkiyet meselesini kuramsal ve siyasal olarak ele almaları ya da yeniden ele almaları gerekmektedir.

Küresel burjuvazi, ulusal ve sektörel bileşkelerinde sermayenin mülkiyet biçimlerinin kendisi için taşıdığı önemi sır olarak saklamıyor. Öncelikle medyanın hizmet ettiği büyük sınai ve malî gruplar ve kapitalizmin uluslararası kurumları, kampanya ardına kampanya yaparak, kamu mülkiyetinden geriye kalan ne varsa hedef aldılar. Hükümetlerden, bütün sektörlerin, özellikle de sermayenin doğrudan doğruya değerlendirilemediği hizmet sektörünün dağıtılmasını ve özelleştirilmesini istiyorlar. Nitekim, son zamanlarda kronik bir yatırım eksikliğinin hissedildiği anahtar kamu hizmetlerinin kamusal mülkiyeti, yarım yüzyıl boyunca birikime sürekli destek sağlamaktaydı. Sonuç olarak, hararetle özel mülkiyetin alanının genişletilmesiyle ve malî sermayeyi en fazla tatmin edecek özel mülkiyet biçimleriyle ilgileniyorlar.

Ayrıca, mülkiyet biçimlerinin işletmelerin malî yatırım sratejilerinin merkezinde olduğunu da belirtelim. Başlıca sorunlardan biri, ücretliler üzerinde baskısı her gün biraz daha artan yeni malî hâkimiyet biçimlerinin ortaya çıkmasıdır (Fransızlar açısından, sadece Michelin örneğini düşünsek yeter). Bu bakımdan aslında on yıldan beri özel sermaye (ve daima özel kalmış işletmeler) dünyasında bizzat mülkiyetin (hissedarı herşeye kadir hale getiren) “haklar”ın ve hissedarların kendi mülkiyet paylarının verimliliği adına “meşrû” beklentilerin tanımında tam bir dönüşüme tanık oluyoruz.[6] Burada, muhafazakâr karşı-devrim, kapitalizmin çok özel bir kurumu olan ikincil tahvil piyasasının diriltilmesinden destek alıyor. Bu kurum, hissedarlara, çok ciddi malî krizler olmadıkça, kağıtlarının likiditesini, mülkiyetlerinin şu ya da bu şirketin payları şeklindeki bölümünü istedikleri an ellerinden çıkarabilmeyi garanti ediyor. Tahvillerin mülkiyeti likid olduğuna göre, maddi sermaye ve özellikle ücretliler de aynı likiditeye, esnekliğe sahip olmalıymış gibi geliyor. Bu piyasaların, nasıl olup da güçlü malî sermaye koalisyonlarının savaş meydanı, işletmelerin alelacele bir elde toplanması ve merkezileştirilmesinin kaldıracı ve tabiî ki özelleştirmelerin esas araçlarından biri olduğu böylelikle anlaşılır.

Küreselleşme çerçevesinde, özel mülkiyet kurumunun “rekabet edebilirliği” olmayan ülkelerin sanayileri ve tarımlarının yok edilmesi için birebir olduğunu da unutmamalıyız. Küreselleşme çerçevesinde, üretim araçlarının özel mülkiyete tabi olduğu en merkezi modellerin, bu mülkiyetin önceki biçimlerini ve malî olarak daha az büyük, ama daha zayıf işletmeleri yok etmek için açık kartları vardır. Yatırımların ve mübadelelerin serbest bırakılması ve hukuki düzenlemelerinin gevşetilmesi ile bütün piyasaların büyük grupların girişine açılmasından yararlanarak, sermayenin küreselleşmesi küçük köylü ve zanaatkâr mülkiyetinde kalabilecek her şeyin yok edilmesini hızlandırdı. Özel mülkiyetin doğal sonucu yerinden etme ve kamulaştırmadır. Kamulaştırma topluluk adına ve hesabına kamu sektörünü güçlendirmek ya da yaratmak için yapıldığında bir rezalet sayılırken, serbest rekabetin bir sonucu olduğunda iktisadın doğal yasalarının bir ifadesi ve iktisaden yararlı bir hareket sayılmaktadır.

Mülkiyet meselesi tabu olmaktan çıkmalıdır. İşçi hareketi gibi küreselleşme karşıtı hareket de bunu böyle kabul etmelidir. Kendi saflarımızda bu tartışmayı başlatmak içindir ki, aşağıda çok kısaca fikirlerimizi açıklıyoruz. Kamu mülkiyeti ve kamu sektörü gibi biçimleri olan sosyal mülkiyetin iki temeli vardır: üretim ve mübadelenin sosyal niteliği ve özel mülkiyetin yüceltilmesinin filizlendirdiği özel menfaatlerin savunulmasını ve bireysellik fikrini aşan bir genel yarar ve ortak mal fikri.

Birinci temel,7 üretim ve mübadelenin sosyal niteliği, bu niteliği daha uygun bir şekilde ifade edecek mülkiyet biçimlerine duyulan ihtiyacın esasını belirler. Bu biçimler, zenginliğin bölüşülmesinin yanı sıra aslında faaliyetin amacı meselesine de bir çözüm getirmelidir. Eğer, gerçekten demokratik ve kollektif idare ve denetim biçimleriyle donatılmazsa sosyal mülkiyet bir aldatmacadan öteye gitmez. Avrupa ülkelerinde kamu sektöründeki kurum ve işletmelerin zayıflığı buradadır. Çoğunlukla sendikaların desteğinden aldıkları güçle bu işletmelerin yöneticileri, kendi ülkelerinde kamu hizmetini savunurken, dışarıda özelleştirilmiş kamu işletmelerini satın alıp yeniden yapılandırarak klasik kapitalist küreselleşmeye tekabül eden ikiyüzlü bir siyasete kucak açmışlardır.

Özellikle, ileri kapitalist ülkelerde, üretimin ve mübadelenin sosyal niteliği hiç bugünkü kadar dikkat çekmemişti. Bugün iktisatçıların öve öve bitiremedikleri, bütün amaç birlikleriyle “şebekeler ekonomisinin” dayandığı şey de bu sosyal niteliktir. “Birleşme-ele geçirme”nin savunucularının tek elde toplanmaları iktisaden, kendi bakış açılarına göre sosyal olarak da, doğrulamak gerektiğinde referans gösterdikleri şey de budur. Farklı biçimleriyle sosyal mülkiyetin amacı, dolaylı ve dolaysız olarak faaliyeti ve ücretli olarak emeği ile çeşitli ve alengirli işbirlikleri, amaç ortaklıkları ve etkileşimler şeklinde zenginlik üretmekte katkısı olan herkesin, sadece zenginliğin bugün hissedarlar ve piyasalar tarafından dayatılan biçimlerden farklı bölüştürülmesine katılımını değil, aynı zamanda zenginliğin kollektif üretiminin amaçlarının (yatırımlar, Üçüncü Dünya ülkelerine nakiller gibi) belirlenmesine de müdahalesine imkân vermesidir. Zira, etkin vatandaş denetim ve idare biçimleri olmadıkça gerçek anlamda sosyal mülkiyet olmayacaktır. Bazı hallerde ve bazı dallarda (ya da ağlarda) ücretlileri ve bu ya da şu sektörün “kullanıcılarını” ilgilendiren denetim ve idare biçimleri olacaktır. Başka hallerde ve başka meselelerde, karar alma sürecine halkın bütününün katılması gerekecektir. Üretimin ve mübadelenin sosyal niteliğini tanımak, her işletme ya da iş yerinin özyönetimi içermesini ve hemen aşmasını zorunlu kılar.

Önemli devletleştirmelerin iz bıraktığı ekonomiler de dahil olmak üzere, bir ekonominin yönetilmesi değil de değiştirilmesi perspektifi, kapitalizmi yönetenler ve uygulayanlar arasındaki bir durağa indirgememeyi de içerir. Başka bir deyişle, sosyalizm meselesi sadece, özyönetim de dahil olmak üzere bir yönetim meselesi olarak ele alınamaz. Metanın, değer yasasının ve ücretlilerin (emek gücünün satılışı ve iş fazlasının /değer fazlasının özel mülkiyete gitmesi çatışmasının ortadan kaldırılması anlamında) ortadan kalkmasının gerekliliği/olanaklılığı çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bu, toplumun ucunu bucağını da içine alan sermayenin tüm ögelerinin genel bir rekabete tâbi tutulmasına yanıttır.

Metanın ve değer yasasının ortadan kaldırılması yaklaşımı, üretici güçlerin sermaye tarafından kullanılma ve düzenlenme modellerini terk etme arayışlarının platformu da olacaktır, ki bu modeller, enerji kaynaklarının tüketilmesi gibi, çevreci ve sosyalist perspektifin merkezindeki meseleye neden olmaktadır.

Ancak, sosyal mülkiyetin demokratik idaresiyle metanın, değer yasasının ve ücretlilerin ortadan kaldırılması arasında çıkacak kargaşa ekonomiyi alt üst edecektir, yoksa yeni yüzlü bir kapitalizm tarafından uygulamaya konulan yeni bir ileri yönetim değil. Bu sonuncusu, zaman zaman sosyal liberalizm eleştirmenleri tarafından, iyiniyetle demokratik sosyalizm için gerçekçi bir ufuk olrak takdim ediliyor.

Tartışmaya açtığımız perspektif küreselleşmiş kapitalizmin güncel süreçlerinden çok uzak değil. Bu perspektif, büyük şirketler tarafından, şirket merkezleri ve şubeleri tarafından küreselleştirilmiş üretimin planlanmasının halihazırdaki modellerinde; dev alışveriş merkezleri tarafından (kampanya kartları, indirim kartları aracılığıyla) belirlenen kişisel ihtiyaçların modellenmesi yöntemlerinde; ücretlilerin (yeni sahte bağımsızların) statü değişikliklerinde ortaya çıkıyor. Bunlar malî ağırlıklı birikim rejimli emperyalist evrede, kapitalist üretim biçiminin iç hareketinden yola çıkarak perpektifin güncelliğine işaret eden, sınırlayıcı olmayan ögelerdir.

KİTLESEL İŞSİZLİK VE SONUÇLARIYLA MÜCADELE

Kitlesel işsizliğe ve sürekli kitlesel işsizliğin neden olduğu desosyalizasyon süreçleriyle sonuçlanan siyasî ve toplumsal felaketlere çözüm üretmek küreselleşme karşıtı hareketteki topluluk ve derneklerin pek çoğu için temel amaçlardan biridir. Günümüz kitlesel işsizliğinin kökeni, sermayenin küreselleşmesinin bu evresine has özelleştirmede, liberalleştirmede ve hukuki düzenlemeleri gevşetmededir. Nerede kitlesel işsizlik yoksa, orada “iş fakirleri” ve en çok kadınların mağduru olduğu, her an çıkabilecek, “esnek” işler var.

Burada da, küreselleşme karşıtı hareketin ilgisinin meselenin kuramsal temellerini güçlendirmeye yöneltilmesi gereği ortaya çıkıyor. 35 saatlik işgününe ilişkin iki yasadan birinin ücretlilerin iş ve üretim araçları üzerindeki yetkilerini tamamen dışta bırakarak, ötekinin de özelleştirme sürecindeki özel veya kamu işletmesi türünden grupların yönetim düzeyinde ücretlilerce yapılacak denetimin, bunun yöneticilerin imtiyazlarına ve mevcut ya da gelecekteki hissedarların haklarına zarar vereceği gerekçesiyle en ufak bir imkân verilmeyecek biçimde düzenlenmesinin nedenlerinden biri budur.

Bir emek piyasasının parçalı ve çeşitli olan, yani tek zenginlikleri bedensel güç, zeka, kıvraklık ve işgücü olanların, bu iş güçlerini sattıkları ya da satmayı denedikleri örgütlü sosyal alanın kapitalizmin platformu değilse bile başlıca ve belirleyici “sosyal kurumu” olduğu aşikârdır. İş gücünün satışının kapitalizmin taşıyıcı olduğu toplumsal düzende biri en az diğeri kadar önemli iki işlevi vardır. İş gücünün satışı, üretimin sonuçlarının sahiplenilmesinin önkoşuludur (iş gücü satılmazsa, artı-değer olmaz). Kapitalizm açısından mükemmel işleyen bir sosyal hâkimiyet aracıdır, mümkün olduğunca inzibati ve adli baskı unsurlarının ötesinde faaliyet göstermelidir. İş gücü satışı kapitalist toplumun en önemli sosyal bağıdır, öyle ki iş gücünü satamayan kişi “fazlalıktır”, gözden çıkarılıp ıskartaya yollanmadığında, toplumsal yörüngeden çıkarılmaya çalışılır. Bu akıbete uğramak korkusunun içselleştirilmesi kadın erkek bütün ücretliler için vakidir. Bu içselleştirme, kadınların hâkimiyet ve baskı altında tutulma süreçlerini takviye eder. Her ne kadar, aksini söyleyen yasalar olsa da, işin cinsiyete göre bölünmesine ve ücret eşitsizliğinin sürmesine imkân tanır.

Kısa vadede, işsizliğe ve bunun getirdiği dışlanmaya karşı en acil çözümler gerçek bir sosyal mülkiyet sektörü yaratılmasındadır. Yine de, neoliberalizm etkin bir biçimde biz sosyal eleştiriyi derinleştirdikçe ve küreselleşme karşıtı hareket gelecekte teknolojinin güncel amaçlarının ve kapitalizmin eleştirisini birarada sürdürdükçe yenilecek.

Bugün, hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde, özel mülkiyet, merkezinde iş gücünün en düşük ücrete alındığı ve kullanılan ücretli emek miktarından tasarruf etme çabalarının arttığı örgütlenme biçimlerinin benimsenmesinden yararlanıyor. Ve bu, emeğin emek piyasasının boyunduruğu altına girdiği ve işsizliğin hortlayarak kapitalist hiyerarşiyi kabul etmeye zorladığı, ücretli emeğin liberalleştirildiği bir anda oluyor. Kapitalizmin teşvik ettiği teknolojik gelişmenin hareketini gözlemleyip, Marx birbuçuk yüzyıl önce şöyle yazmıştı:

“ Sermaye hareket halinde bir çelişkidir: bir yandan, çalışma süresini en aza indirir, diğer yandan da çalışma süresini zenginliğin tek kaynağı ve tek ölçüsü olarak ileri sürer. (…) Bir yandan, zenginliğin yaratımını çalışma süresinden (görece) bağımsız kılmak için bilimin ve doğanın bütün güçleri kadar toplumsal işbirliği ve sosyal mübadele güçlerini de harekete geçirir. Diğer yandan, bu yolla yaratılmış devasa güçleri, üretilmiş değerin değer olarak kalması için gerekli dar sınırlar içine sokma iddiasındadır.”[8]

Ulusal ve uluslararası kapitalist örgüt ve işletmelerin genellikle “mikro-informatik devrimi” adı altında tanımlanan olgunun ortaya çıkışı ve yayılmasından beri sarfettikleri sınırsız çaba bunun içindir. Emeğin özgürleşmesine ve doğal kaynakların korunmasına elverişli teknolojiler iş gücünün satılmasını “doğal” sosyal düzenin hiçbir zaman olmadığı kadar temel direği -her kadın ve erkeğin “habitus”unun bir parçası olacak ölçüde içselleştirdiği bir temel direk- haline dönüştürdüler.

Kendimize iş koşullarının hâkimiyetini üreticilere geri verme hedefini belirlediğimizi söylemek; üretim araçlarının mülkiyetine dayatılması gereken çeşitli sosyal modellerde üretimin sosyal niteliğini dile getirmek; kamu hizmetinin yeniden yapılandırılması ve/veya genişletilmesi için mücadele etmek, istihdam ve işsizlik meselesine yaklaşımı tersine çevirmek için bir ilk adımdır. Ama bir adım daha atmak gerekiyor. İş gücünün satılması ya da satılmamasına indirgenen, çoğunluğun azınlık üzerindeki siyasî ve sosyal hâkimiyet rolü zenginliklerin kutuplaşmasının sonucu olarak arttı, ancak bu tam da teknoloji insanların işten kurtulmasına izin vereceği sırada gerçekleşti. Küreselleşme karşıtı hareket Marx’ın şu fikrini benimsemelidir:

“Özgürlüğün krallığı ancak dışarıdan dayatılan gereklilik yüzünden çalışmayı bıraktığımız zaman başlar; dolayısıyla bu krallık tam olarak söylemek gerekirse maddi üretim alanının ötesinde yer alır.”[9]

Marksistler, bu tavrı iç tartışmaları için saklamamalı, tüm küreselleşme karşıtı harekete taşımalıdır.

6. MALÎ SERMAYE, ÖZEL MÜLKİYET VE

“DESTEKLENEBİLİR KALKINMA”

Bu arada, malî sermayenin hükmettiği kalkınma modeli çıkmazı doğayı yağmalama tarzında kendini ele veriyor. Varlık koşullarına karşı girişilen saldırılar tarafından halklar tehdit edilmektedir. Çevreci hareketler bugün doğa ve insanlığın marûz kaldığı tehlikelerin tam ölçüsünü açıklıyor. Bu mutlaka yeni bir olgu değil. Sermaye tarafından dayatılan tüketim modelleri ve üretim süreçleri her zaman çevre katliamlarının gerçek bedelini göz ardı etmiştir. Bu teşhis Marx’ı şunları dile getirmeye yönlendirmişti:

“Kapitalist üretim toplumsal üretim yolu ve tekniğini ancak her zenginliğin kaynağı olan iki şeyi, toprağı ve çalışanı, tüketerek geliştirir.”

Ancak, doğanın tüketilmesi son otuz yıldır karşısında sessiz kalınamayacak bir boyut kazandı. Kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkileriyle amaç birliği eden üretim süreçleri, enerji yağmasında büyük etkisi olan sermayenin rantabl kılınması ve dolayısıyla rotasyonu zorunluluklarıyla özgül bir bileşim oluşturan makineleşmeyi içeriyor. “Bireysel mülkiyetçiliğin” hararetlenmesi ve maksimum esneklik arayışından kaynaklanan “herkese bir otomobil” kampanyaları ve kara yollarına tanınan öncelik hep aynı yönde ve hep daha güçlü bir şekilde gelişti. Uzun süre zararların kapsamını reddetmeye çalıştıktan sonra, çokuluslu şirketler başka bir tavır geliştirdiler. Kulisçiler ve hukukçular uluslararası müzakere makamlarının kapısına dayandılar. İklim Konvansiyonunun tarışmaya açıldığı La Haye’de Kyoto’da olduklarından daha kalabalıktılar. Böylelikle müzakerelerin gündemini, içeriğini ve ritmini saptırıyorlar. Müzakerelere katılan hükümetlerden kirliliğe karşı normların köklü bir şekilde hafifletilmesini istiyorlar, örneğin, karbonmonoksit yayılımlarındaki indirimin 2010 yılına ertelenmesini istiyorlar. Şirket genel müdürlerini, desteklenebilir kalkınma meseleleri hakkında BM genel sekreteri nezdinde resmî muhatap mertebesine yükselttirmeyi başardılar.

Bu yolla, “doğanın tüketilmesi” sermaye için rantabl yatırım alanı haline geliyor. “Kirletme hakkı” piyasalarının yaratılması malî sermaye programının sonuçlarını ışığa çıkarıyor. Karbon monoksit yayılımının başlıca sorumlusu olan gelişmiş ülkelere kirletmeye devam etme hakkı tanınıyor. Malî sermaye, malî değerlendirme normlarının alanını önce doğaya oradan eğitime doğru genişletiyor. Yarın kirletme hakkı piyasalarının küreselleşmiş malî piyasalara entegre olacağını ve doğanın da kurumsal yatırımcıların portföyünde yer alan bir türev ürün haline geleceğini anlamayan var mı?

Su konusunda da aynı şey geçerli. PNUD’ün 2000 raporuna göre, 2.4 milyar insan gerektiği gibi, sıhhi bir altyapıdan yoksun, 1 milyar insan içilebilir sudan mahrûm. Böylesi eşitsizliklerin taşıyıcısı üretim modeliyle karşı karşıya kalan gelişmiş ülkelerin hükümetleri nadir bulunan kaynaklardan olma yolunda ilerleyen bu kaynağı metalaştırmanın kurbanı olmaktan kurtaracak yerde, su dağıtım hizmetlerinin özelleştirilmesi programına hız verilmesi yönünde karar aldılar.

Rosa Luxemburg’un açıkladığı gibi, “birikim ve kapitalizmin varlık ve gelişimi yeni ülkelerde ve üretim alanlarında sabit bir yayılma olmaksızın imkânsızdır.” Bu yolla, silah üretiminin bir yandan sermaye için bir birikim alanı oluştururken, diğer yandan metropol ülkelerinin kendi üretim modellerini tüm gezegene dayatmak için kullanacakları siyasî bir araç da olacaktır. Bu çözümlemeler yapılalı bir yüzyıl geçti, bir yüzyıl ki iktisadî ve askerî üstünlük kazanmak uğruna büyük güçler iki dünya çatışmasına girdi. Bugün, malî sermaye tarafından hükmedilen kalkınma modeli, gezegenin büyük bölümünün temel ihtiyaçlarını gidermekten aciz bir halde, metalaştırılmaktan kurtarılmış faaliyetlerin (doğa ve eğitim) özel mülkiyete tabi kılınmasıyla yeni bir soluk arıyor. Üstelik 1999’dan bu yana, NATO koalisyonuyla (dünya askerî harcamalarının %66’sı) “yeni dünya düzeninin” ihtiyaç duyduğu silahlı gücü oluşturan Birleşik Devletler’de (dünya askeri harcamalarının % 36’sı) askeri harcamaların yeni yükselme eğrisinin tanıklık ettiği gibi militarizm de gücünden kaybetmiş değil.

7. FİNANS İKTİDARINI TAKVİYE EDEN TÜM YASALARA KARŞI MÜCADELE

Küreselleşme karşıtı harekete katılanlardan pek çoğu, Tobin vergisinin uygulamaya konması mücadelesi çevresinde ilk kez buluştu. Bunu yaparak, finansın kazandığı iktidara muhalefetlerini, yağmacı, parazit ve rantiye gelirleri ve malî sermayenin çağdaş biçimlerini kabul etmediklerini ifade ettiler. Ancak, ATTAC üyeleri küreselleşme karşıtı hareketin içinde yalnız değiller. Bu arada, ATTAC’ın, emeklilik ödenekleri ve sigorta primleri, sigorta şirketleri ve uluslararası bankalar yoluyla işletmeler, dolayısıyla değer yaratımının koşulları ve değerin bölüşümü modeli üzerinde sağladığı denetime bir mahkeme kararı darbesi indirmenin zamanı geldi de geçiyor. Hissedar için “hep daha fazla” değer amacına dayanan işletme yönetimi bugün dünya çapında zenginlik yaratımı üzerinde tam denetim sahibi bütün çokuluslu şirketlerin idaresinde asıl söz sahibidir. Tutucu hükümetlerin ve “üçüncü yol” taraftarlarının (ki bunlar arasında, bu terimden hoşlanmayan Fransız “çoğul sol” hükümetinin yöneticileri de bulunmaktadır) neo-liberal siyasetleri tarafından desteklenen malî sermayenin yönetimi ve denetimi ücretlilerin varoluş koşullarını tehdit ediyor, sermaye tarafından yeterince rantabl bulunmayan ülke ve bölgelerin halkları sefalete mahkûm ediliyor.

Kurumsal yatırımcıların ve diğer malî kapitalistlerin güçlü toplumsal iktidarlarının kaynaklandığı malî piyasalar, işleyebilmek için düzenli olarak yeni likid fonlara ihtiyaç duyar. Bunlar, hiçbir zaman gerçek yatırımlara tekabül etmeyen, konjonktürün durumuna ve spekülatif hareketlere göre alınıp satılan tahviller, parazit ödeneklerdir. Piyasaların beslenmesine katkıda bulunan her şey parazit ve rantiye finansın iktidarını sağlamlaştırıyor. Bir bütün olarak ele alınan küreselleşme karşıtı harekete ATTAC’ın kaçınılmaz katkısı da bunun anlaşılmasını sağlamasıdır. Dolayısıyla, kendilerini küreselleşme karşıtı hareket içinde ilân eden bazı güçlerin kaynakta kesinti yasalarına karşı mücadele etmekteki isteksizlikleri ve hatta bazen “olumlu yönlerine” değinmeleri bizi ancak şaşkınlığa sürüklüyor. Fransa örneğinde, bu yasalar emeklilik ödeneklerinin uygulamaya konmasının ilk aşamasını oluşturuyor. Aktörler amaçlarının sermaye ile emek arasındaki güç ilişkilerini baştan aşağı değiştirmek olduğunu saklamıyorlar. Sonuç olarak, Fransız Başbakanına sunulan bir raporda[10] yazdığı gibi, söz konusu olan kaynakta kesintiyi, her ücretliyi hissedara dönüştürecek hazırlık aşamasındaki yeni bir toplumsal sözleşmenin temeli haline getirmektir. Bu hedefler, Gaullizmin kurucu programında yer alan ve ’60’lı yıllarda rafa kaldırılan “katılım” için çok önem taşıyan sermaye-emek birliğine dayanan hedefleri çağrıştırıyor. Gaullizmin hedefleri ücretlilerin “ilerlemeden temettü alan” “sosyal topluluk” üyelerine indirgendiği güçlü bir makro-ekonomik büyüme çerçevesinde düzenlenmişti. Bu serapların ötesinde, Gaullizmin siyasî hedefleri ücretlileri koruyacak kollektif kurum ve örgütlerin sistem dışı bırakılması da dahil olmak üzere o zamanlar tastamam benimsenmişti ve De Gaulle’ün uğradığı bozgun, ücretlilerin tasarılarına muhalefetinin kaçınılmaz sonucudur.

Bugün, hissedar-ücretlinin, her bireyin insanî bir sermayeye ve gelir getirmesi için mülkiyet haklarına sahip olacağı sanal bir dünya olarak tarif edilen neo-liberal ütopyanın kurucu ögesi olduğu tespitinde bulunulabilir. Ancak, en az kapitalizm kadar yaşlı olan bu ütopya da, tam anlamıyla gerçek siyasî ve iktisadî ihtiyaçlarla hedefler üzerine kurulmuştur. Öncelik, sermayeye dayatılan ve dayanılmaz bir bedele tekabül eden kollektif korunma sistemlerini yok etmektedir. Fransa’da, kaynakta kesintinin “tüm-Fransızların bağlı oldukları sosyal sigorta sistemini” tehlikeye atmayacağı fikrinin gerekçesi, yeni bir kararla bu yasaya destek verenlerin içinde kaybolduğu bir sis bulutu oluşturuyor.

Kaynakta kesintinin ve emeklilik ödeneklerinin olduğu bütün ülkelerde, bunlar kollektif korunma sistemlerini -Fransa’daki gibi sosyal aidatla ya da vergiyle finanse edilebilirler- önce zayıflatmak sonra ortadan kaldırmak için kullanılıyor. Ancak, kollektif korunma sistemlerinin tehlikeye atılması sermayenin varmak istediği “büyük dönüşüm”ün sadece bir aşaması. Hedef, tarih boyunca sosyal korunma olarak kamusal (ya da özel) eliaçıklıklara ve geçici işlere muhtaç olanlarla tasarruf planlarından kâr edecekleri karşı karşıya getirerek ücretlilerin kurduğu kollektif dayanışmaları bozmaktır. 4 Kasım 2000’de Millet Meclisi’nde Maliye Bakanı tarafından Fransızlara modernliğin temel direklerinden biri olarak sunulan kaynakta kesinti yasası 19. yüzyıldan kalma eski bir programdır. Marx, programın çok güncel bir nitelendirmesini yapıyor:

“Tasarruf sandığı hükümetin işçilerin büyük bölümünü vurduğu altın bir zincirdir. Yönetenler bu yolla sadece varolan koşulların korunmasında bir menfaat bulmuyorlar. Sadece işçi sınıfının tasarruf sandığına katılan kısmıyla katılmayan arasında bir ayrılık yaratılmış olmuyor. İşçiler böylelikle kendilerini ezen toplumun varolan örgütünün korunması için düşmanlarının eline bizzat silah veriyor.”[11]

Emeklilikleri, değer ve malî piyasaların performansları üzerinden elde edilen temettü ve kâr dağıtımları için bağımsızlıklarını yitiren eski emeklilik maaşı sahipleri, ücretlilerin emeğinin artı-değerini çıkaranlarla, sermayeyle taraf oluyor. Bu ayrılığa, bir ayrılık daha Kuzey-Güney ayrılığı ekleniyor. Sermayeleştirme yoluyla emeklilik sistemleri “yükselen” diye adlandırılan ülkelerde yaratılan değerin malî yatırımlar ve spekülatif işlemlerle elde edinilmesine bağımlı olacak. Böylelikle, emeklilik ödenekleri ve rantiye sermayenin gereklerinin yerine getirilmesi rantiye-devletlerin ücretlileriyle gezegenin geri kalanı arasındaki uçurumu iyice derinleştirecek ve küreselleştirmenin “neo-emperyalist” gelirlerini arttıracak. Bu tür bir yolu benimseyeceklerin ya da bu yolun üstüne çıkmayacakların gerçekten küreselleşmeye karşı tavır aldıklarını düşünmüyoruz.

Kardeşçe teatiye sunduğumuz ve tartışmaya açtığımız fikirlerimiz bunlardır. Pek çok konunun tartışılıp, aydınlatılacağı ve düzeltileceği bilinciyle…

http://www.otherdavos.net/forum

[1] ATTAC’ın yeni bir belgesi, Bruno Jetin tarafından düzenlenen bir önrapordan yola çıkılarak Bilimsel Kurul’da hazırlanmaktadır. Belge, verginin gerçekleştirilebilirliği sonucuna varan tartışmaların bir sentezini yapıyor ve Fransız Maliye Bakanının ve Bakanlığının savundukları görüşlerin zayıflıklarını ortaya koyuyor.

[2] Marx, Fondements de la critique de l’économie politique, Editions Anthropos, c. I, s. 98, sondan bir önceki paragrafın sonu,(özgün metinde altı çizilmiştir).

[3] Bkz. Fondements de la critique de l’économie politique, Editions Anthropos, c. I, s. 412; Le Capital, kitap I, bölüm XXXII (kapitalist birikimin tarihsel eğilimi). “Olumsuzlamanın olumsuzlanması”nın gerçekleştirilmesinin, bugün çözülmüş olmaktan hiç olmadığı kadar uzak olan önemli siyasî sorunlar yaratmış olması bu bölümdeki çözümlemenin analitik öneminden hiçbir şey kaybettirmiyor.

[4] DTÖ’nün HTHGA hakkında vatandaşça denetlenmesine dair Koordinasyonun Nisan 2000’de yayımladığı Kamu Hizmetlerinin Gaspına Karşı Genel Alarm adlı broşür.

[5] Bkz. C.B. Macpherson’un temel çalışmaları, The Theory of Possessive Individualism.

[6] Frederic London, Fonds de Pension, Pieges à Cons? Liber raison d’agir, 2000. Yazar kitabının son bölümünü, kendisinin “korkunç hissedarlar demokrasisi ütopyası” olarak adlandırdığı özel mülkiyetin bu yeniliğine ayırıyor.

[7] Biz aslen bunu işleyeceğiz, zira ortak malın somutlaştırılması üzerine Riccardo Petrella sayfalarca yazmış ve biz burada aynı şeyleri tekrarlamak istemiyoruz. Buna, günden güne daha çok metalaştırılan bir dünyada, temel mallara ulaşımın karşılıksızlığı temasını yeniden ele alma gerekliliğini eklemek istiyoruz. Bu karşılıksızlığın elbette toplum için bir bedeli olacaktır. Bu kavram mülkiyet ve üretim fazlasının yeniden dağıtımı sorunlarını da ortaya koyar. Ayrıca, daha ileride değineceğimiz metanın bozulması meselesini de gündeme getirir.

[8] Marx, Fondements, a.g.e.

[9] Marx, Le Capital, c. III, bölüm .XLVIII.

[10] Bu De Foucauld-Balligand raporudur, l’epargne salariale au cœur du contrat social, La Documentation Française, 2000. Bu raporun bir eleştirisi Pierre Khalfa ve Pierre-Yves Chanu tarafından derlenen kollektif kitabın, Les Retraites au peril du liberalisme, Syllepse, 2000, “l’Epargne Salariale ou la capitalisation honteuse” adlı bölümünde bulunabilir.

[11] K. Marx, Travail salarié et capital, Editions sociales, 1952. (sözler ekte madde 6’dadır)