Yarı Yoldan Dönmüş Düşünceler

1

Üretimle birikimin belirleyici varlık alanları yer değiştirmiş, kaymış, dönüşmüş, hepten başkalaşmış olmasaydı; sınıfların, üyelerinin karşılaşma alanları büsbütün ayrışmaya yüz tutmuş olmasaydı; ulaşım ile özel iletişim araçları üzerinde gövdelerin ya da dilsel anlatımların gidiş gelişi yerini kitle iletişim araçlarının tek yön oklarına, etkileşimli bilişim aygıtlarının hızı, niceliği değil de yolcu niteliğini sınırlayan anayoluna bırakmış olmasaydı; sömürgecilik, yayılmacılık, küreselleşme yalnızca eşbiçimli ama uyarlanmış tarihsel aşamalar olsaydı; direnişçilerin örgütlenme biçimleri toplumsal konumlarına tıpatıp uymakla birlikte temel savlarının görünür biçimini, sunumunu aşmamış, dolayısıyla tutumları savladıklarından başka bir yere yönelmemiş olsaydı da başkaları adına konuşurken kendi adlarına, kendi adlarına konuşurken başkaları adına konuşmasalardı; karşılarında örgütlü bir teklik, dolayısıyla biricik, tüzel bir özne, yanlarında, arkalarındaysa birleşik öznesi kendi sözlerinde dile gelen bir çokluk, çoğulluk kurmamış olsalardı; yitirilmiş, ülküsel bir yeryüzüne duydukları yurtsama bilinmeyen topraklara yelken açan yerleşimcilerin özlemleriyle sermaye birikimi olarak ilk günah duygusunun bileşiminden beslenmeseydi; başkalaşmamış, yabancılaşmamış bir ilk öz, bir temel varoluş yapıntısını yurttaş haklarından insan haklarına, insan haklarından canlı haklarına, canlı haklarından yeryüzünün hakkına doğru genleştirmeselerdi; umutları yalnızca hayır deme olanağına dayanmasaydı Washington-Seattle-Melbourne -Prag-Cenova gösterileri gökkuşağının tam altı, dönüşümün eşiği sayılabilir, “Çağcıl Sömürgeleştirme Kuramı” bölümündeki ayrımları olduğu gibi bırakıp saptamalarla çözümlemeleri tersine çevirmek gerekmezdi.

2

“Belirli bir noktadan sonra artık geri dönüş yoktur. O noktaya ulaşmak gerekir.”

“İnsanlığın gelişiminin karar anı süreğendir. Bu bakımdan, daha önce olup bitmiş ne varsa hepsini hiç yerine koyan devrimci düşünce akımları haklıdır, çünkü henüz hiçbir şey olmamıştır.”

Elyazmasında da alt alta duran şu iki kıvılcımın, iç tutarlılıkları bir yana, biribirine böylesine aykırıyken bir arada çakabilmesini sıradan, dümdüz bir anlama çabasıyla neye yorabiliriz? Deneyelim: Belirli bir eşiğe vardıktan sonra geri dönmek olanaksızdır ama o eşik süner gider; öyleyse geri dönmek hepten, hep olanaksızdır. Öte yandan, henüz hiçbir şey olmadığına göre, eşiği geçilmiş saymak da, karar anı hep uzayıp gittiğine göre, geleceğe ertelemek de olanaksızdır; öyleyse eşik hep şimdi, buradadır. Süre bakımından da, yer bakımından da. Demek eşiği bir süreyer gibi düşünebiliriz: Karşılaşmaların alanı; kendilikle başkalığın, berikiyle ötekinin, her şeyle her şeyin karşılaşmasının.

“Resepsiyon salonunun girişindeki karşılama sırasında Wolfensohn bizi görünce çok büyük bir tezahürat gösterdi. Çok sıcak davrandı, eşi de eşime sarılıp öptü. ‘Sizi burada görmek ne kadar güzel’ dediler. Bunlar kişisel şeyler ama bakış açılarını etkiliyor.”

“Göstericiler toplantıların yapılacağı Prag Kongre Merkezi binasının dışında el ele tutuşarak bir insan zinciri oluşturacak ve toplantıya katılan delegeleri içeride hapsedecekler. Bakalım içeriden çıkıp da öğleden sonra yapılacak olan Türkiye seminerine yetişebilecek miyiz.”

Biribirine aykırı yığın yığın eşiğin bir araya geldiği, ‘henüz olmamış’la ‘henüz ulaşılmamış’ın kesiştiği ilginç bir süreyer, daha doğrusu karmakarışık bir ‘şimdi burada’ çokluğuna gönderen bir üst-süreyer. Dolayısıyla karşılaşmaların, yedi iklim dört bucağa yayılmış eşiklerin kendisi değil, yalnızca gösterisi. Baştan aşağı bir değişmece, bütünüyle bir aktarmaca: Orada olmayan eşikleri gösterimsenen bir göstermelik. İşte bu yüzden önce kitle iletişim araçları için bir gereç, örgütlenme biçimi kendisini aşan bir eylem.

‘Salon’ 19. yüzyıl romanının ‘salonlarına’, ‘barikat’ 19. yüzyılın ‘barikatlarına’, bütün şu ‘galleria’ dizileri ondokuzuncu yüzyıl sonunun ‘pasajlarına’ bağlansa da, karar anının sünmesinden, geri dönülmez eşiğin yer değiştirmesinden ötürü, bambaşka işlevler taşıyor artık. En azından 1968’den beri böyle bu; o Mayıs ayında “Kimse ölmedi; öyleyse hiçbir şey olmadı” denmemiş miydi? (Bütün eşiklerde birtakım eşik cinlerinin belirmesi, üstelik hep aynı sözü söyleyip çekilmesi ne tuhaf.) Yalnızca ‘düzenin canevi’nin yokluğundan, ‘küresel iktisat düzeninin çekirdeğini oluşturan kaleler’in var olmamasından değil, süreyerlerin başkalaşmasından. Sınıfların karşılaşma yerleri ya bir göstermelik olarak kitle iletişim araçlarına aktarılıyor ya da ayrılıp sınıfiçi karşılaşma alanlarına dönüştürülüyor artık. Yeniçağın hanlarıyla günümüzdeki konaklama yerlerini karşılaştırmak bile yeter bunu anlamaya. Üst orta sınıfı taşıyan otobüsler kendi ‘tesislerinde’ konaklatıyor yolcularını, ötekilerle karşılaşmasınlar diye.

Yoksulluğun siperlerinin nerelerde kurulduğunu şöyle bir sezinlemek içinse kentli yazarları ara sıra okumak yeter: Kırmızı ışıkta duran bir arabanın ön camını silmeye uzanan el, yan camından içeriye mendil uzatan kol; yalnızca buncacık bir ‘saldırı’, bu kısacık karşılaşma, yoluna çıkan bu ‘barikat’ bile irkiltiyor bütün sınıfı: “Şu çocukları gözümüzün görmeyeceği bir yerde toplayalım. İçli mi içli, duygulu mu duygulu iki televizyoncu göstersin bize gerektiğinde, canımız bir parça vicdan çektiğinde.”

3

“Küresel iktisat konusunda kararlar verme erkini üstlenmiş olanlar nerede toplanırsa toplansın, biz de tanıklık etmek, gözler önüne sermek, karşı çıkmak üzere orada olacağız.”

“Bir sorunumuz var: Prag bir gün erken bitmedi mi? Para dalkavukları kaçışmıyor mu? Dünya Ticaret Örgütü’nün, Uluslararası Para Fonu’nun, Dünya Bankası’nın korkunç etkisi herkesin gözü önüne serilmedi mi? Kuşkusuz, ama bizim amacımız gürültü patırtı çıkarmak, göz önünde ya da gözüpek olmak, kapitalizmin en kötücül birtakım yöneticilerini ürkütüp toplantılarını kısa kestirmek falan değil ki. Amacımız milyonlarca yaşamı iyileştirecek değişiklikler sağlamak. Önemli olan yalnızca şimdi ne başardığımız değil, nereye gittiğimiz.”

“Bilişim ağı pek çok bakımdan işimize yarayan, güçlü bir araç. Ancak bilişim ağı aracılığıyla çoğunlukla bizim söyleyeceklerimizi dinlemek isteyenlerle iletişim kuruyoruz. Bizim alanlarımıza gelmeleri, tartışmalarımıza katılmaları aslında zaten akımın içinde yer almalarından ötürü. (...) Daha yüz yüze, daha kamuya yönelik başka etkinliklere öncelik verilmezse bu bizi ister istemez koparır, iletişim kurmamız gereken tabanlarımızdan uzaklaştırır.”

Washington’da, Seattle’da, Melbourne’da, Prag’da olup biten de bu işte: Genel olarak ‘küreselleşme karşıtı söylem’e egemen olan ‘seçkinler’ çözümlemesi, kurulan karşıtlığın iki yanı için de geçerli; küreselleşmenin seçkinleri ile küreselleşme karşıtı seçkinler karşı karşıya.

Küreselleşme karşıtı örgütlenme yerelliğin, bölgeselliğin, yerel toplulukların önceliğini vurgulamakta bir bakıma haklı olabilir: “Küreselleşmenin saldırısına uğrayan ne varsa hepsini savunmak gerekir.” Gelgelelim hem tepki hem de tepke niteliği taşıyan bir tutum bu; dolayısıyla yayılmacılık çağının koşulsuz ulusal bağımsızlıkçılığının (ilkel dile getirilişini “Yerli malı kullanmalı” savsözünde bulan) tutum örnekçesine uygun olarak yeniden üretilmiş biçimi. Söz konusu tutumun, bir emekçi açısından, örneğin Toyota fabrikasında çalışmakla İmza fabrikasında çalışmak arasında ne gibi bir ayrım olduğunu açıklaması gerekir. Oysa küreselleşme karşıtları da, tıpkı küreselleşmeciler gibi, emek açısından değil, pazar açısından bakıyor soruna; küreselleşmenin ana eksenine, sermayenin salınıp emeğin bağlanmasına o ölçüde ağırlık vermiyor. Bu yüzden de Türkiye gibi ülkelerde küreselleşme/özelleştirme ikilisine nasıl devletçilik/ulusçuluk ikilisiyle karşılık veriliyorsa, Seattle’da tutucu sağla, Prag’da düpedüz faşizmle öyle yan yana durulabiliyor.

Ayrıca ‘sivil toplum örgütleri’ni çekip çevirenlerin yalnızca yerel seçkinler arasına katılmakla kalmayıp yerel ölçekte daha güçlü seçkinler olduğunu da unutmamak gerekir. Topluluk sermayesi/yaygın mülkiyet bileşimiyle topluca bir bürgerliche Gesellschaft’a yönelmedikleri yerlerde bile öteden beri bürgerliche Gesellschaft’ın bireyleri olmalarından ötürü böylesi sınıf örgütlerinde toplanıyor seçkinler; emeği değil, mülkiyeti örgütleyen kuruluşlarda.

Bu bakımdan bilişim ağı da yalnızca bir ‘araç’ değil; bir üretim, dolaşım, mülkiyet alanı. Bilişim ağına erişebilenler de birkaç bakımdan seçkin: Yalnızca ağa bağlanabilen donanıma kavuşmaları yetmiyor; ağda dolaşan içeriğe ulaşabilmeleri için de belirli bir eğitim düzeyi gerekiyor. Dolayısıyla emeğin küreselleşme karşıtı etkinliğin örgütlenme alanına katılabilmesi için bile bir seçkinler topluluğunun aracılığı gerekiyor. Öyleyse temel sorunlardan biri, bilişim ağını kullanarak hem bir örgütlenme biçimi hem de bir düşünsel yönelim oluşturmaya çalışan yeni sınıfın ürettiği düşünyapının/ülkülemin küreselleşmeci sermayenin seçkinlerinin ürettiğinden nerede, nasıl ayrıldığı; belki de ayrılıp ayrılmadığı.

4

Bir mağazanın kapısına asılmış ‘İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi yeğlerim’ levhası ya da herhangi bir ürünün kabına basılmış ‘Çocuk emeği kullanılmadan üretilmiştir’ yazısı bize ne der? ‘Satın al!’ Hepsi bu.

Oysa birincisinde ‘insanların güveni’ yerine ‘müşteri’ sözcüğünü koyarak ‘tüketim ideolojisi’ni kolayca saptayıveren çözümleyici sol, ikincisinde ‘reddin evrensel dili’ni okumayı ister alttan alta: İstanbul’daki ya da ta Hindistan’daki çocukların sömürüden kurtuluşunun küçücük, belli belirsiz bir belirtisidir bu.

Ah, İstiklal Caddesi’ndeki eczacı da karşıdır çocukların çalıştırılmasına: Çocukların sokaklardan kurtarılması ya da sokakların çocuklardan kurtarılması gerekir. Böylece kendisinin kağıt mendil, yara bandı, hassas tartı pazarındaki payı da artacaktır. Hem dükkanın önü de açılmış olur.

Kapının önünü süpürmek gibi bir şeydir bu. Ne de olsa tüketici sınıflar kirlenmemiş, tertemiz, bembeyaz bir dünya ister; el değmeden üretilmiş, arı, bulaşıksız ürünler: ‘İçindekiler: Dana eti ve yağı, hindi eti, nişasta, tuz, stabilizatör (sodyum polifosfat), antioksidan (sodyum askorbat), baharat karışımı, koruyucu madde (sodyum nitrit). Etlerimiz İslâmi usûllere göre kesilmiştir. Hiçbir ürünümüzde domuz eti ve yağı, çocuk emeği yoktur’ ‘Satın al!’

Yine de pazarda dolaşan bu ‘lekesiz’ paketleri “çocuk emeği kullanımına karşı bir duyarlık yaratmak isteyen eylemciler’in büyük bir başarısı saymak gerekir, değil mi ya? Free the children - India az uğraşmamıştır. NikeWatch Cakarta’da, Nike fabrikasında çalışan sıradan bir Endonezyalı işçinin günlük geliriyle yaşama deneyi yapan Amerikalı futbolcu Jim Keady’yi Sydney’e götürüp değişik bir açılış töreni düzenlememiş midir? Ayrıca Center for Economic Justice, Global Exchange, Rainforest Action Network, Jubilee 2000 Africa, Essential Action, Transnational Resource and Action Center, 50 Years Is Enough Network, Center for Economic and Policy Research, United for a Fair Economy hep biraraya gelip yatırımcılara, gelirlerinin yüzde seksenini tahvillerden sağlayan Dünya Bankası’nın tahvillerini almama çağrısı yapmamış mıdır? 1996’da Melbourne’da kurulan Fair Wear perakendecilere binlerce mektup yazmamış mıdır?

Her işin başı pazarda sağlam güven ilişkileri kurmaktır. Bunun yolu da ‘tüketici ile yatırımcı duyarlığını’ sağlamaktan geçer. Pazarın evrensel dilinde fair (adil, dürüst, ama her şeyden önce güzel, hoş, temiz) sıfatının geçer akçe olmasına kimsenin bir diyeceği yoktur, ama ad olarak fair (panayır, pazar) temeldir. Bir ürünün içinde ne ölçüde, ne nitelikte emek bulunduğuna aldırış edip etmemek tüketicinin, yalnızca tüketicinin gönlüne ya da neyi ‘murdar’ saydığına kalmıştır: ‘Ürünlerimiz çocuk emeği içermez’ demek ‘Ürünlerimizde domuz eti yoktur’ demekle aynı anlamı taşıyan bir buyruktur: ‘Satın al!’ Satın al, Hindistan’daki çocukları sömürüden kurtar.

Yeryüzünün dört bucağında ‘a fair fair affair’i çekip çeviren ‘sivil toplum örgütleri’nin bakış açısı tüketici sınıfların, yatırımcı sınıfların, ‘sivil toplum’un bakış açısıdır, ‘insanlık toplumu’nun değil. Dilleriyse olsa olsa onaylamanın, pekiştirmenin evrensel dili olabilir; çünkü bütün uğraşları ‘emek bilinci’ndense ‘tüketici buluncu’na yönelmiştir.

5

Türkiye’nin dört bir yanındaki duvarlarda ‘DGM’yi ezdik, sıra MESS’te’ yazısının okunduğu yıllarda Kızıl Tugaylar da Aldo Moro eylemini ‘düzeni canevinden vurmak’ diye niteliyordu. Kızıl Tugaylar’ın ‘köklü yanılgısı’ ince bir dille anlatılmıştı kendilerine: “Düzenin canevi yoktur.” Duvar yazılarındaki çözümlemenin daha doğru olduğu açıktı ama burada da ‘hukuksal aygıt’ üzerindeki geçici ‘yengi’nin doğrudan doğruya ‘sınıf örgütü’nün çözülüşüne yol açacağı gibi bir anlayışsızlık okunuyordu. ‘Hukuksal aygıt’ın yerini alan ‘savaş aygıtı’ DGM’yi geri getirdiği gibi MESS’in içinden çıkan biri de siyasal egemenliği ele geçirdi. Bütün asal koşullar bir yana bırakılsa bile, gerek yaygın gerek kurumsal olarak örgütlenmiş mülkiyetin karşısında yerel direnişin, yörel ‘yengi’nin, ‘kurtarılmış bölgeler’in pek bir önemi yoktu.

Bugün ‘yanılgı’nın yer ya da yan değiştirdiği söylenebilir mi? Bir yandan ‘yeterince küreselleşememek’ten yakınılırken bir yandan da ‘düzenin kendi güvencesini içinde taşıdığı’ndan, ‘direnişin düzenin bir parçası olduğu’ndan, sanılanın tersine ‘düzeni olumladığı’ndan söz ediliyor şimdi. Seattle-Washington eylemlerinin ‘görünür’ biçimine değil de ‘örgütleniş’ biçimine bakılarak ileri sürülüyor bu: Uluslararası bilişim ağının etkin kullanımı vurgulanıyor, ‘küreselleşmenin bir nimeti’ olarak.

İşi bu yanından (ya da bizim durduğumuz yere göre öbür yanından) görenlerin yanılgısı gösterilerin neye karşı yapıldığına hiç bakmamalarından kaynaklanıyor: Eylem ‘küreselleşme’ye karşı değil ki; ‘küreselleşmenin iktisadî biçimi’nin malî kaynaklarının dolaşımını düzenleyen kurumlarla bunların karar düzeneklerinin işleyişine karşı. Geleneksel bir ‘yayılmacılık’ eleştirisi ya da ‘sermayeci düzenin kargınması’ söz konusu değil burada. Eylemciler sınırlarını, ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. Bir ‘gösteri’ bu: ‘Maliye bakanları ile ... Seattle ruhunu paylaşmamız gerek’ deniyor çağrıda. Mülkiyetin taşıyıcılarıyla Washington’da karşı karşıya gelemeyeceklerini, ama eylemi yürüten öznelerle eylem araçlarına ‘Siz neredeyseniz biz oradayız’ diyebileceklerini biliyorlar. Mülkiyetin taşıyıcılarıyla ‘düzenin canevi’nde, canevi olmadığı için her yeri canevi olan yerde başka bir mülkiyet biçiminin özneleri olarak çoktan karşılaşmış durumdalar. ‘Sermayeci’lerle ‘mülksüzler’in karşılaşması değil bu: Adsızlaşan, kişisizleşen sermayenin, üretim araçları ile ürettiği bilgiyi kendi aracı, kendi ürünü olarak tutabilen üreticilerin karşılaşması.

Olup bitene iki yandan bakmak gerekir. Birincisi, başka bir ‘karşılaşma’: Kızıl Tugaylar’la kimse masaya oturmazdı. Oysa ‘bilgisayar korsanları’yla masaya oturuldu. İkincisi, üretim araçlarını üreten araçların üretimi: Bilgi kolaylıkla kamusallaştırılabilen, buna karşılık tüketilemeyen bir ürün türüdür. Yalnız burada ‘mülklüler’le ‘mülksüzler’in karşı karşıya geldiğini ileri sürmek de doğru olmaz. Washington’daki eylemciler ‘mülkiyet’e de ‘küreselleşme’ye de karşı değil; ‘seçkinler’e karşı: Malî kaynakların ‘küresel’ olarak ‘eşit’, en azından ‘dengeli’ dağıtılmasını istiyorlar; kendi mülkiyet biçimlerinin gelişebilmesi için. Yoksulların ‘geçim kaynakları’na ilişkin uslamlamalarsa ‘düzenin canevi’ne değil, oluşan yeni sınıfın öncülüğünü benimseyebilecek artçı sınıfların ‘gönlüne’ sesleniyor.

6

Küreselleşme karşıtı eylemlerin ulusaşırı şirketler güdümündeki küreselleşme düzeninin bütününün geçerlilik bunalımını derinleştirmeye yönelmesi gerektiği üzerine: “Dünyayı kültüründen, topluluğundan koparılmış bireysel atomlardan oluşmuş bir bireşimsel bütüne çevirmeye yönelik bu küstah küreselleşme tasarısına bir son verelim. İnsan topluluklarının çeşitliliğine, yaşamın çeşitliliğine dayanan, saygı gösteren, bu çeşitliliği gözetip geliştiren bir uluslararasılaşmanın yolunu açalım.” (Karşılaştırın: “Büyük şirketlerin tepesini tutmuş küstah, cahil ve benmerkezli piyasa elitlerinin tahakkümüne karşı yükselen bir toplumsal muhalefet, 12 Eylül’den gerçekten çıkış anlamına gelmeyecek mi?”)

Önerilen iki ana yön: ‘Küreselleşmeyi tersine çevirmek’ ile ‘çoğul bir dünya’:

“Uluslararası ekonomiden çekilmekten söz etmiyorum. Ekonomilerimizin yönünü ihracat için üretimden bölgesel pazar için üretime çevirmekten, (...) topluluk kooperatiflerini, özel girişimleri, devlet girişimlerini içeren, ulusaşırı şirketleri dışlayan yeni bir üretim, değişim düzeni yaratmaktan söz ediyorum.”

Öte yandan:

“Neye son vermek istediğimizi tam olarak bilelim de sonunda Dünya Ticaret Örgütü’nün birtakım toplumsal, çevresel eklentilerle güçlendirilivermesi gibi biz de son vermek istediğimiz şeyi bilmeden güçlendirmiş olmayalım.”

Bu savlar ‘küreselleşmeye karşı’ Seattle-Washington-Melbourne-Prag eylemlerinin belirleyici eğilimiyle birleştiğinde (böyle söylemek ‘küstahlık’ olacak ama) acıklı bir görüntü çıkıyor ortaya: Eylemler ‘direniş’ üzerine kurulu; eylem dizisinin genel kurgusuysa bir yandan ‘korumacı’, bir yandan da ‘tutucu’.

‘26 Eylül Kapitalizme Karşı Küresel Eylem Günü’nde yapılması düşünülen, önerilen eylemlerin bir bölümüyse ‘bitmiş bir aşk’ın göstergeleri gibi: ‘Sokakları, devlet arazileri ile dairelerini ticari olmayan, iyi etkinlikler için geri almak’, ‘ücretsiz yemek dağıtmak’, ‘yalancı ticaret fuarları’, ‘büyük bankaların önünde faizsiz borç vermek’, ‘lüks tüketim mallarına el koyup dağıtmak’, ‘kapitalistlerin varlıklarına el koyup emekçilere geri vermek’, ‘kapitalizm ile buyurgan yönetimlere karşı bireysel bağımsızlık ilân etmek’, ...

Gramsci’yi anarak ‘düzenin dış siperleri’ndense ‘küresel iktisat düzeninin çekirdeğini oluşturan kaleler’e, ‘halkı, toplumu, çevreyi, candan sevdiğimiz ne varsa hepsini tehdit eden’ ulusaşırı şirketlere yönelmeyi öneriyorlar. Oysa, birincisi, tasarlanan karşılaşma da, Prag’da gerçekleşen karşılaşma da, Washington-Seattle karşılaşması gibi, ‘sermayeci’lerle ‘mülksüzler’in karşılaşması değil. İkincisi, sermayenin kendi ilkel biçimiyle, karikatürüyle karşılaşması: Panayır, yağma, bağlı olduğu topraktan kaçan köylü, imarethane, ... Daha da önemlisi, bütün eylemlerin sermaye düzeniyle ‘aktöre’ düzleminde karşılaşması: İyilikseverlik, hayırseverlik, ‘iyi etkinlikler’, ‘sevdiğimiz şeyler’, ...

‘Ulusaşırı şirket kaleleri’ne karşı ‘kooperatif kaleleri’ kurmak, ‘sermaye aktöresinin siperleri’ne karşı ‘sermayecilik öncesi siperler’e dönmek yeni bir sermaye oluşumu biçimi, dolayısıyla bir ‘çıkış’ yerine ‘dönüş’ önermekten öte bir anlam taşımıyor.

7

‘Yeni proletarya’ diye adlandırılan, “her şeyden önce sermaye birikiminin derinleşmesi ve genişlemesi süreciyle mücadeleyi öne çıkaran” toplumsal oluşumun “sermaye birikimi merkezli toplum ve yaşam düzeniyle mücadelenin canalıcı alanının ideolojik olduğunu, siyasal mücadelenin önce tahayyül dünyasında kazanıldığını bildiği” yollu sav: “Çünkü kapitalizmden çıkış, insanî varoluşun esas olarak iktisadiyat tarafından belirlenmesinden, iktisadî tasarımın tahayyül dünyamıza hükmetmesinden çıkıştır.”

Şaşılacak ölçüde, Marx’ın 16 Ekim 1842’de Rheinische Zeitung’da yayımlanan sözlerini andırıyor:

“Şuna kesinkes inanıyoruz: Asıl tehlike kamulcu düşüncelerin eyleme geçirilmesinde değil, kuramsal gelişimi ile yürürlüğündedir; çünkü eylemli girişimlere, bunlar kitlesel girişimler bile olsa, tehlikeli olmaya başlar başlamaz topçu bataryasıyla karşılık verilebilir, oysa anlayışımızı kuşatmış, gönlümüzü ele geçirmiş, üzerinde anlığımızın buluncumuzu dövdüğü düşünceler kişinin kendi yüreğini paralamadan kurtulamayacağı zincirler, insanın ancak boyun eğerek üstesinden gelebileceği cinlerdir.”

Yalnızca Marx’ın altı yıl sonra, Komünist Manifesto’yu hem açarken (‘Avrupa’da bir hortlak kol geziyor - ’) hem de bağlarken (‘Proleterlerin zincirlerinden başka yitirecekleri bir şey yok. Kazanacakları bir dünya var.’) başvurduğu eğretileme düzeninin ‘Dünya bir meta değildir’, ‘Yaşam satılık değildir’ gibi savsözlerin özetlediği ‘varoluş özlemi’nde sürüp gitmesinden, ‘kurtuluş’un ya da ‘çıkış’ın olanağının koşullarını sağlayan alanın belirleniş biçiminden kaynaklanmıyor koşutluk. Eninde sonunda gelip çatacağımız şu sorunun anıştırdığı karmaşık, belki de çatışkılı koşullardan kaynaklanıyor: Peki ya ana savaşımın alanı saydığımız şu düşünceler, tasarımlar dünyasının kendisi bir alım satım alanı değil mi?

Sermaye birikimi sürecinin eski mi eski iki yordamı, ‘genişleme/küreselleşme’ ile ‘derinleşme’ başka ürünlerden çok düşünceler, tasarımlar alanında işliyor öteden beri. Yalnızca düşüncelerin, inançların, bilgilerin daha kolay yayılabilmesinden ya da zorunlu eğitim gibi uygulamaları üretici güçlerin gelişmesine duyulan gereksinimin de kaçınılmaz kılmasından ötürü değil; kitap gibi ‘kültür ürünleri’nin bir bakıma kapitalizmin ‘geçimlik olmayan mal’ üretiminin ilk örneklerini oluşturmasından ötürü de. Ayrıca ‘21. yüzyılın yeni proletaryası’nın baskın kesimini oluşturacak düşünce-tasarım üreticilerinin ‘Düşünceler satılık değildir’ demesi de pek kolay değil. Düşünceler, tasarımlar bir kez alınıp satılır duruma geldikten, geçim araçlarına dönüştükten sonra, elinde başka geçim araçları olmayanların önünde çokça seçenek kalmıyor. ‘Sermaye birikimi sürecini besleyecek organik aydınlar’ın yalnızca ‘zincirleri’ yok, ‘düşünsel mülkiyetleri’ de var; dolayısıyla ‘mülksüz’ (‘proleter’) değiller.

Diyeceğim, düşüncelerin, tasarımların üretim, dolaşım koşullarını değiştirmeye yönelik bir savaşıma dayanmadıkça anlamsız kalacak bir ‘ideolojik’ savaşım öneriliyor. Önerinin ‘üzerinde anlığımızın buluncumuzu dövdüğü düşünceler’e ilişkin yanında gizlenen cinleri kovmamız kolay değil ama düşünce, tasarım üretimi alanında bir ‘genel grev’ de olanaksız.