“Bu yükseklikte insan kalbi hâlâ çarpabiliyor mu” diye sordu şehir
“Düşünmem gerek” diye cevapladı insan
Böyle şeylerde hep olduğu gibi, ansızın çıkıveriyorlar karşıma. Karnımız acıkmışken, vakit geçken, bir pizzacıya gitmek ya da sandviç yemek arasında karar veremezken, yol tabelalarını kaçırmamaya ve açık bir şarküteri bulmaya çalışırken. İkinci köprüden Levent’e giden yolda böyle ansızın, tehditkâr belirivermeleri, uyandırdıkları dehşet duygusunu arttırmıyor belki. Ama yine de ansızın... Şehrin yüreğinde müstehcen bir manifesto gibi yükselen bu dev binalarla ilk karşılaşışım değil doğal olarak; ama onları dünyanın geleceği için karar veren karanlık bir tanrılar topluluğuymuşçasına kararlı, suskun, şeytani bu ilk görüşüm. Arabanın ön koltuğundan camın ve koltuğun izin verebildiğince başımı çevirip iyice görmeye çalışıyorum. Yakınlarından geçildiğinde yarattıkları şaşırtıcı ama belli belirsiz izlenim, uzaktan yani topluca görüldüklerinde birden bire zalim, yıkıcı ve şaşmaz bir anlam kazanıyor. Bu dev binalardan en büyüğü, bir aydınlatma tekniğinin yarattığı yanılsama neticesi, göğe doğru sonsuz biçimde yükseliyor. Ben de ışık huzmesini binanın kendisi gibi algıladığımdan, hiç olmazsa birkaç saniye boyunca, binanın gerçekten yıldızlara kadar ulaştığını düşünüyorum. Bu fantastik görünüm karşında, herhangi bir insan yaratısı, becerisi karşısında hissedilebilecek heyecanı, coşkuyu duyamıyorum; sadece isimsiz, eski bir korkuyla kasılıyorum. Arkadaşıma “Bu kadar yüksek bina yapılabilir mi?” derken, binanın boyutları konusunda aklımın en az yarısıyla ciddiyim. Gözlerini yoldan ayırmamaya dikkat ederek, bana doğru kaçamak bir bakış atıyor. Yüzünde yarı endişeli bir ifade... Yine de ışık huzmesinin izinden apaçık göğe uzanan ve bana meşhur fasulye sırığı masalını anımsatan bu manzarayı, bir an için bile olsa gerçek gibi algılamış olmaktan memnunum. Çünkü bu çarpık algılama, bu yanılsama, görünenden çok daha fazla gerçeği barındırıyor. Bu yüzden, yanılsama kelimesinin üstünde düşünüyorum ve hayalin, hakikatten daha kesin hatlarla çizdiği manzarayı bir kez daha seyrediyorum. Adorno’yu anımsayıp, gördüğünden fazlasını görmek için kurban taşından yavaşça doğruluyor zihnim...
Derken, gerçek boyutları ışığın etkisiyle kaybolmuş bu heyulanın bir yerlerinde, beyaz kuşlar beliriyor. “Martılar” diyorum sevinçle. Sanki bu dünyevi olmayan görünüm martılarla daha katlanılabilir hale gelecekmiş gibi. Martılar karanlık gecede beyaz ışıktan dalgalar halinde amaçsızca kanat çırpıyor. Yine de devamlı, aynı yerde dönüp durmalarının yarattığı cenaze merasimi havası yüreğimi daraltıyor ve fosforluymuş gibi görünen beyaz kanatları, tuhaf bir kimyayla parlıyor. Camdan başımı çıkarttığım halde, martıların, yalnız gecelerde, bazen çığlığa dönüşen bağırışları duyamıyorum. Belki de seslerin duyulmayacağı kadar yüksekteler; bunu kestirmek zor. Ama içimde yavaş yavaş mayalanmakta olan şey, gerçeğe doğru itiyor beni. –Yoksa gerçeklik mi demem gerekir-Yine de arkadaşım “onlar martı değil” diyene kadar bir köşeye saklanıyorum. Zihnimde son hızla kendini gösteren düşünce, sığındığım kovuktan çekip çıkarıyor beni ve ölümcül bir bulmacayı çözer gibi, martıların da bu acımasız mekaniğin köleleri olduğunu algılıyorum. Çocuk karyolalarının üstüne asılan müzikli balıklar ya da kelebekler gibi. Onların iyice akıl almaz büyüklükte olanlarından ve akıl almaz bir yüksekliğe asılmış olarak. Yine de inatla direniyorum onların martı olduklarında. Arkadaşım cevap vermemeyi tercih ediyor.
Yanlış bir yere saptığımızdan ya da yol bunu gerektirdiğinden, yeniden o en büyük binanın önünden geçiyoruz. Bu sefer tam dibinden. Bu kadar yakınken, yüreğin dayanamayacağı kadar korkunçlaşıyor görüntü. Devingen bir kameraya dönüşmüş gibi çeşitli cephelerinden algıladığım bu görüntünün, pek az sinemacıya nasip olabilecek bir ışık ve mekân kullanımı ustalığıyla yaratılmış görünen bu dehşet verici Welles mizanseninin, kaç kişide hayranlık uyandırdığını merak ediyorum. Ve nedense bu manzaradan zevk alacak kişilerin ancak bu binaların ve binalar kadar karanlık zenginliklerin sahipleri olabileceğine karar veriyorum. Filmlerde de, uzaydan gelen ve insanlığı yok etmek için uğraşan yaratıklarla işbirliği yapan, gözünü para ve hırs bürümüş birkaç insan olmaz mı her zaman? Üstelik tarih tam da 2001. Ancak -konusunun uyumsuzluğu bir yana- mekânsal izlenim, Kubrick’in yorumuna uygun olsa da, ne yazık bir uzay macerasında değiliz. Yine de bu çocukça düşünce, karlı gündeki sıcak yatak gibi sığınılası geliyor bana. Hiç düşünmeden bacaklarımı koltuğun üstünde kıvırıyorum ve çekirdeğinin etrafında olmaya çalışan bir meyve gibi içime kapanıyorum. Bu davranışım arabayı kullanan arkadaşımın dikkatini dağıtıyor, belki de yolu karıştırıyor yahut bilmediğim herhangi bir nedenle, lanetlenmiş gibi bu dev binaların arasında, sonsuz kereler dönüp duruyoruz.
Kıvrıldığım yerden, beni algılamalarından tedirginlik duyarak göz ucuyla izliyorum onları. Bu devasa medusaların duyguları ve düşünceleri kontrol eden kötü bir güçleri olduğundan öylesine eminimki, bir bakışları, hiçbir sıcaklığı anımsamayacak kadar dondurabilir insanı. Şehrin siluetini yaralayan bu dev binaların imgesi, kaçınılmaz biçimde, zihinsel süreçlerimizi etkiliyor. Çevrelerinde yaşayan, onları seyreden, içlerine girip çıkan, onlarla temas eden insanları, yavaş yavaş, fark edilmeksizin ve geri dönülmez biçimde değiştiriyorlar. Yoksa ilaç ve televizyon fabrikalarındaki bütün o insanlar nereye kaybolmuş olabilir; fabrikaların sıcak karınlarında fısıldaştığımız insanlar. Karlı günlerde botlarımı kurutup, sıcak çay içebileceğim bir kuytusu mutlaka bulunurdu o eski binaların. Benim bildiğim, yalnız biri öldü elimi kuvvetle sıkanların; ama öyle çoklardıki; gerçekten bilebilmek zor. Keskin bir kimyevi madde kokusuyla birlikte anımsıyorum gülüşlerini; insanlarla aynı kaderi paylaşan o eski fabrikalar için kederleniyorum. Geçmişte bir mucize gibi yaşanmış onca şeye meydan okurcasına dikilen dev binalar, bir bakışlarıyla kavuruyor anılarımı. Milyonlarca metreküp beton, cam, demir yığınından meydana gelmiş bu yaratıklar, bizlere, kölelerine öfkeli bakışlar yağdırıyor. Yine de Marinetti’nin bir zamanlar içimi kasvetle doldurmuş şimdi nedense çocukça gelen fütürizmi karşısındaki gibi kaba saba ve dolaysız değil duyumsadıklarım. Daha çok bir Blade Runner dekorundayım sanki; korku verici olduğu kadar mistik. Burada bu insanlık dışı yükselişte, bu dünyevi olmayan mühendislikte, tüyler ürpertici mekanikte, şimdiye kadar insanlık tarihinin gördüklerine benzemeyen bir tapınışı sezmemek olası değil. Karanlık, bu mistik görünümü sonsuz kereler çoğaltıyor. Göksel olmayan bir tanrının fütursuz varlığı burada, şehrin tam göbeğinde kuvvetle seziliyor. Kadim tanrıların haklarını gasp etmiş zalim bir tanrı bu. İnsanlar, her türlü erdemden soyutlanmış, maddi şeylerin bu en merhametsiz tanrısına tapınıyor artık. Her gün sayısız kurban veriliyor bu tanrıya. Her köşe, her meydan bu tanrının kan lekeleri hiç kurumayan kurban taşlarıyla dolu. Ona adanmış sayısız sunakta, incik boncuk, giyecek, plastik, metal, ve her türlü pılı pırtı kapışılıyor. En tercih edilen tapınma biçimlerinden biri bu. Eskisini bin kez aratacak kıyametlerin habercisi gibi dikilmiş dev binalar da, bu merhametsiz tanrının tapınakları.
Saçları kesilen ve en kıymetli mücevherleri elinden alınan şehir, kendisine yapılan zalimliklerden kaçmak için en akla gelmez kuytulara sığınıyor. Bazen ara sokaktaki eski bir berberde, bazen falcı kadınların kurumla gezindiği sahil kahvelerinde, kuru bamya örgülerinin dantel perdeler gibi süslediği dükkanlarda, bir caminin sarmaşıkla kaplı nemli, soğuk duvarının oluşturduğu küçücük bir girintide, bazen de tüp gazda patlıcan- biber kızartılan kenar mahallelerde rastlanıyor ona. Elleri kir içinde, giysileri yırtık. Bir zamanlar çok güzel olup da sonra düşkünleşen her kadın gibi bakışlarını kaçırıyor.
Dev binalar tarafından algılandığımızı hissetmek, bu düşüncelerden uzaklaştırıyor beni. Yanılmıyorum. Karanlık ve tehditkâr bakışları, binaların çevresini helezonlar halinde sararak, uğursuz bir labirente dönüşen yolda durmaksızın dolaşan küçük arabamızın üzerinde geziniyor.
Bu binaların pek çoğunun tepesinde onlara uzay aracı görünümü veren bir kapsül olduğunu o sırada fark ediyorum. –Zihnim bir uzay macerasına sığınmakta hâlâ ısrarlı -Sanki havalanmak için gizli bir emir bekliyorlar. Ve o gün geldiğinde, çevrelerindeki diğer binaları yıkıp, ağaçları kavurarak, binlerce insanı çığlıklar içinde sağa sola savurarak fırlayıp gidecekler. Ama bu korkutucu havalanışı, böylesine canlılıkla hayal edebilmek bile, ufacık bir kurtuluş duygusu uyandırmıyor bende. Çünkü insanlığın evrimlerine ait görünmese de “insanın” eseri olan bu mimari, yerini, atom savaşının korkunç kalıntılarından da biçare bir manzaraya bırakacak. Belki de geride yalnızca hiçlik kalacak. O gün bilinecekki; bu ne başlangıç ne de sondur. Ama şimdi, yakın ya da uzak gelecekte, insan eliyle gerçekleşecek en kötü kehanetin şimdiki zamanında, yine de bu anda mayalanmakta olan geleceğe inanmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden
Sonunda bir şarküteri bulduğumuzda, beynim tamamen uyuşmuş durumda. Bulvar üzerine isabet eden vitrindeki yazıları, orada asla yazılı olamayacak kelimeler olarak okuduktan ve hiç olmazsa, bunları kimseye söylememe akıllığını gösterdikten sonra içeri giriyorum. Şarküteri çalışanları çok geç olmamasına rağmen yorgun ve uykusuz. Gecenin o saatinde zoraki, uyuşuk, ellerinden geldiğince denilenleri yapmaya çalışıyorlar. Bize sandviç hazırlayan adamın cep telefonu sürekli çalıyor ve büyük ihtimalle sevgilisi olan bir kadını yatıştırmaya çalışıyor. Sakalları uzamış, bitkin, hiçbir hijyen kuralına uymuyor. Gereğinden fazla ıvır zıvırla doldurulmuş dükkana ve derbeder çalışanlarına öfkeyle bakarken, bütün bunlar elimden alınıverecekmiş gibi geliyor birden. Yıllardır bildiğim ve en ufak bir sempati beslemediğim bu şarküteri, bu bıkkın, ter kokulu adamlar, cep telefonundan duyulan mızmız ses bile... Her şey o dev binaların her gün üstümüze yağdırdıkları, güçlü ve görünmez bir büyüyle çok kısa bir süre sonra yok olup gidecek. Bu düşünce, gözlerimi yaşlarla dolduruyor ve dükkandan ayrılırken orayı bir daha göremeyecekmişim gibi dikkatle, uzun uzun bakmama neden oluyor.
Dışarıda, geceden başka bir şey görmeden duruyorum bir süre. Derken, trafik ışığı, ölgün bir kırmızıyla hala gürültülü bulvarı aydınlatıyor. Bu yarı aydınlıkta, ancak dünyanın en düşkün imgeleminin mahsulü olabilecek, tahta bacaklı bir dilenci, sevecenlikle bana bakıyor ve şehrin kederi, hem acı hem hayat veren bir zehir gibi damarlarıma doluyor yeniden...