George W. Bush, 20-22 Temmuz günlerinde Cenova’da toplanan G-8 zirvesine katılmak için yola çıkmadan önce, gazetecilerle yaptığı bir söyleşide, küreselleşmenin efendilerinin emperyal bakış açısını, tüm çıplaklığıyla dile getiriyordu. Bu tür toplantıların giderek kuşatma altında yapılmasını nasıl değerlendirdiği sorusuna verdiği cevap, liberal küreselleşmenin ana dinamiklerini özetliyordu:
“Ben, ticareti engellemeye çalışarak insanları yoksulluğa hapseden felsefe ve stratejiye şiddetle karşıyım. Elimden geldiğince açık ve kesin biçimde ifade etmeye çalışıyorum ki, İtalya’da muhaliflerin fikirlerini barış içinde ifade etmek hakları vardır. Ancak, bilsinler ki uluslararası ticarete karşı çıkarak, gelişmekte olan ülkeleri büyüme olanaklarından mahrûm ediyorlar. Dostum, Meksika eski cumhurbaşkanı Ernesto Zedillo’nun dediği gibi, bu kişiler, garip bir biçimde, gelişmekte olan ülkeleri gelişmeye karşı ‘korumaya’ kararlılar. İstedikleri kadar farklı kelimelerle ifade etseler de, insanları sefalete mahkûm bırakıyorlar. Temsil ettiklerini iddia ettiklerine gidip ne beklediklerini bir sorsunlar, o zaman farklı şeyler duyacaklar. Avrupa’ya yaptığım bir önceki ziyaretimde, bir özgürlükler evinden söz ettim. NATO’nun ve Avrupa Birliği’nin genişlemesiyle kapıları özgürlüğe açarak, Amerika’nın, müttefiklerinin ve dostlarının gelişmekte olan ülkelerin sorunlarını daha açık biçimde görebilmelerinin sağlanmasından söz ettim. Müreffeh olanların bu refahı güçlendirmek için belli siyasetleri uygulamaları gereğini Cenova’da dile getireceğim. Bunlar, daha az vergi, daha az düzenleme ve daha fazla serbest ticarettir.”[1]
Dünyanın efendileri konumundaki sekiz ülkenin en güçlüsü, dolayısıyla efendilerin efendisi olan ABD yönetiminin başının açık bir dille ifade ettiği bu yaklaşım, küreselleşmenin kuramsal/ideolojik kaynaklarını, özünü ve taşıyıcısı olduğu yeni siyasal yapılanma tarzını özetliyor. İçinde bulunduğumuz küreselleşme dinamiğinin kuramsal/ideolojik kaynağı, en güçlü siması Hayek olan liberal-muhafazakâr karşı-devrimdir. Özü, kapitalist sermaye birikiminin toplumsal ve siyasal denetlemelerden daha fazla, hattâ neredeyse bütünüyle sıyrılarak, dünyanın her köşesini ve her türlü mal ve hizmeti kapsaması, bunları kendi birikim dinamiğine tâbi kılmasıdır. Buna denk düşen siyasal egemenlik biçimi ise, ulus-devlet modelini değil, emperyal gücü ön plâna çıkarmaktadır.
İktisadî liberalizmin yayılması ve derinleşmesi olarak tanımlayabileceğimiz küreselleşme, ekonomizmin iktisatta ve daha genel olarak toplum bilimlerinde kazandığı zaferin açtığı yoldan ilerledi. Küreselleşmenin toplumsal tahayyülde kabul edilme koşullarını, ekonomizmi sistemli bir siyaset felsefesi haline dönüştürerek hazırlayan muhafazakâr karşı-devrim, 1970’lerin ortasından itibaren etkili olmaya başladı. O güne kadar metalaşmamış olan toplumsal alan ve faaliyetlerin metalaşması ve neo-liberal küreselleşme bunun ardından geldiler. Pazar sistemi, 1970’lere kadar, ABD de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde, kamu denetim ve düzenlemelerine, kültürel ve simgesel sınırlamalara tâbi olarak, kısmî olarak toplumsal/siyasal yapı içine yerleşmiş biçimde çalışıyordu. Kapitalizmin evrensel olarak içinde taşıdığı, her türlü toplumsal ve siyasal denetim ve sınırlamadan kurtularak, salt kendi gereklerine tâbi biçimde çalışma eğilimini, devletler ve diğer kamu güçleri, belli bir ahlâk anlayışı, toplumsal muhalefet hareketleri, din, bir dizi kadim toplumsal örf ve adet bir ölçüde sınırlıyordu.
Margaret Thatcher’la Batı siyasal alanına hâkim olan muhafazakâr karşı-devrim, bu sınırlara karşı ideolojik plânda savaş açtı ve kazandı. O güne kadar toplumsal beraberliğin ve insanî yaşamın harcı olarak algılanan bu sınırlamalar, iktisadî etkenliği engelleyen arkaik kurumlar olarak gösterilmeye başlandı. Serbest ticaret üzerinde topluluk yararına yapılacak düzenlemelerin üretimi sınırladığı, bunun da refah daralması olarak, alttakiler dahil olmak üzere herkese yansıdığı inancı, yeni zamanların amentüsü haline getirildi. Bir bilimsel şarlatanlık örneği olan ünlü Laffer eğrisi,2 muhafazakâr karşı-devrimin en önemli ideolojik silâhlarından biriydi. Daha az vergi, daha az düzenleme ve daha fazla ticarî serbestlik, bu neo-liberal amentünün aziz teslisi olarak, “barbarlara” empoze edildi. Bilindiği gibi medeniyetin efendileri “barbarları”, aklın değil, geleneklerin ve korkuların esiri olan ilkel yaratıklar olarak görürler. Bu yaklaşım, barbarlığı insanlığın ergenlik çağına gelmemiş hali olarak algılar ve bu nedenle, ona neyin nasıl yapılması gerektiğini öğretme ve gereğinde emretme yetkisini kendinde görür. Medeniyet ise bir bütün olarak iyidir. Bush’un açıkça dile getirdiği gibi, yoksulların yarasına merhem olacak teknolojik çözümlere, ekolojik, iktisadî ve siyasî nedenlerle karşı çıkmanın, onları yoksulluğa mahkûm etmek anlamına geldiğini ifade eder bu medeniyetin ideologları. Yoksulluk denen olguyu bu medeniyetin ürettiğini, bu medeniyetle karşılaşmadan önce birçok dilde yoksulluk kelimesinin bulunmadığını duymak bile istemezler. Yeni zamanların açlığa mahkûm ettiklerinin uzatılan ilk ele can havliyle sarılmasını, tercih olanakları olan insanların yaptığı bir seçimmiş gibi sunarlar ve buna karşı çıkanları, onların yoksulluktan kurtulmalarını istemeyen sorumsuzlar olarak göstermek cüretini gösterirler. Pragmatik liberal küreselleşmeciler için, iktisadîyat medeniyetinin vaat ettiği cennete karşı çıkmak, ya demagoji yapmaktır ya gericiliktir veyahut dekadan varlıklıların varlıklarını ve ayrıcalıklarını koruma girişimidir.
1970’lerde iktisat kuramına hâkim olmaya başlayan, akılcı beklentiler kuramı ve anti-Keynesçi karşı dalganın öne çıkardığı “arz ekonomisi” (supply-side economics), bu ideolojik saldırıya, iktisat cephesinden önemli bir tahkimat sağladı. Buna, daha ikincil kalsa da, 1960’larda Garry Becker’la zirve noktasına ulaşan ve günümüzün anti-küreselleşmeci düşünürü Pierre Bourdieu’yü de o dönemde etkisi altına alan, her türlü insanî davranışın fayda-zarar hesabına dayalı bir akılcılıkla izah edilebileceği, yani iktisat kuramının salt iktisadî yaşam değil, toplumsal, siyasal ve kültürel alanlar için de geçerli kuram olduğu iddiası ilave oldu. İktisadî insan’ın, insanî davranışın çekirdeğini ifade ettiği inancı, liberalleri heyecanlandırdığı gibi, dogmatik bir Marksizmden başka bir dogmatizme geçme arayışında olanları da cezbediyordu. Totaliter bir rejimin çarpıttığı plânlı ekonomi, kuramsal ve pratik cazibesini yitirmiş, pazar mekanizmalarının kendi başlarına daha iyi bir düzenleyici oldukları dogması onun yerini almıştı. Bütün bunlara ilaveten, yükselen postmodern söylem ve yapıbozumcu yaklaşım da, ekonomizmin ideolojik tahakkümüne uygun bir zemin hazırlıyorlardı.
Muhafazakâr-liberal karşı-devrim, kapitalizm tarihinde, hattâ kapitalizm öncesinden beri sürekli verilen bir toplumsal mücadelede yeni bir dönüm noktasına tekabül ediyordu. Bireysel zenginleşmeye dayanan kapitalist sermaye birikimi dinamiğiyle, yaratılan zenginliğin topluluk yararına kullanılmasını talep eden toplumsal dinamik arasındaki geleneksel çatışmada, ibre bu kez bütünüyle sermaye birikimi gereklerine doğru döndü. Uzun mücadeleler sonunda kurulmuş olan toplumsal düzenleme kurumları, II. Dünya Savaşı sonrasında yürürlüğe giren Keynesgil politikalar ve Fordist uzlaşma tarihe devredildi. Kapitalizm bu çerçevede kabuk değiştirdi. Bu kabuk değişiminde öne çıkan ilk olgu, sermaye birikimi dinamiğinin dünyanın en ücra köşelerini de etkisi altına almaya başlayarak, dünyasallaşmasıydı. Küreselleşme, yerkürenin bütünüyle tek bir iktisadî mantığın emrine girmesi demekti. Bunu engelleyen kurumlar, kurallar, uygulamalar ve kültürel gelenekler devrilmeliydi. Her şeyin alınır satılır hale gelmesi (merchandisible), o güne kadar meta ilişkileri dışında veya kenarında kalan toplumsal faaliyetlerin de hızla metalaşmasına yol açtı. Sanat, spor ve kültür başdöndürücü bir hızla metalaştılar. Eğitim, sağlık zaten kısmen meta ilişkileri içindeydiler. Bu alanlarda da, özel sektör fetişizmi toplumsal tahayyülde egemen olmaya başladı. Buna karşı direnişi, fikrî ve pratik plânda kırmak için, uluslararası malî kuruluşlar bir yandan, uluslararası medya kuruluşları diğer yandan gerekli bombardıman desteğini verdiler. Böylece, yakın zamana kadar dolaylı yoldan pazara tâbi olan teknik, bilim, siyaset, kültür ve doğa, bundan böyle pazara doğrudan bağımlı olmaya başladı. Yaşamın tüm alanlarının sermaye birikimi mantığına tâbi olması, küreselleşmenin salt coğrafi bir yayılma değil, gelişmiş ülke toplumlarını da etkisi altına alan bir derinleşme olduğunu gösteriyor.
Tüm dünyayı ve yaşamın tüm alanlarını giderek kaplayarak birikimlerini genişletip, yoğunlaştıran kapitalizmin aktörleri, yerel ve bölgesel siyasal dengeler üzerine inşâ edilmiş devletlerin çoğunu tahakkümleri altlarına alacak güce eriştiler. Bugün General Motors’un yıllık cirosu Danimarka devletinin bütçesinden, Exxon-Mobil’in cirosu Avusturya’nın GSYİH’den daha büyük. Gelişmekte olan ülkelerin çoğunun GSYİH’i ve haliyle kamu bütçelerinin orta boy bir uluslararası şirketten daha küçük olması bu durumda olağan bir olgu. Bu uluslararası kuruluşlarla büyük devletlerin oluşturduğu gayriresmi yapı, yeni dönemin egemen siyasal oluşumunu kaba hatlarıyla bize tanımlıyor. Ulus-devlet egemenliğinden farklı bu yeni egemenlik biçimini emperyal egemenlik olarak tanımlamak mümkün.[3]
Zayıflayan ulus-devletin ve onun temsil ettiği ulusal egemenliğin yerini alan bu yeni egemenlik, aynı yönetim anlayışına tâbi ulusal ve ulusüstü bir dizi kurumun egemenliğine dayanıyor. Bu yönetim anlayışını emperyalizm olarak tanımlamak o kadar doğru değil; çünkü emperyalizm, ulusal devletlerin egemenlik düzeninde, bu egemenliğin yayılmasına dayanıyordu. Emperyalizmler çağında, ulus-devletlerin egemenliği ve bunun meşrûiyeti mutlak temeldi. Anti-emperyalizm de, mazlum ulusların ulusal devlet bünyesi içinde egemenlik hakkının ifadesi olarak, sonuçta aynı meşrûiyet zeminini kullanıyordu. Kapitalizm döneminin oluşumu olan emperyalizm, Avrupa ulus-devletlerinin kendi toprakları dışında egemenlik arayışlarını ifade ediyordu. 19. yüzyıl sonunda en ileri ifadesini bulan emperyalist mantıkta, dünyanın tüm bölgeleri gelişmiş ülke devletleri arasında paylaşılabilirdi. Bu paylaşım meşrûydu. Ama söz konusu olan, ulus-devlet egemenlikleri arasında bir paylaşımdı. Bu nedenle paylaşım savaşı, egemen ulus-devletler arasında savaşlara yol açabiliyordu.
Buna karşılık, el yordamıyla oluşumunu izlediğimiz emperyal sistem, bu modern egemenlik kavramına da yavaş yavaş son veriyor. Emperyal egemenliğin belli bir coğrafi merkezinin olmaması ve sabit sınırlara dayanmaması, onu emperyalizmden farklı kılıyor.[4] Emperyal hükümranlık, ademi merkeziyetçi biçimde ve belli bir toprak parçasına dayanmadan egemenliğini sürdüren bir aygıttır. Emperyal egemenlik, hükümranlığı altındaki alanı “medeni”, bu alan dışında kalanı “barbar” olarak görür. Emperyalizm, doğal kaynak, pazar ve ucuz işgücü arayışı içinde kendine koloniler oluşturmaya çalışırken, emperyal hükümranlığın yayılmacığının meşrûiyeti, barbarların saldırısına karşı medeniyeti korumak, barbarların direncine karşı medeniyeti yaymak amacıdır. Emperyal hükümranlığın dışında kalanlar barbarlardır. Emperyal hükümranlık evrensel medeniyet anlayışına dayanır ve bu nedenle hükümranlık alanı dışında kalanları egemenliği altına almasının sınırı yoktur. Emperyal hükümranlık, potansiyel olarak cihanşumul bir egemenliği içerir. Bu egemenlik düzeni, ulusal devletin bir ulusal kimlik kalıbı etrafında toplumu homojenleştirmesinin yerine, her türlü kimlik ve yapının esnekleşip melezleşmesini öne çıkarır. İktisadî yaşamın da esnekleşmesi ve melezleşmesi bu hükümranlık biçimini tamamlar. Emperyal hükümranlığın sınır tanımayan yayılmacılığı, esnek ve çoğul merkezli yapısı ve yaşamın her alanının, dünyanın her köşesinin iktisadın mantığına boyun eğmesi, yeni emperyal düzende birbirini tamamlayan olgulardır.
Bu yeni emperyal düzende, ABD gibi bir devlet de artık tek başına hükümran değildir. Dünya üzerinde yeni bir hükümranlık düzeni oluşturulmasında artık gözlerin salt ulusal devletlere değil, G-8 veya DTÖ gibi oluşumlara çevrilmesinin nedeni budur. Bu bağlamda G-8’i, yeni bir kurucu iradenin yoğunlaşma alanı olarak ele almak gerekiyor. Bu alanda elbette zenginler egemen, ama bir farkla: eski sistemde, lider devletler ulusal iradenin taşıyıcısı olarak, farklı ulusal çıkarlar üzerinden bir rekâbet sürdürürlerken, yeni emperyal düzende, yönetici devletler veya doğrudan liderler, uluslararası çıkar gruplarının temsilcisi olarak emperyal düzenin yönetim kurulunda yer alıyorlar. G-8, DTÖ ve benzeri zirve ve kuruluşlar, emperyal düzenle küresel sermaye birikimi sürecinin sinir sistemlerinin birleşip, canalıcı bir yumak oluşturduğu, küresel yönetim mercileri olarak çalışıyorlar. Özellikle G-8, dünyayı ve yaşamı kaplayan kapitalizmin küresel yönetim ihtiyacına geçici olarak bulunmuş bir çözüm. Bu anlamda G-8’i oluşmakta olan emperyal hükümetin nüvesi olarak görebiliriz.
Bu yeni emperyal hükümranlığın elinde tuttuğu güce ve yeni düzenin siyasal çatışma alanlarının belirginleşmemesine bakıp ürkenler, bundan önceki tahakküm biçimlerine nostaljik biçimde yaklaşıp, ulusal devletleri yeni emperyal güç karşısında tehdite direnen cennetler olarak sunmak yanılgısına düşüyorlar. Bu ise, eski rejimden modern rejime geçiş aşamasında, ulusal devletler bünyesinde burjuvazinin oluşturmaya çalıştığı yeni egemenlik biçimine karşı, eski rejimin kurumlarını ve ilkelerini savunarak mücadele veren hareketlerin tavrını andırıyor.
Yeni emperyal tahakküm ve taşıyıcısı olduğu küreselleşme, özgürlükçü hareketlere de yeni mücadele olanakları sunuyor. Bu durumda özgürlükçü sosyalizmin gündeminde salt direnmenin değil, bu yeni emperyal sürecin başka hedeflere doğru yönlendirilmesi ve başka türlü örgütlenmesi mücadelesini vermenin de yer alması gerekiyor. Esnekliği ve melezliği içinde barındıran bu yeni sürecin, özgürlükçü hareketler için de anlamlı bazı boyutlar içerdiğini görmeyi, mücadele stratejisini bunu da dikkate alarak çizmeyi, liberal küreselleşmeye teslim olmak olarak görmek, mücadeleyi nostaljik bir direniş hareketi içine ya da eski egemenlerin eline hapsetmek demektir. Mücadelenin artık ulus-devletlere hapsolarak değil, var olan emperyal güce karşı, kendini onun alternatifi sayan bir güç oluşturarak verilmesinin adımları el yordamıyla atılıyor. Bunların şimdilik yeterince tatmin edici olduğu söylenemez ama özgürlükçü yeni oluşumların taşıyıcısı oldukları muhakkak.
Liberal küreselleşmeci emperyal güçle bu anlamda bir iktidar mücadelesini vermenin önkoşulu, bu emperyal alanda tutanabilmektir. Farklı bir geleceğin taşıyıcısı olduğunu iddia edenler, geleceğin aslî mücadele alanlarında tutanabilecekleri alan ve kurumları oluşturmazlarsa, nostaljik bir direniş mücadelesine kendilerini mahkûm etmiş olacaklardır.
[1] Le Monde, 18.7.2001.
[2] Amerikalı iktisatçı Laffer’in, rivayete göre lokantada kağıt peçete üzerine çizdiği ve vergi oranının artışının belli bir orandan sonra vergi gelirlerini azalttığını « kanıtlayan » grafiği.
[3] Michel Hardt ve Antonio Negri, Empire , Exils, Paris, 2001 (İngilizce ilk baskısı 2000).
[4] İmparatorluk ve emperyal hükümranlık kavramları için, bkz. Maurice Duverger (ed.), Le concept d’empire, P.U.F., Paris, 1980.