Türkiye'nin Kuzey Irak Politikası

Türkiye’nin Kuzey Irak politikası, bölgenin siyasal iklimi ve bölge politikasında söz sahibi farklı aktörlerin mevzilenmesine bağlı olarak değişiklikler gösterir. Statik olmaktan ziyade, konjoktürel olan bu politikayı üç ana döneme ayırmak olasıdır. Birincisi, 1920-1926 dönemi. Bu dönemin en belirgin özelliği Türkiye’nin Kuzey Irak’ı Misak-i Milli sınırları dahilinde görmesidir. İkincisi, 1926-1986 dönemidir. Bu dönemde Türkiye Kuzey Irak’ı Irak’a entegre etme çabasındadır. Üçüncü dönem, 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgâl etmesiyle başlayarak günümüze kadar ulaşır.

1920-1926 DÖNEMİ

Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesinin ardından, İngiltere Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesini esas alarak zengin petrol yataklarına sahip olan Musul ve çevresini 15 Kasım 1918’de işgâl etmişti. Sevr antlaşmasının 64. maddesine göre ise Musul, kurulması öngörülen Kürdistan devleti sınırları içinde yer alıyordu.[1]

Mustafa Kemal’in, Türkler ve Kürtlerin yaşadığı coğrafi alanları esas alan Misak-i Milli düşüncesine göre bugünkü Kuzey Irak’ın tamamı Misak-i Milli sınırları dahilinde yer almaktaydı. Türkiye’yi, Türklerin ve Kürtlerin üzerinde yaşadığı toprak parçası olarak tanımlayan kurtuluş savaşı önderliği, doğal olarak Kuzey Irak’ı bu bütünün dışında göremezdi.

Mustafa Kemal, Millet Meclisi’nin açılışının ardından, 1 Mayıs 1920’de yaptığı açıklamada, devletin güney sınırları konusunu da ele alacaktır:

“Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasiyla bir iki noktayı arz etmek isterim: Burada maksut olan ve Meclisi analizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiyedir, samimi bir mecmuadır... hudud-u millimiz İskenderun’un cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millimiz budur dedik..”[2]

Misak-i Milli düşüncesine göre ısrarla Türkiye’ye ait olduğu söylenen Musul ve dolayısıyla Kuzey Irak’ın tamamının geleceği, İngiltere’nin işgâlinde olduğundan ve Mudanya Mütarekesi imzalanmış bulunduğundan dolayı Lozan’a bırakılacaktır.

Musul ve dolayısıyla Kuzey Irak’ın geleceği Lozan görüşmelerinin en canalıcı anlaşmazlığını teşkil edecek. Lord Curzon’un “Musul bölgesinin çoğunluğunun Kürt olduğu“ düşüncesine Rauf Bey Meclis’te şöyle karşılık verecektir:

“Lord Curzon, Musul bölgesinin çoğunluğunun Kürt olduğunu söylüyor. Zaten biz de onun için Musul’u istiyoruz. Burası Arap yurdudur, dese idi, tartışma olabilirdi. Fakat çoğunluğu hangisinde olursa olsun Türk ve Kürt vatanı olduğunu söylediğine göre bize verilmesi gerekir.”[3]

Lozan’da bir çözüme ulaştırılamayan Musul ve Kuzey Irak sorunu İstanbul’da, İngiltere ile yapılan 9 aylık görüşmelerin ardından da bir sonuca ulaşmadı. Böylece Lozan Anlaşmasının üçüncü maddesi gereği Musul sorunu Milletler Cemiyeti’ne havale edilmek durumunda kalındı.

Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesi üzerine sert bir konuşma yapan Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Bey, acil askerî bir müdahaleden yanadır:

“... Cemiyeti Akvam, İngiliz şûrasından başka bir şey değildir...Kendi kendimizi aldatmayız efendiler. Musul bir sene hali intizarda bulunacak. Bu ne demektir efendiler? Bu milletle istihzadır. İngilizlerden Mısır’ı aldınız, Kıbrıs’ı aldınız mı efendiler? Musul’u bugün sana vermeyen, ne için yarın versin?“[4]

5 Haziran 1926’da Türkiye, İngiltere ve Irak arasında Ankara’da imzalanan “Sınır ve İyi Komşuluk İlişkileri Anlaşması”na göre Musul Irak’a bırakılacak, Türkiye 25 yıllık bir periyot için Irak petrollerinin %10’nu alacaktı. Daha sonraları varılan bir anlaşma uyarınca Türkiye, 500.000 İngiliz Poundu karşılığından kendi haklarından vazgeçti[5] ve böylece Türkiye’nin Kuzey Irak’ı kendi sınırlarına dahil etme girişimi başarıya ulaşmadı.

1926-1986 DÖNEMİ

Her ne kadar Mustafa Kemal Atatürk, Afet İnan ve yakın çevresindeki diğer insanlara, “Elime geçen ilk fırsatta Musul’u ve Kerkük’ü geri alacağım”[6] derse de, Türkiye 1926’dan sonra Irak’la geliştireceği politikalar çerçevesinde, hem kendi sınırlarını korumak hem de Irak’ın toprak bütünlüğünü kollamak amacıyla Kuzey Irak’ı Irak’a entegre etme politikasını güdecektir.

Musul sorununda İngiltere ile bir anlaşmaya varılana kadar İngilizlere karşı Şeyh Mahmud hareketini destekleyen Türkiye, bundan böyle Kuzey Irak’taki Kürt isyanını kendi varlığı için bir tehdit ve tehlike sayacak ve Irak lehine bastırılması için işbirliğine girişecektir.

1946’da Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından İran-Türkiye sınırına yerleşen silâhlı Kürt güçleri ve Sovyetlerin silâhlandırdığı Kuzey Iraklı Kürtlerin Musul kentini alacağı yönündeki söylentiler, Türkiye’yi ciddi olarak endişelendirecektir. Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin bastırılmasında İran ve Irak uyumlu bir işbirliği içinde çalışırken, Türkiye’nin Tahran Büyükelçisi İran’a, Barzanilere karşı birlikte çarpışmaya hazır olduğunu bildirecektir.[7]

1963’te Irak ve KDP arasındaki barış görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanınca Irak yönetimi Kuzeydeki Kürtlere karşı topyekün bir imha girişimine başlar. Bağdat ve Suriye’nin ortaklaşa hareket ettiği operasyonda, Suriye, güçlerinin bir kesimini, Irak Baas güçleriyle Kürtlere karşı ortak savaşmak üzere Kuzey Irak’a gönderir. İran ve Türkiye de Kerkük’teki irtibat büroları aracılığıyla askerî harekatın koordine edilmesinde yardımcı olurlar. Dr. Mahmut Osman, bu operasyonda bizzat İran ve Türk savaş uçaklarının da bölgenin bombalanmasında Irak’la ortak hareket ettiğini yazar.[8]

İran-Irak Savaşı

Eylül 1980’de Irak’ın İran’ı işgâl etmesiyle başlayan ve yıllarca süren İran-Irak savaşı boyunca Türkiye tarafsızlığını koruyarak her iki tarafa da eşit mesafede durmayı çabaladı. Önceleri Irak’ın üstünlük gösterdiği savaşta, daha sonraları uzun bir dönem her iki tarafın yenişememesi halinde seyr etti. Savaşın sonlarına doğru yaklaşıldıkça İran, Irak’a karşı üstünlüğü ele geçirdi.

Tarafsızlık politikası, Türkiye’yi savaştan uzak tutmakla beraber Türk ekonomisine de önemli katkılar sağladı. 1982-87 arasında Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile olan ticareti beş kat arttı. Bu dönem boyunca, bu ticaretin büyük çoğunluğu İran ve Irak ile yapıldı. Her iki ülke açısından da Türkiye Batı’ya ve ihtiyaç duyulan mallara açılan kapı durumundaydı.

İran- Irak savaşı, yıllardan beridir Irak’a karşı savaş halinde olan Kuzey Irak Kürtleri için de büyük bir fırsat oluşturdu. KDP savaş süresince adeta İran ordusunun öncü bir müfrezesi şeklinde hareket ederken, KYP dengeleri kollamaya başladı. İran KDP ise, beklenildiği gibi, Irak saflarında İran’a karşı savaştı. Böylece Kürtler hem kendileriyle, hem de İran ve Irak ile savaştılar.[9]

Bağdat rejimi, daha İran-Irak savaşı sırasında Türkiye’ye Kuzey’deki ayaklanmayı bastırması için yeşil ışık yakmıştı.[10] Türkiye, en azından Mayıs 1983’ten beri, henüz PKK Türkiye’ye karşı silâhlı bir ayaklanma başlatmadan önce Kuzey Irak’a girerek, KDP ve diğer Kürt örgütlerine karşı askerî operasyonlar düzenliyordu.[11] Ekim 1984’te Irak’la yapılan “Sıcak Takip” anlaşması ise Kürtlerin sıcak takibinde her iki tarafa da birbirlerinin topraklarına girme olanağı sağlıyordu. İki ülke arasında varılan anlaşma, Irak’ın 1988’de anlaşmayı yürürlükten kaldırmasına kadar sürdü. Türkiye bu anlaşma uyarınca, 1984-88 arasında Kuzey Irak’a dört sınır ötesi operasyon gerçekleştirdi. Irak’ın “Sıcak Takip” anlaşmasını yürürlükten kaldırmasının ardından da Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik operasyonları sürdü. Körfez Savaşı’ndan sonra ise Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik sınır ötesi operasyonları çok daha sıklaştı.

1986’ya gelindiğinde İran Kürt peşmergelerinin de yoğun desteğiyle Irak’a karşı üstün bir duruma geçti. Irak ordusunun hem İran ve hem de Kürtlerle savaşmak durumunda kalması İran için büyük bir avantaj sağlıyordu. Kürtler, 11 Mart 1970’te imzalanan, ancak daha sonra 1975 Cezayir Antlaşmasıyla rafa kaldırılmış bulunan otonominin uygulanmasını istiyorlardı. Irak’ın savaş alanında geri püskürtüldüğü bir ortamda Kürtler, İranın da desteğiyle Türkiye’ye petrol aktaran Kerkük-Yumurtalık petrol Boru hattını kesmek istediler.[12]

1926’da İngiltere lehine çözümlenen Musul sorunu tekrar gündemleşti. Türk basınında, Türkiye’nin acilen Irak’a müdahale edip, Kürt ayaklanmacıların eline geçmiş, Irak’ın koruyamadığı zengin petrol yatakları ve Petrol Boru Hattı’nı korumasını isteyen yazılar yayımlandı. Savaşın başından beri tarafsızlığını ilân etmiş olan Türkiye’de, bu kez “Kuzey Irak üzerindeki tarihi ve ekonomik haklardan” söz edilir oldu.

Irak yenilmenin eşiğindeyken, Türkiye 1986’da ABD ve İran’a resmî bir notayla başvuruda bulunarak, Irak’ın dağılması durumunda Musul ve Kerkük’ü talep edeceğini bildirdi.[13]

Bu, aynı zamanda İran için açıkça yapılmış çok ciddi bir uyarıydı. Savaş yenişememe durumu ile bitince, bu kez Türkiye Körfez Savaşı’na kadar suskun kalmayı yeğledi.

Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, Irak’ın 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgâl etmesinin ardından, Türkiye yeniden benzer bir uyarıyı İran ve Suriye’ye yapacak ve olası bir kaos ortamında topraklarını büyütmeyi düşünenlere seyirci kalmayacağını belirtecektir.[14] Körfez Savaşı, Türkiye’nin bir türlü unutamadığı Musul-Kerkük “acısını” yeniden canlandıracaktır. Çünkü sadece Kerkük civarındaki petrol kaynaklarından, 1990’da günde 1.5 milyon varil üretilmekteydi.

1990 VE SONRASI

Özal’ın Kürt liderlerle diyalog teması: Türkiye, Suudi Arabistan’ın Ağustos 1990’da ABD askerlerinin kendi topraklarına konuşlandırmasını kabul etmesinin ardından, ülke içindeki yoğun muhalefete karşılık, Cumhurbaşkanı Özal’ın özel gayretleri ve bir nevi “kışkırtmasıyla”, ABD önderliğinde Irak’a karşı oluşturulan koalisyonunda yer alan ilk ülkelerden biri oldu. Saddam’a karşı oluşturulan koalisyonda yer almış olmanın bir gereği olarak Türkiye, Kerkük-Yumurtalık boru hatını da kapatarak BM’nin Irak’a karşı uygulamaya koyduğu ambargoda da öncülük etti. NATO hava savunma ünitesinin Türkiye’ye sevkedilmesinde ısrar eden Özal, Türk askerî birliklerini Irak sınırına yığarak, ABD hava gücüne İncirlik üssünü Irak saldırılarına karşı kullanma izni verdi.

Özal, Türkiye ile Irak arasındaki 206 millik sınır boyunca, yıllardır Saddam’a karşı muhalefet eden Kürtlerin etkin olduğunu biliyordu. Saddam sonrası Irak’ta muhalefete önemli roller düşebileceğini tahmin eden Özal, Kürtlerle bir diyalogun geliştirilmesinin yararlı olabileceğine inandı. Bu diyalog çerçevesinde Türkiye, Kuzey Irak’taki gelişmeler konusunda hem ilk elden bilgi sağlayabilecek, hem de Kürtleri bağımsız bir devlet kurmaya kalkışmamaları için ikna etmeye çalışacaktı. Kuşkusuz Türkiye’nin bir diğer amacı da PKK’yi Kuzey Irak Kürtlerinden izole etmekti.[15] Ancak ne Türk kamuoyu ve ne de Dışişleri, henüz böylesi bir diyalogun geliştirilmesine hazır değildi. Bu durumun farkında olan Özal, Irak’taki Kürt liderlerle diyalogun geliştirilmesi ve kendileriyle görüşme talebini gazeteci Cengiz Çandar aracılığıyla hayata geçirmeye çalıştı.[16] Bunun üzerine Çandar Londra’ya yollandı. Londra’da, 16 Şubat’ta Irak Muhalefet Lideri Ahmed Çelebi ile görüşen Çandar, Çelebi vasıtasıyla Londra’da bulanan Celal Talabani’yle temasa geçti. Ertesi gün Çandar, Celal Talabani ve KDP’nin Londra temsilcisi Muhsin Dizayi ile biraraya geldi.

Turgut Özal, Irak Kürt liderleriyle görüşme talebini, Londra’da yayınlanan Al-Hayat gazetesi editorü Kamran Karadaği ile yaptığı görüşmede de dile getirdi ve ısrarla Kürtlerin kendisine güvenmesini istedi. Celal Talabani’yi telefon ile arayan Kamran Karadaği durumu iletince, Talabani, Karadaği’ye kendisi ve Barzani’nin (ya da Barzani’nin güvenilir adamı Muhsin Dizayi), hükümet ile görüşmeye hazır olduklarını aktardı. Kamran Karadaği’yi arayan Kaya Toperi, hükümetin Kürt liderleriyle 11 Mart’tan önce, Londra veya Stockholm’de görüşeceğini açıkladı. Daha sonraları taraflar 8-9 Mart tarihlerinde Ankara’da buluşmayı kararlaştırdılar. Gizlice Türkiye’ye giriş yapan Talabani ve Dizayi ile temas sağlayan köşkün diplomat kökenli basın sözcüsü Kaya Toperi idi.[17]

9-10 Mart tarihlerinde Ankara’da Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Tugay Özçeri tarafından kabul edilip MİT’e ait bir evde konuk edilen Talabani ve Dizayi, Türkiye’den uluslararası alanda, özellikle de ABD ile ilişkilerinin geliştirilmesinde yardımcı olmasını istediler. Özçeri’nin görüşmeleri ardından Özal kabineyi toplayarak bilgilendirdi ve Genelkurmay Başkanlığı’nı konudan haberdar ederek, Irak’taki Kürtlerin kendi vatandaşları olan Kürtlerle akraba olduklarını ve Türkiye’nin Bulgaristan’daki Türk azınlığı ve Kıbrıs’taki Türkleri koruduğu gibi, Irak’taki Kürtlere de sahip çıkması gerektiğini dile getirdi. Kuzey Irak sorununu MGK’nin gündemine de taşıyan Özal, askerleri ikna edebilmek için, “Talabani ve Barzani, Türkiye’ye her bakımdan muhtaçtır. Bunları itip PKK’nin ya da ABD’nin kucağına atmak yerine iletişim kuralım ve kontrolümüze alalım”[18] diyordu.

22 Mart 1991’de, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Turgay Özçeri ve KDP temsilcisi Muhsin Dizayi ikinci defa biraraya geldiler. Talabani, Türkiye ve Kürtler arasındaki görüşmeleri şöyle değerlendirdi:

”Türkiye ve Irak Kürtleri arasında yeni bir sayfa açılmıştır. En önemli sonuç, Türkiye’nin Kürt cephesi ve ABD arasındaki direkt ilişkilere yönelik itirazlarını kaldırmasıdır... Türkiye, yıllarca bizim Kuzey Irak’ta verdiğimiz mücadeleye etkin ve önemli engeller oluşturdu. İnanıyorum ki biz, kendilerini Türkiye için bir tehdit oluşturmadığımıza ikna edebileceğiz. Amacımız bir Arap, Türkmen ve Kürt federasyonu oluşturmaktır.”[19]

Özal’ın Kürtlerle geliştireceği diyalog kimi kurumları ve özellikle Türk basınını şaşkınlığa uğratacaktı. Ancak birkaç ay sonra, artık Özal Kürt liderlerini açıkça kabul edecek ve giderek diğer muhalif siyasi şahsiyetlerin de Kürtlerle bir araya gelmesinin önünü açacaktır.

Mart 1991’de Türkiye’ye ziyarette bulunan Talabani ve Dizayi, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la değil, ancak Dışişleri yetkilileri ve istihbaratçılarla görüşebileceklerdir. Yapılan görüşmelerde bir sonuca ulaşılmayınca, Haziran 1991 için Özal ile bir randevu düzenlenir. Bu kez açıkça yapılacak görüşme öncesinde Cuhmurbaşkanı Özal şöyle konuşacaktır:

“İlk kez bir Türk Cumhurbaşkanı bir Kürt liderle görüşecek. Bunun Kürtler için ne anlama geldiğini, nasıl bir kilometre taşı olduğunu kimse anlayamaz.”[20]

Cumhurbaşkanı Özal, Şubat 1992’de İdil Belediye Başkanı Abdurahman Abay başkanlığındaki bir heyeti kabul ederken Kuzey Irak’taki Kürt liderlerle görüşmesinden şöyle söz eder:

”...Irak’ın kuzeyine bakınız. Herkes biliyor ki, Irak Kürtleriyle ben yakından alakadar oldum. Talabani’yi ben çağırıp konuştum. Hatta bana bu yüzden hıyanet içindesin dediler. Ama sonra kendileri de kucakladılar. Niçin Irak Kürtlerine ben yardım eli uzattım? Niçin Amerikan Başkanını ikna ettim? Yardım etsin diye? Ben olmasaydım, yardım gelmezdi. Gelenler Türkiye’nin ve sizlerin başına bela olurdu. Saddam Halepçe’de zehirli gaz kullandı. Peşmergeler bizim hududa dayandılar. Bana ‘almayın’ dediler. Eskiden alınmamış, silâhla geri çevrilmiş. ‘Hayır alacağız’ dedim. Bunlar bizim vatandaşlarımızın soydaşları. Daha önce Bulgaristan’dan da aynı şekilde vatandaşlarımızın soydaşlarını aldık.”[21]

Özal, Kuzey Irak’taki Kürtlerle başlatılan diyalogun sağlıklı bir temele oturtulması için, Türkiye’nin de en önemli sorunu durumunda olan Kürt sorununun çözülmesine yönelik kimi adımlar atması gerektiği inancındaydı. Kürtçe dil yasağını kaldıran Özal, 1992 yazına gelindiğinde, artık “Kürt sorununun siyasal bir çözümünden” yanaydı. Özal’in isteği doğrultusunda Güneydoğu’da bir süre incelemelerde bulunan ANAP milletvekili Adnan Kahveci, “Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez” adlı bir rapor hazırladı. Özal’ın kendi el yazısıyla üzerinde kimi değişiklikler yaparak Başbakan Demirel’e sunduğu raporda şöyle deniliyordu:

“Askerî çözümle hiçbir ülke çözüme ulaşmamıştır. Bugün Kürt sorunu siyasal bir kriz halini almıştır. Çözüm için cesur siyasal adımlara ihtiyaç vardır. Bu nedenle Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili hızla kabul edilerek, Kürtlerin siyasal hakları verilmelidir. Bu durum Türkiye’de demokrasiye ufuklar açmakla kalmayıp, PKK gibi terör örgütlerine olan halk desteğini de ortadan kaldıracaktır.”[22]

Aynı yıl, MGK toplantısında GAP televizyonunda Kürtçe yayınların yapılmasını savunan Özal, Ağustos ayında, Kürtçe eğitimin serbest bırakılması gerektiğini de dile getirdi. Bununla da yetinmeyip, “ Ben karşıyım ama federasyonu bile tartışmalıyız” diyen Özal’a, dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, “ Bunun tartışılması bile askerîn moralini bozar, beni de sıkıntıya sokar” diyerek karşılık verdi.[23]

Ancak Özal, “Ben karşıyım ama federasyonu bile tartışmalıyız” dediğinde, bu sözleri sadece “tartışılsın” anlamında ortaya atmıyordu. Cüneyt Arcayürek’e göre Özal, “Türkiye’deki Kürtlerle Kuzey Irak’taki Kürtleri bir federasyon bünyesinde biraraya getirip Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlamak istiyordu.”[24] Kasım 1991’de Cumhurbaşkanı Özal’la görüşmek üzere Çankaya’ya çıkan Başbakan Demirel’e, Cumhurbaşakanı Özal, “Önce içerde bir şeyler yapar, sonra Kuzey Irak’taki Kürtlerle federasyon kurarız” diyecektir. Özal, benzer düşüncelerini Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngür Özden ile yaptığı konuşmalarında da dile getirecek. Özden, Özal kendisine, “Kuzey Irak’ta bir Kürt federasyonunun Türkiye için zararlı olmayacağını söyledi. Ben de ‘Irak’taki Kürtler akıllı da bizimkiler akılsız mı? Türkiye’yi nereye götürmek istediğinizin farkında mısınız’ dedim?”[25]

Celal Talabani, Haziran 1992’de Türkiye’ye yaptığı ziyarette dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ile görüşürken, Demirel kendisine, “benim sevgili kardeşim” diyecekti. Türkiye’nin yakınlaşmasından oldukça etkilenmiş ve büyük bir olasılıkla Özal’ın düşüncelerinden haberdar olan Talabani, “Kuzey Irak Kürtleri Türkiye ile birleşebilir” diyordu.[26] Aynı yılın Kasım ayında ise Özal, “Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtler Osmanlı tebasındaydı. Rastgele bir çizgiyle sınırlar çizildiği için dışarda kaldılar. TC vatandaşı olamadılar”[27] diyecekti.

Çekiç Güce Giden Yol: Irak yönetimi, Körfez Savaşı’nın ardından, Mart 1991’de, Kuzey’de ayaklanma halinde olan Kürtlere karşı toplu bir imha girişiminde bulundu. Ayaklanmanın şiddetle bastırıldığı bir ortamda Bush’a başvuruda bulunan Barzani ve Talabani, “ Siz şahsen Irak halkına, vahşi Saddam Hüseyin diktatörlüğüne karşı ayaklanmama çağrısından bulundunuz” diyerek kendisinden yardım talep ettiler. Kaldı ki zaten müttefikler yardımıyla kurulan Özgür Irak’ın Sesi adlı radyodan, CIA’in de direktifleri doğrultusunda Irak halkına ayaklanma çağrısında bulunulmuştu.[28]

ABD, çeşitli nedenlerden dolayı Irak’taki bu iç savaşa müdahale etmek istemiyordu. Dahası böyle bir müdahale Amerika’da da hoş karşılanmayabilir; Irak’ın “Lübnanlaşmasına” yol açabileceği gibi, Ortadoğu’daki istikrarsızlığı da derinleştirebilirdi. Öte yandan, Irak’taki Kürtlerin başarısı, Türkiye, İran ve Suriye’de Kürtlerin de toplu ayaklanmasına yol açabilirdi.[29]

Irak’ın Kürtlere karşı giriştiği katliam ve en azından 500.000 mülteci Kürdün Türkiye sınırındaki dağlara doğru kaçtığı yönündeki askerî ve sivil kaynaklı haberler, Türkiye’de, MGK’nın 2 Nisan’da acil bir toplantı yapmasına yol açtı. MGK, en iyimser tahminler dikkate alındığında bile, Türkiye’ye sığınmak durumunda kalacak mülteci sayısının 200.000’i aşacağının farkındaydı.

1988-91 arasında 60.000 Kürt mültecinin Türkiye’deki çeşitli kamplara yerleştirilmesi ve Türkiye’nin bunlardan dolayı karşılaştığı sıkıntı ve eleştiriler, Türkiye’yi, çok daha büyük çaplı bir mülteci akımının kendisine yaratacağı zorluklar için ciddi bir şekilde endişelendiriyordu. Türkiye’nin önemli bir endişesi de mülteci olarak Türkiye’ye sığınmak durumunda kalan Kuzey Iraklı Kürtlerin, Türkiye’deki Kürtlerin ulusal duygularını yoğunlaştırıp ayrılıkçı eğilimlerini artırmasıydı.[30]

MGk toplantısının ardından, Özal’ın yoğun girişimleriyle 5 Nisan sabahı Türk diplomatları ve Batılı meslektaşları krize ilişkin olarak önemli bir toplantı gerçekleştirdiler. Mültecilerin dramı, başta Fransa ve İngiltere olmak üzere Batılı ülkeleri de ciddi olarak kaygılandırmaktaydı. Kürtlerle iyi ilişkiler içinde olan Fransa’nın İnsan Haklarından Sorumlu Bakanı Bernard Couchner, radikal bir çözümün bulunmasından yanaydı. Böylece 5 Nisan’da yapılan toplantıda, BM’nin 688 sayılı kararını oluşturacak metinin taslağı üzerinde anlaşmaya varıldı.

5 Nisan 1991’de, Fransa tarafından Güvenlik Konseyi’ne sunulan karar 10 evet, 3 hayır (Küba, Yemen, Zimbabwe) ve iki çekimser (Çin, Hindistan) oyla kabul edildi. Irak, alınan kararı tanımayacağını bildirdi. Türkiye’de Çekiç Güç olarak bilinen Huzur Sağlama Harakatı’nın temel amacı, Saddam zülmünden kaçmış olan mültecilere insani yardım sağlamaktı.

Cumhurbaşkanı Özal, sığınmacılara yapılacak insanî yardımın Türk sınırlarının dışında sağlanmasından yanaydı. Dolayısıyla Özal, mülteciler için, Irak toprakları dahilinde bir güvenlik bölgesinin oluşturulmasını istiyordu. Bunun için de Irak tarafından gelebilecek saldırılar önlenmeliydi. Böylece mültecilerin geriye dönmesi garanti altına alınmış olacak ve Türkiye sınırları dahilinde kalmalarıyla yaratabilecekleri endişeler de ortadan kalkacaktı. Çünkü Türkiye, sınırları içinde oluşturulacak Kürt sığınmacı kamplarının, Filistinlilerin kampları gibi kalıcılık kazanabilmesinden endişeleniyordu.[31]

8 Nisan’da Türkiye’ye ziyarette bulunan Dışişleri Bakanı J. Baker’in sınır bölgesine yaptığı gezide karşılaştığı ürkütücü manzara ve Avrupa Topluluğu’nun güvenlik bölgesi düşüncesi, Bush’u daha kararlı bir tavır takınmaya teşvik edici oldu. Türkiye’nin mülteci krizinden dolayı çok zorda olduğunu dile getiren Baker, Bush’a şöyle söyleyecektir:

“Türkler, ulaşılması güç dağlık bölgelere kaçan Kürtlere yardım eli uzatmakta güçlük çekiyor. Yeterli paraları yok ve daha da önemlisi lojistik destekten yoksunlar. Türkler ayrıca, dağlardaki Kürt mültecilerin Türkiye’deki Kürtleri de harekete geçirebileceklerinden korkuyorlar... Şayet biz devreye girmezsek, İngilizler ve Fransızlar bölgeye asker gönderecek ve bir güvenlik bölgesi oluşturacaklar.”[32]

10 Nisan 1991’de Bush, Irak’ı 36. paralelin üzerinde savaş uçaklarını uçurmaması ve askerî harekata girmemesi yönünde uyardı. Ancak belirtmek gerekir ki, 36. paralel, Kürtlerin yaşadığı coğrafi sınırlar göz önünde bulundurularak belirlenmemiştir. Süleymaniye şehri, 36. paralelin altında kalmasına rağmen Güvenlik Bölgesine dahil edilirken, 36. paralelin üstünde yer alan Musul Vilayeti Güvenlik Bölgesine dahil edilmemiştir. Kürtlerin “Kürdistan’ın kalbi” dedikleri, 11 Mart 1970 Otonomi Antlaşması’nda da en önemli sorunu teşkil eden ve ciddi bir Türkmen nüfusunu da barındıran Kerkük şehri, 36 paralelin dışında bırakılmıştır.

Kuzey Irak’ta Genel Seçimler ve Kürt Devleti Endişeleri: Türkiye, birkaç kez ertelendikten sonra nihayet 19 Mayıs 1992 de gerçekleştirilip de facto bir Kürt hükümetinin oluşmasını sağlayan Kuzey Irak’taki genel seçimlerin karşısında yer aldı. Ekim ayında, Federe Kürt devletinin ilân edilmesi Türkiye’nin kaygı ve endişelerini daha da artırdı. Türkiye ile beraber, Suriye ve İran da Kuzey Irak’ta yapılan seçimlerin karşısında yer aldılar. Ancak bütün hoşnutsuzluğuna rağmen Türkiye, Kuzey Irak’ta seçimlerin yapılmasını engellemedi. Graham Fuller’in deyimiyle, Kürt sorununda Pandora’nın Kutusu’nu açmakla önemli adımlar atmış olan Cuhmurbaşkanı Özal, de facto bir bağımsızlık anlamına gelen seçimlere katlandı.

Federal Kürt devletinin ilân edilmesi farklı sebeplerden dolayı Türkiye’deki hükümet çevrelerini rahatsız etti. Birincisi bu oluşumun daha sonraları bağımsız bir Kürt devletine yol açarak Türkiye’deki Kürt sorununu olumsuz yönde etkileyebilmesi. İkincisi, PKK’nin Kuzey Irak’ta daha rahat hareket ederek Türkiye içindeki eylemlerini artırabilmesi, özellikle Güneydoğu’da güvenlik sorununu daha da zorlaştırması. Üçüncüsü, Kürt Federe Devleti’nin, zaten istikrarsız olan bölgedeki durumu daha da istikrarsızlaştırması. Dördüncü, bu devletin ileride Türkiye’den toprak talebinde bulunabilmesi. Ancak bu endişeyi sadece Türkiye değil, Türkiye gibi Kürt nüfusu barındıran İran, Irak ve Suriye’ye de taşıyordu. Bu nedenle her dört devlet de Kürt devletinin oluşumuna aynı oranda karşıydılar.

Bütün bunları dikkate alaraktan Türkiye, Irak’ın toprak bütünlüğünü zedeleyecek her türlü gelişmelere karşı olduğunu her platformda dile getirdi. Dönemin Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, Türkiye’nin Irak Kürtleri için özerk bir yönetime, ancak Irak merkezî yönetimi ile bir fikir birliği içinde varıldığında rıza gösterilebileceğini belirtti. Alman, Fransız ve İngiliz hükümetleri ile Avrupa Parlamentosu’nun Kuzey Irak’ta yapılan seçimlerin ardında özerk Kürt yönetime destek verme eğilimleri de Türkiye’yi ciddi bir şekilde endişelendirdi.[33]

14 Kasım 1992’de, Türkiye, İran ve Suriye dışişleri bakanları, Kuzey Irak’taki gelişmeleri görüşmek ve Ortadoğu’daki Kürt milliyetçi hareketine karşı ortak politikalar koordine etmek üzere Ankara’da bir araya geldiler. Ankara’da düzenlenen toplantıya Suudi Arabistan da davet edilmişti, ancak fundamentalist olarak nitelendirdiği İran’la biraraya gelmek istemediği için toplantıya katılmadı. Konusu Kuzey Irak’ta gelişmeler olan bu toplantıya Kuzey Irak Kürtleri ve INC temsilcileri de katılmak istediler, ancak davet edilmediklerinden dolayı katılamadılar. Toplantıya ilişkin olarak derin endişelerini dile getiren KDP Dış İlişkiler Sözcüsü Hoşyar Zebari, “ bölgesel hilelerle Kürt deneyimine son verilmek isteniyor” dedi. Toplantının ardından her üç devlet de Irak’ın parçalanıp bir Kürt devletinin oluşturulmaması konusunda Kürtleri uyardılar. Aynı zamanda her üç devlet de konuya ilişkin periyodik toplantıların yapılması konusunda anlaşmaya vardılar.

Körfez savaşının önemli bir sonucunda, Türkiye ve Suriye’nin savaş öncesi döneme nazaran, en azından Kürtlere yönelik ortak endişelerde daha yakın bir işbirliğine girişmeleri oldu.[34]

Kuzey Irak’ta Sivil Savaş

Paris Süreci: Mayıs 1994’te KDP ve KYB arasında başlayan ve yıllarca süren sivil savaş, Kürtlerin dünya literatürüne kazandırdığı farklı bir konsept olarak “birakujî”, üç bin Kürt peşmergesinin ölümüne yol açarak Kuzey Irak’taki gidişatta köklü değişikliklere yol açtı. 16- 22 Temmuz 1994 tarihleri arasında Kendal Nezan yönetimindeki Paris Kürt Enstitüsü ve Fransız hükümeti himayesinde biraraya gelen KDP ve KYP temsilcileri, “birakujî”’ye son verip barışmanın koşullarını görüştüler. ABD ve İngiltere’nin Paris konsolosluklarında görev yapan elçilik mensupları da gözlemci olarak toplantıda yer aldılar. Toplantıda Bölgesel Kürt Hükümeti’nin taslak anayasası anlamına gelen ancak kesin olmayan bir anlaşmaya varıldı ve 22 Temmuz’da imzalandı. Yapılan düzenlemeye göre Barzani ve Talabani Paris’e gelecek, Fransa Cumhurbaşkanı himayesinde anlaşmayı imzalayacaklardı. Ancak bu girişim başarıya ulaşamadı. Türkiye, bu işin Kürt devletini kurmakla eşanlamı olacağını ileri sürerek itirazda bulundu.

Dışişleri Bakanlığı’na yeni atanmış olan aşırı milliyetçi Mümtaz Soysal, sınırı kapatarak Kürt liderlerin toplantıya katılmaları için transit vize sağlamayı reddetti. Aynı yılın Ağustos ayında İran ve Suriyeli mevkidaşları ile üçlü bir toplantı düzenleyen Soysal, olası bir Kürt devleti tehdidini gündeme getirerek, Kürtleri Bağdat’la anlaşmaya teşvik edecekti.

Dublin Süreci: ABD Dışişleri Bakanlığı Kuzey Körfez İşleri Daire Başkanı Robert Deutsch’ın tarafları ikna etmesiyle, KDP ve KYB 9-11 Ağustos 1995’te Dublin’de bir araya geldiler. ABD’li yetkililerin de hazır bulundukları toplantıda Türkiye gözlemci olarak katıldı. Bir yıl önce Paris’te olduğu gibi toplantı uzlaşmayla sonuçlandı, Talabani ve Barzani’nin Eylül sonunda Washinton’da bir araya gelerek anlaşmayı imzalamaları kararlaştırıldı. Ancak bu kez PKK ve KDP arasında savaş çıktı.. KYB bu durumu bir fırsat olarak değerlendirmeye girişince, anlaşma rafa kaldırılmış oldu. 12-15 Eylül 1995’te ABD’nin himayesinde Dublin’de yapılan ikinci tur görüşmelerde de bir sonuç alınmadı. Türkiye, Dublin sürecinden oldukça büyük bir rahatsızlık duymuştur. Buna rağmen sürecin dışında kaldığı taktirde alınacak kararların kendisinin aleyhine olabileceği endişesiyle sürece katılarak yönlendirmeyi düşünmüştür. Dublin sürecinden memnun olmayan İran ve Suriye de barış görüşmelerinin başarıyla sonuçlanmaması için ellerinden gelen çabayı sarf edeceklerdir.

Ankara Süreci: Dublin sürecinin başarısızlığa uğraması Ankara sürecinin başlatılmasına yol açacaktır. 18 Eylül 1996’da Ankara’ya gelen Barzani, ABD yetkilileri ile ayrı bir görüşme yaptı. ABD, Barzani’den Irak’tan uzaklaşması için baskı yaparken, Türkiye Barzani’nin Saddam’a yakınlaşmasını, özerkliği kabul ederek Talabani’den uzaklaşıp PKK ile mücadele etmesini isteyecektir. Türkiye, Barzani’nin bu şartları yerine getirmesi durumunda kendisine silâh ve para yardımı yapılacağı sözünü verecektir. Bu taleplerine ek olarak Türkiye Barzani’ye, Türkiye-Irak sınırındaki köylere Irak Türkmenlerini yerleştirme önerisini getirecektir. Ancak Barzani bu öneriye şiddetle karşı çıkacaktır.[35]

Ankara süreci ile Kürtleri barıştırma misyonunu yüklenmiş olan Türkiye, oldukça zor bir görevle karşı karşıyadır. Kürtlerin barışı, daha önce ilân edilmiş Kürt Federe Devleti’nin kurumlaşmasına yol açarken, KDP ve KYB arasındaki savaş PKK’nin Kuzey Irak’ta daha rahat hareket etmesine hizmet edecektir. Türkiye’nin karşıkarşıya kaldığı bu kısır döngüyü bir Türk diplomatı şöyle izah edecektir:

“Çözümsüz bir ikilemle karşı karşıyayız. Eğer KDP ve KYB anlaşırsa, bağımsız bir Kürt oluşumunun yaratılması riski doğacaktır ki, böyle bir şey bizim için kabul edilmezdir. Eğer şu anda olduğu gibi, birbirleriyle savaşmaya devam ederlerse, bu kez de bu çatışma, PKK’nin bölgedeki varlığını güçlendirmesine yarayacaktır. Biz Bağdat’ın tekrar bölgeye girmesinden yanayız, ancak ABD bunu tamamen ret ediyor.”[36]

Kemal Kirişçi’ye göre, “Türk yetkililer KDP ve KYB arasındaki anlaşmazlığın tamamen aşılmamasından yana. Bu iki grup arasındaki sürtüşmenin belli bir oranda devam etmesini, dolayısıyla da Kuzey Irak’taki Kürt Parlamentosu’nun zaaf içinde bulunmasını yeğler görünüyor.”[37]

Kuzey Irak’taki iç savaş, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulacağına ilişkin endişelerini azaltacaktır.

Washington Süreci: Ankara sürecinin de başarısızlığa uğraması, ABD’nin 1998’de taraflar üzerinde daha yoğun bir baskı kurarak uzlaştırması gündeme gelecektir. 17 Temmuz’da ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Ortadoğu sorumlusu David Welch başkanlığındaki bir Amerikan heyeti Kuzey Irak’a geçerek Mesut Barzani ve Celal Talabani ile görüşmeler gerçekleştirdi. Uzun bir uğraştan sonra barış sağlanabildi ve Kürtler 17 Eylül 1998’de Washington’da, “Türkiye’nin bilgisi dışında”[38] biraraya gelerek barış anlaşması imzaladılar. Anlaşma metni KDP lideri Mesut Barzani, KYB lideri Celal Talabani ve ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı David Welch’in imzasını taşıyordu.[39]

Federatif bir Irak’tan söz eden ve Türk basınında Federasyon anlaşması olarak yer alan Washington Kürt Anlaşmasına,[40] başta Başbakan yardımcı Ecevit olmak üzere Türkiye’den birçok çevre rahatsızlığı dile getirdi. ABD’nin üç aşamalı Kuzey Irak planına göre, Kuzey Irak’ın Irak’la bağlantısı kesilecek, parlamento yıl sonunda toplanacak ve en geç Nisan 1999’da Federe Kürt Devleti ilân edilecekti.[41]

Washington Antlaşmasıyla ABD Kürtleri ilk kez resmen kabul edecek ve Kürtlerin federal Irak talebini sempatiyle karşılayıp siyasal destek verecektir. Bu Antlaşmada öngörülenlerin önemli bir kesimi gerçekleştirilmezse bile KDP ve KYB arasındaki sıcak savaş durmuştu. Ancak Türkiye ABD’nin Kuzey Irak politikasının olumlu sonuç vermediğine inanıyordu. Kanal 6’da Fikret Bila ve Emin Çölaşan’ın sorularını yanıtlayan Başbakan Ecevit, Kuzey Irak ile ilgili bir soruya şöyle yanıt verecekti:

“Kuzey Irak’ta fiilen bir devlet yapısı ortaya çıkmaya başladı. ABD’nin böyle bir politikası olabilir de olmayabilir de. İstemese bile, böyle bir amacı olmasa bile, Bağdat’ın yönetimi altındaki bölgelerden daha çağdaş denebilecek bir devlet yapısı ortaya çıkıyor. Bu ilerde Türkiye için bazı sorunlar yaratabilir.”[42]

Daha önce Kuzey Irak’taki otorite boşluğu ve kaostan sık sık söz eden ve Kürtleri Saddam diktatörlüğündeki Irak yönetimine itaat etmeye çağıran Ecevit, bu kez Washington Anlaşması’nın yaklaşık bir yıl ardından, Kuzey Irak’ta, Bağdat’ın yönetimi altındaki bölgelerden daha çağdaş denebilecek bir devlet yapısının ortaya çıkmasından şikayet etmektedir.

Kürtlerin yönetimi devir almalarının ardından, yapılan yollar, imar edilen şehirlere ek olarak, daha önce Saddam rejimi tarafından yıkılmış 4500 köyün %80’i de yeniden inşâ edilmiştir.[43] Hemen bütün köylerde ilköğretim okulları açılmış olup, 6 yıllık ilköğretim zorunlu kılınmıştır. 1992-2000 yılları arasında Süleymaniye ve Kerkük’e bağlı Kürtlerin egemenliğindeki yerleşim alanlarında 642 ilk ve ortaöğretim okulu açıldı. Son iki yılda Erbil ve Duhok’ta açılan okul sayısı 298’dir. Örneğin Erbil’de, 1991’den önce 7 hastahane ve 27 poliklinik varken, şu anda hastahane sayısı 37’e, poliklinik sayısı da 277’ye çıkartılmıştır. Kuzey Irak’ta sağlık hizmetleri parasızdır.[44]

Kuzey Irak’ta üç üniversite bulunmaktadır. Salahadin Üniversitesinin 11 fakültesinde 7048 öğrenci, Süleymaniye Üniversitesinde 4000, Duhok Üniversitesinde 2000 öğrenci yüksek öğrenim görmektedir.[45] Baskıcı Irak rejiminde kaçan birçok öğretim üyesi Kuzey Irak’taki üniversitelerde istihdam edilmektedir.

Türkiye’yi Kuzey Irak konusunda oldukça rahatsız eden önemli bir karar da Kürt parlamentosunun yasal bir düzenlemeyle Kürt bayrağını kullanma kararını almasıydı. Ankara, Kürt bayrağının göndere çekilmesini bağımsız bir Kürt devletinin sembolü olarak algıladı ve konuya ilişkin kızgınlığını açıkça dile getirdi. Kürt bayrağının kullanılmasına ilişkin tepkilere, KDP’nin haftalık yayın organında şöyle karşılık verildi:

”Her toprağın ve her hükümetin bir bayrağı vardır. Dünyadaki tüm federal yapılanmalarda olduğu gibi, federal bir yapılanma içinde çalışan Kürt Parlamentosu’nun kararıyla, Irak bayrağının yanında Kürt bayrağının da göndere çekilmesi ulusumuzun en doğal hakkıdır. Neden size ‘helal’ da bize ‘haram’?”[46]

Kürt Devleti “Casus Belli”: 16 Mayıs 2001’de Hürriyet gazetesinde sürmanşette yayımlanan ve Başbakan Bülent Ecevit’in imzasını taşıyan “gizli” ve “acil” bir yazının fotokopisinde, “Kuzey Irak’ta Kürt devletinin ilânının “casus belli” (savaş nedeni) sayılacağı belirtilmektedir.[47] Ecevit imzalı, 26 Mart tarihli bu “gizli belge”, 26 Şubat tarihli bir Dışişleri Bakanlığı yazısına dayandırılmış olup, başta Genel Kurmay Başkanlığı olmak üzere, MIT ve MGK Genel Sekreterliği gibi “stratejik konumdaki” 8 ayrı kamu kuruluşuna gönderilmiştir.[48]

Yayımlanan genelgede, “Kuzey Irak’ta bizim için hiçbir şekilde kabulü mümkün olmayan senaryo, bağımsız bir Kürt devletinin ilânıdır. Bu doğrultudaki bir deklarasyon tarafımızdan ‘müdahale nedeni’ sayılmıştır.”49 denilmektedir.

Bağımsızlığı savaş ve müdahale nedeni kabul eden Türkiye’nin, Kuzey Irak Kürtlerinin Irak’la “federal ve demokratik bir çözümde” uzlaşmaları durumunda ise tavrının ne olacağı net değildir. Bağımsızlığın söz konusu olmayacağı “federal bir çözümde” Irak’ın toprak bütünlüğü de korunacaktır. Ancak böyle bir durumda, otonom veya federal bir yapılanmanın bir sonucu olarak ister istemez bölgesel bazda ayrı yönetimler söz konusu olacaktır. Irak’taki etnik azınlıkların ayrı bir yönetime sahip olmalarını istemeyen Türkiye’nin, tamamen Irak’ın iç işleri ve bir iç düzenlemesi olacak olan “federal bir çözüme” müdahale edip etmeyeceği bilinmemektedir.

İkinci Kapı: Kuzey Irak’ta bağımsızlık ilânını “casus belli” sayan Türkiye, son dönemde Habur Kapısı’na ilişkin rahatsızlığını da açıkça dile getirmektedir. Bu nedenle Türkiye, son dönemde sıkça KDP’nin denetiminde olan Habur gümrük kapısını işlevsiz bırakacak bir ikinci kapı alternatifini gündeme getirmektedir.

Türkiye’nin ısrarla gündeme getirdiği ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in iki yıl içinde faaliyete sokacağız dediği yeni kapı, Kuzey Irak’ın by-pass geçilerek, Türkiye, Suriye ve Irak sınırlarının kesiştiği ince şeritte açılmak istenmektedir.[50] Açılacak bu yeni kapı ile Türkiye, Körfez Savaşı’dan bu yana ilk kez Kuzey Irak yönetimini aşarak doğrudan doğruya Irak ile ticari ilişkiler geliştirecektir. Yeni kapı, Irak’tan getirilen petrole Kürt yönetimin uyguladığı vergilendirme ve gümrüğü de ortadan kaldıracak.

Al-Hayat gazetesinin Kürt kaynaklarından edindiği bilgilere göre, Başbakan Bülent Ecevit, Mayıs ayında Türkiye’ye ziyarette bulunan KDP lideri Mesut Barzani’ye, açılması düşünülen kapının planını sundu. Ancak Barzani, Irak Kürt yönetimini by-pass geçerek, Habur üzerinde kuracağı yeni bir Köprü ile, petrol boru hattına paralel, etrafı çitlenecek bir koridorla doğrudan Irak’a ulaşma planını red etti. Kürt kaynakları, Türkiye’nin aynı planı ABD’ye de sunduğu ve olumsuz yanıt aldığını belirtmektedir.[51]

Irak’la yapılan ticari faaliyet, BM’nin, 1990’dan bu yana Irak’a karşı uygulamaya koyduğu ambargoyla yasaklanmış olmasına rağmen, ABD ve diğer Batılı hükümetler Türkiye’nin Habur üzerinde Irak’la tankerlerle petrol alışverişine üç sebepten dolayı göz yummaktadırlar. 1) Türkiye’nin Körfez Savaşı’nda uğradığı zararı bir nebze de olsa tanzim edebilmesi 2) Irak Kürtleri için bir gelir sağlanması 3) Türkiye’nin en yoksul yeri olan Güneydoğu’da sınır ticaretiyle geçimini sağlayan ailelere iş olanağı sağlaması.

Irak Kürtleri, Türkiye’nin Kürt yönetimini by-pass geçerek açacağı yeni kapı ile kendilerinin Habur Kapısı’nda elde ettikleri gelirden yoksun bırakılmak amacıyla başvurulan bir yol olduğunu dile getirmektedirler. Onlara göre Türkiye’nin en önemli rahatsızlığı, giderek ekonomik olarak kendi kendine yeterli olan Kürt yönetimin bağımsızlığa yeltenebilmesidir.

İkinci kapı konusundaki rahatsızlığını açıkça dile getiren KDP, Kuzey Irak’ın Irak egemenliğinde olduğu bir durumda, Türkiye’nin Irak’la sınır sorununda doğrudan doğru ya bir ilişki halinde olmasını doğal karşılarken, Kuzey Irak Kürt yönetiminin by-pass geçilerek sınır ticaret ve ulaşım konularında Irak’la düzenlemelere gidilmesini dostça karşılamamaktadır. Türkiye-Irak petrol boru hattının güvenliği konusunda Türkiye’ye garanti veren ve Türkiye ile Irak arasındaki ticari güzergâhın güvenliğinin sağlayan KDP, kendilerine danışılmadan ikinci bir kapının açılmasının söz konusu olmayacağını dile getirmektedir.[52]

Türkiye, PKK’ye karşı mücadelesinde uzun yıllar Irak Kürtleriyle işbirliği yapmaktan bir sakınca görmedi. Ancak Irak Kürtleri, Abdullah Öcalan’ın Şubat 1999’da yakalanması ve Türkiye’ye karşı verilen silâhlı mücadelenin durdurulması kararının ardından, Türkiye’nin kendilerine yönelik tavrının tamamen değiştiğini söylemektedirler. Kuzey Irak’taki Kürt yetkililere göre, artık kendilerine ihtiyaç duymayan Türkiye, Kürtleri Irak’taki Saddam rejimiyle uzlaşıp merkezi yönetimin hükmü altına girmeye zorlamaktadır.[53]

İkinci kapının açılması konusunda Irak’la bir uzlaşmaya varıldığını dile getiren bir Dışişleri müsteşarı, ”Ankara’nın muhatabının Irak Kürtleri değil, Irak’tır” demektedir. Aynı yetkili devamla şöyle söylemekte,

“Biz Irak’ın Kuzeyi’ni Mesut Barzani’nin toprakları olarak değil, Irak’ın toprakları olarak görmekteyiz. Dolayısıyla ikinci kapının inşası konusunda bizim muhatabımız Irak’tır.”[54]

Kuzey Irak’a Vize: Türkiye’nin Kuzey Irak Kürtlerini Irak merkezi otoritesi altına sokma girişimlerine bir yenisi de Haziran -2001 başlarında uygulamaya koyduğu Irak vizesidir.[55] Bu yeni uygulamayla bundan böyle Kuzey Irak’a gitmek isteyenlerden Irak vizesi istenmektedir. Kürtlerin “Ecevit Vizesi”[56] diye nitelendirdikleri bu vize şartını arayan ülke, Irak değil Türkiye’dir. Eskiden Kuzey Irak’a, ticari veya turistik amaçlı bir gezi için gitmek isteyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Habur sınır kapısından geçerlerken yanlarında pasaportlarını bulundurmaları yeterli iken, şimdi Irak’ın Ankara’daki başkonsolosluğundan temin edilmiş vize istenmektedir.

Böylece Türkiye, yurtdışına çıkışta kendi vatandaşlarına vize şartı koyan ilk ülke ünvanını da kazanmış oluyor. Kuzey Irak Kürt yönetiminin aramadığı, Irak’ın sormadığı bu vize uygulamasıyla Türkiye’nin önemli bir amacı da Kuzey Irak’a gidiş ve ticareti sınırlayıp burayı ekonomik olarak zor durumda bırakmaktır. Çünkü Kuzey Irak’la yapılan ticari faaliyetin büyük bir kesimi Habur Kapısı üzerinde gerçekleşmektedir. Bu uygulamayla Türkiye, Kuzey Irak’taki ekonomik yaşama bir darbe vururken, geçimi sınır ticaretine bağlı on binlerce vatandaşını cezalandırmaktan da geri durmamaktadır.

SONUÇ YERİNE

Türkiye Kuzey Irak politikasını evrensel normlarla bağdaşır, insan hak ve hürriyetlerini ön plana alan bir yaklaşım ve iyi komşuluk ilişkileri çerçevesinde ele almalıdır. Türkiye, Bosna-Hersek dramı, Bulgaristan’daki Türk azınlığa yapılan baskılar, Çeçenistan ve Filistin sorununda benimsediği saygın ve özgürlükçü tutumunu Kuzey Irak sorununda da sürdürebilmeli, kimi yersiz kaygılarla evrensel normlardan sapmamalıdır.

Daha önce otonom bir yönetim için Irak diktatörlüğüne karşı mücadele veren Kürtler, Körfez Savaşı’ndan bu yana, Irak’ın birliğine zarar vermeden ve bölgede herhangi bir sınır değişikliğine gitmeden federal bir çözümü savunmaktadırlar. Kürtler ve Arapları eşit sayan Irak Anayasasının 3. Maddesini ihlal ederek, hem kendi anayasalarına hem de evrensel yasalara saygı duymayan soykırımcı Irak rejimiyle yaşanan deneyim Kürtleri böyle bir çözüme yöneltmiştir. Çünkü Otonomiden farklı olarak, ancak federalizm Kürt halkının varlığı ve haklarını garanti altına alabilir. Nitekim Irak, 11 Mart 1970’te Kürtlerle imzaladığı otonomi anlaşmasını da keyfi bir şekilde rafa kaldırabilmiştir.

Türkiye’nin Kuzey Irak politikası, Kürtleri Saddam rejimi gibi diktatör rejimlere itaat etmeye zorlamak şeklinde olmaz. Böyle bir politika Ortadoğu’daki çatışma ve istikrarsızlığı daha da derinleştirir. Türkiye, Kuzey Irak için çağdaş dünyaya açılan bir kapı durumundadır. Bugün bu küçük ülke, giyiminden gıdasına, ilacından diğer bütün gereksinimlerine kadar adeta Türkiye’ye bağlanmıştır. Yüzyıllarca Türkiye ile ortak bir tarihe sahip olan ve ortak bir kaderi paylaşan, üstelik Türkiye’den yana bir tavır aldığından dolayı İngilizler tarafından cezalandırılan bu halkın iradesine saygı duymalı.

Demirel, 7 Aralık 1991’de Diyarbakır’da halka hitaben yaptığı tarihi konuşmasında, “Kürt realitesini tanıyoruz “ dedikten sonra, Türkiye’nin Kuzey Irak politikasına da değinerek şöyle söyleyecektir:

“Irak’a ‘Arkadaş vahşete gidersen, bizi karşında bulursun’ demeye mecburuz. Öyleyse ‘Irak’taki Kürt varlığının korunmasına ilgisiz kalmamak’ bence Türkiye’nin yeni politikasıdır. Öyle de olmalıdır. Yani, ona karışamayız, buna karışamayız, neye yararız o zaman...O zaman burada 10 milyon insanın hissiyatine ters düşeriz.”[57]

Özal’ın 1990’da 12 milyon, Demirel’in 1991’de 10 milyon, Batılıların 15 milyon, Kürtlerin 20 milyon civarında düşündüğü Türkiye’deki Kürt nüfusun, Demirel’in deyimiyle ‘Kuzey Irak’taki Kürtlere yönelik hissiyatları’, Türkiye’nin Kuzey Irak politikasında gözardı etmemesi gereken bir olgudur. Türkiye, Kuzey Irak’taki Kürt, Türkmen, Asuri ve diğer unsurların siyasî iradelerine saygı duymalı, bu halkların Irak’ın toprak bütünlüğüne zarar vermeyen, ancak demokratik bir Irak’ta söz sahibi olabilme çabalarına, bölgede gerçek bir barış ve sükûnetin sağlanması adına destek vermelidir.

[1] Bedir Khan Prince Sureya, The Case Of Kurdistan, Sara Publishing, İsveç, 1995, s.40.

[2] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 1989, s.74-75.

[3] Goloğlu, Mahmut, Üçüncü Meşrutiyet, Ankara, 1970, s.56.

[4] Türk Parlamento Tarihi, Milli Mücadele ve TBMM I. Dönem 1919-1923, II Cilt,s.704.

[5] Lausanne on its 70th Anniversary, s.97.

[6] Özdağ, Doç. Dr. Ümit, Türkiye Kuzey Irak ve PKK, Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 1999, s.74.

[7] Yassin, Borhanedin A., Vision or Reality? The Kurds in the policy of the Great Powers, 1941-1947, Lund University Press, 1995, s.101, 218.

[8] Osman, Dr. Mahmut, “ Our Experience with Successive Iraqi’s Regimes”, London School of Oriental and African Studies, 25 Mart 2000.

[9] Gunter, Michael M., “ The Foreing Policy of the Iraqi Kurds”, s.8 Savaşın son altı ayı içinde ve İran’la ateşkes ilân edildikten sonra Irak, Kürdistan’da Enfal operasyonunu başlatarak, eşi görülmemiş bir barbarlıkla 182.000 Kürdü soykırıma tabi tutarak Güney Irak’taki çöllerde diri diri gömecekti. Bkz. Osman, Dr. Mahmut, “ Our Experience with Successive Iraqi’s Regimes”.

[10] Fuller, Graham E., Lesser Ian O., ile Paul B. Henze ve J..F. Brown, Turkey’s New Geopolitics From The Balkans to Western China, Westview Press, Boulder, San Fancisco, Oxford 1993, s.61.

[11] Ciment, James, The Kurds State and Minority in Turkey, Iraq and Iran, Facts On File, 1996, s.180.

[12] Fuller, Graham E., Lesser Ian O., ile Paul B. Henze ve J..F. Brown, Turkey’s New Geopolitics, s.59.

[13] Fuller, Graham E., Lesser Ian O., ile Paul B. Henze ve J..F. Brown, a.g.e., s. 60.

[14] Fuller, Graham E., Lesser Ian O., ile Paul B. Henze ve J..F. Brown, a.g.e., s.60.

[15] Aykan, Mahmut Ballı “ Turkey’s Policy in Northern Irak, 1991-95” Middle Eastern Studies, C.32, 4, Ekim 1996, s.347.

[16] Doç Dr. Ümit Özdağ, Türkiye, Kuzey Irak ve PKK adlı eserinde, “ 13 Ocak 1991’de İngiliz Dış İşleri Bakanlığı Müsteşar yardımcısı David Gore’nin yaptığı öngürüşmeler ve şartların hazırlanmasından sonra Talabani 8 Mart 1991’de, yani daha Kuzey Irak’taki isyan devam ederken Türkiye’ye gelmiş ve MİT Müşteşarı Orgeneral Teoman Koman ve Dışişleri Müsteşarı Büyükelçi Tugay Özçeri görüşmüştür” şeklinde yazmaktadır. Bkz Özdağ, Doç. Dr. Ümit, Türkiye Kuzey Irak ve PKK, Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 1999, s.74.

[17] Dündar, Can, “ Özal- Apo-Pazarlığının İçyüzü”, Sabah, 5 Haziran 1999.

[18] Dündar, Can, a.g.y.

[19] Gunter, Michael M., “ The Foreing Policy of the Iraqi Kurds”, Journal of South Asian and Middle Eastern Studies, C.20, 3, Bahar 1997, s. 8-9.

[20] Dündar, Can, a.g.y.

[21] Arcayürek, Cüneyt, Bekleyen Adamın Gerçekleşen Düşü, Büyüklere Masallar Küçüklere Gerçekler 4, Bilgi Yayınevi, 2. Baskı, Ankara 2000, s.91.

[22] Dündar, Can, a.g.y.

[23] Dündar, Can, a.g.y.

[24] Arcayürek, Cüneyt, a.g.e., s.210.

[25] Arcayürek, Cüneyt, a.g.e., s.159,210.

[26] Gunter, Michael M., a.g.m., s.11.

[27] Arcayürek, Cüneyt, a.g.e., s.123.

[28] Gunter, Michael M., a.g.m., s.8.

[29] Gunter, Michael M., a.g.m., s.8.

[30] Fuller, Graham E., Lesser Ian O., ile Paul B. Henze ve J..F. Brown, a.g.e., s.42.

[31] Oran, Baskın, “ Kalkık Horoz”- Çekiç Güç ve Kürt Devleti, s.160.

[32] Yavuz, Turan, ABD’nin Kürt Kartı, Milliyet Yayınları, 1993, s.196-197.

[33] Kirişçi, Kemal, “Huzur mu Huzursuzluk mu: Çekiç Güç ve Türk Dış Politikası”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der. Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul 1994, s. 284.

[34] Olson, R.,”The Kurdish question and Geopolitic and Geostrategic Changes in the Middle East after Gulf War”, Journal of South Asian and Middle Eastern Studies, C.17, 4, s.46.

[35] Özdağ, Ümit, a.g.e., s.154.

[36] Gresh, Alain, “ Türkiye- İsrail- Suriye İlişkileri ve Bu Ülkelerin Ortadoğu Üzerindeki Çekişmeleri”, İngilizceden Çeviren: Cemal Atila, Serbesti, 2, Ocak 1999, s.64.

[37] Kirişçi, Doç. Dr. Kemal, ”Turkey and Kurdish Safe Haven in Northern Iraq”, Journal of South Asian and Middle Eastern Studies, C.19, 3, s.20.

[38] Yeni Yüzyıl, 30 Ekim 1998.

[39] Radikal, 2 Ekim 1998.

[40] Washington Kürt Anlaşması’nın tam metni için Bkz., Radikal, 2 Ekim 1998.

[41] Yeni Yüzyıl, 30 Ekim 1998.

[42] Cumhuriyet, 13 Ağustos 1999.

[43] Al- Hayat, 15 Temmuz 1999.

[44] Mihoyi, Şekroyê “ Kurdıstana Iraqê: Problemnên Pêşketinê”, Wergera jı Rûsî:Têmûrê Xelîl, Deng, Hejmar: 60.

[45] Mihoyi, Şekroyê ,a.g.e.

[46] Serbesti, 5, Ağustos-Eylül 1999, s.67.

[47] Hürriyet, 16 Mayıs 2001.

[48] Çandar, Cengiz, “Casus belli enflasyonu”, Yeni Şafak, 18 Mayıs 2001.

[49] Hürriyet, 16 Mayıs 2001, ve ayrıca Çandar, Cengiz, a.g.m.

[50] Zaman, Amberin, “Turkey to open border crossıng to bypass Iraqi Kurds”, Voice o Amerika, 8 Haziran 2001.

[51] U.S., Barzani Block Iraq-Turkey ‘Economic, Military’ Bridge, RFE/RL IRAQ REPORT , C. 4, 18, 24 Mayıs 2001.

[52] Çevik, İlnur, “Turkish delegetion to ease concerns of KDP”, Turkish Daily News, Temmuz 2001.

53 Zaman, Amberin, a.g.e.

[54] Oruç, Saadet, Turkish Daily News, 19 Haziran 2001.

[55] Gekhsi, Diyar “ New Turkish Ruling Limits Trade With Iraqi Kurdistan” Kurdistan Observer, 13 Haziran 2001.

[56] Dılgeş, Felat, “ Xewn nîne Rastî ye”, Dema Nû, Hejmar 7-8.

[57] Arcayürek, Cüneyt, a.g.e., s.76.