Bilindiği gibi 11 Eylül 2001’de intihar eylemcileri tarafından kaçırıldıktan sonra oldukça güçlü füzelere dönüştürülen dört Amerikan yolcu uçağından üçü hedeflerine gayet isabetli bir şekilde çarparak, New York’taki meşhur Dünya Ticaret Merkezi ikiz gökdelenlerini yerle bir etti, Washington’daki yine meşhur Pentagon binasına ağır hasar verdi ve bir uçak da muhtemel hedefi olan Beyaz Saray ya da Camp David’e ulaşamadan yere çakıldı. Bütün bu olaylarda yedi bine yakın insan hayatını kaybetti.
Bu yazıyı, olaydan 8-12 gün sonra dokuz yıldır yaşamakta olduğum New York’tan yazıyorum. Yazı boyunca burada olay günü ve sonrasında gördüklerim/yaşadıklarım üzerinden izlenimlerimi aktardıktan sonra bazı genel değerlendirmelerde bulunmak istiyorum. İzlenimlerim doğrudan gözlemlere ek olarak, olaydan beri bu konuda konuştuğum onlarca New Yorkluyla etkileşimlerime, haliyle medyadan izlediklerime ve klinik psikolog/psikoterapist olarak çalıştığım travma merkezindeki faaliyetlerime dayanıyor.
ŞOK
11 Eylül Salı sabahı evden işe giderken metro bir ara yerüstünde yol alırken uzaktan görülen Manhattan siluetinde ikiz kulelerden birinin üste yakın katlarında yangın olduğunu ve duman çıktığını gördüm. Sonradan öğrendiğime göre o sırada henüz ikinci çarpma olmamıştı. Trende cep telefonuyla yakınlarından haber almış birkaç kişi bu kulelere bir uçağın çarpmış olduğunu söylediler. Herkes olayın bir kaza olduğundan emindi. Metro yolculuğu bitip Brooklyn’in tam olayın olduğu Manhattan tarafına bakan kıyısına yakın bölgesinde bulunan işyerime geldiğimde yine sokaklarda bir anormallik yoktu. Herkes işine yetişmeye çalışıyordu. İşyerinde televizyonu açıp haber almaya çalıştığımızda iki uçağın iki kuleye de çarpmış olduğu belli oldu. O sırada bile hemen herkes bunun büyük bir rastlantı ya da havaalanı uçuş kulelerinin hatası olduğunu düşünmeye eğilimliydi. Ancak yarım saat kadar sonra Pentagon’a da bir uçağın çarpmış olduğu haberi verildiğinde işin rengi anlaşılabildi. Sonra kuleler çöktü ve kıyametin boyutu daha bir görünür oldu. Bu sıralarda önlem olarak benim çalıştığım bölgedeki işyerleri tatil edildi ve binalar boşaltıldı. Metro çalışmıyordu, trafik felç durumdaydı, yüzbinlerce insan DTM’de yaşanan kıyametten rüzgârın etkisiyle yayılan duman ve kül parçacıklarını soluyarak ya otobüs duraklarına yığılıyor ya da duraklardan umudunu kesen büyük çoğunluk hızlı adımlarla evine doğru yürümeye çalışıyordu. Manhattan’dan kaçanlar da eklendiğinde o gün muhtemelen birkaç milyon insan, çoğunluğu yürüyerek bir tür savaş bölgesinden hızla uzaklaşmaya çalıştılar. Bu keşmekeşe rağmen sokaklar siren sesleri dışında sessiz sayılırdı, New York’un normal gürültücülüğü/canlılığı (ve hattâ yer yer ve zaman zaman “şımarıklığı” diyebiliriz) yerini olan bitene inanamamak ve anlamlandıramamak temelinde derin bir sessiz şoka bırakmıştı. Bu olayın dünyanın başka birçok yerinde daha küçük ya da daha büyük çapta yaşanan benzer felaketlerden en büyük farkı Amerikan toplumunun psikolojik ve politik hazırlıksızlığında yatıyor. Bu konuyu yazının ilerleyen bölümlerinde “sarsılan kudret” teması üzerinden daha ayrıntılı tartışmaya çalışacağım. Şimdilik olaydan üç gün sonra TV’de konuşan bir genç kadının sözlerinin bu konumu özlü bir şekilde ifade ettiğini belirtmekle yetinelim: “Bunun New York’ta olduğuna inanamıyorum. Amerika’da olduğuna inanamıyorum. Böyle şeyler olamaz buralarda.”
Sonra herkes evine gitti, çoluğunu çocuğunu erkenden okullardan aldı ve TV başına mıhlandı. Olayın çapı, eylemin dehşet verici mükemmelliği ve ABD’nin aczi giderek daha görünür oldukça şokun ve sarsıntının şiddeti arttı. O günün akşamından itibaren de gün boyu korkudan bir yerlerde saklanmış olan II. Bush’un öncülüğünde savaş tamtamları çalınmaya başlandı. Bu artık bir savaştı, ABD asacak kesecek gerektiği kadar cezalandıracaktı, bir savaşa hazır olunmalıydı. ABD yönetimi derin kudret sarsıntısını gidermenin yolunu bulmaya çalışıyordu. Olayın dehşeti ve hüznüne şimdi de yoğun bir savaş endişesi ekleniyordu bizim için.
Ertesi gün sokaklara çıktığımızda şehirde yine alışılmadık bir sessizlik hüküm sürüyordu. İnsanların yüzünden hüzün ve acı okunabiliyor, kimilerinde göz yaşları seçilebiliyordu. Görkemli Manhattan manzarasını seyretmek için en iyi yer kabul edilen Brooklyn kıyısındaki Promenad’da bir sürü insan hâlâ duman tüten yere doğru bakıyor, New York’un belli başlı simgelerinden olan İkiz Kuleler’in çökmesiyle tamamen değişmiş olan manzarayı eskisiyle kıyaslamaya çalışıyorlardı. İnce uzun bir ada olan Manhattan’nın güneyde kalan büyük bir parçası trafiğe kapalıydı. Kurtarma çalışmaları büyük bir hızla başlamıştı. Trafiğe kapalı bölümün sınırında yer alan Union Square’de binlerce kişi toplanmış, yere yayılmış büyük kâğıtlara duygularını/düşüncelerini yazıyordu. Yazılarda ağırlık şaşkınlık ve hüzündü. Buna ek olarak hiç de az sayılmayacak bir miktarda öfke/intikam yüklü yazılar, ama daha da çok savaş karşıtı, barış yanlısı ve ABD’yi kendisine bakmaya çağıran yazılar görünüyordu. Olayın ertesi günü, olay yerinden yürüyerek yarım saat mesafede bu tür yazılar gördüğümüzde oldukça şaşırdık ve bir miktar umutlandık. Şaşkınlığımız, aynı yerde bir Atina demokrasisini andırır şekilde beş, on, yirmi kişilik grupların hararetle tartıştıklarını dinlediğimizde daha da arttı. Orada o an kamusal bir forum yaratılmıştı ve daha önceden birbirini tanımayan yüzlerce insan sinirlenmeden, bağırıp çağırmadan olayı tartışıyordu. Kabaca bir yanda misilleme yanlıları ve ABD’ye pek toz kondurmak istemeyenler varken, diğer tarafta çoğu genç ve önemli bir kısmı beyaz olmayan New York sakini ABD’nin nasıl yıllar boyunca başka ülkelerde haksızlıklar ve zulümler yaptıklarını, bu eylemin o politikaya bir tepki olduğunu, ABD yönetiminin hataları yüzünden kendi insanlarını hedef haline getirdiğini, şimdi savaş ilân etmenin yeni bir çılgınlık olacağını vb. gayet kendilerine güvenli bir şekilde savunuyorlardı. Olay yerine daha da yakın olan ve trafiğe kapalı bölgede yer alan Washington Square Park’ta ise daha cılız bir kalabalık vardı ve hava biraz daha gergindi. Orada da “Kara Panterler” tişörtü giyen bir siyahın tartışma sırasında kutlama gösterisi yapan Filistinlerin[1] gündeme getirilmesi üzerine “siz de Irak bombalanırken biranızı içip bunu keyifle TV’den seyrediyordunuz” deyişini duyduk. Olayla ilgili bir numaralı sağlık kurumu olan St. Vincent’s Hastanesi’nin önünde ise kayıp yakınlarından haber almayı uman insanlar gördük. Duvarlara astıkları ya da ellerinde taşıdıkları kayıp fotoğrafları, bize Türkiye, Arjantin ya da başka bir yerdeki kayıp yakınlarını hatırlattı.
“AMERİKAN MİLLİYETÇİLİĞİ”
Bir iki gün içinde faillerin Arap-Müslüman ve Üsame bin Ladin’le bağlantılı olduğu haberlerinin yayılması üzerine, olaya tepki olarak yükselmeye başlayan “Amerikan milliyetçiliği,” nefretini ve agresyonunu yöneltebileceği bir “Öteki”ye sahip oldu. İsrail perde arkasından kıs kıs gülerken ve fırsattan istifade bazı Filistin yerleşim bölgelerine tanklarını sokarken, ABD’de de Arap, Müslüman, Güney Asyalı (Afgan, Pakistanlı ve hattâ Hintli) ve giderek genel yabancı düşmanlığı korkutucu boyutlara ulaştı. Bu insanlara yönelik tacizler arttı, Arap işyerleri sürekli tehdit telefonları almaya ve kısmi bir boykottan etkilenmeye başladı, birkaç camiye saldırıldı, Arizona’da Arap sanılarak bir Sih tüfekle öldürüldü, çok sayıda Arap okullarına ya da işlerine gidememeye başladı, olayda ölenleri anma toplantılarında millî marş söylenmesi adet haline geldi, sokaklarda ABD bayrağı satan seyyar satıcılar türedi, askere (yani savaşa) gitmek için en az elli bin kişinin kaydını yaptırdığı bildirildi, bazı yerlerde duvarlara ya da telefon kulübesi gibi kamusal mekanlara yazılan anti-Arap, anti-Müslüman ve anti-yabancı sloganlar (“Hepsini öldürmek lazım”) görülmeye başlandı. Hattâ anma toplantılarında üzerinde bizim de gayet aşina olduğumuz “ya sev ya terk et” sloganının yazılı olduğu bayrakları sallayan tek tük de olsa gençler türedi. Geçen gün de üç Arap kökenli (isimleri ve görünümleri itibariyle) Amerikalı Şikago’da bindikleri uçaktan pilot tarafından “sizle birlikte seyahat etmeyi ne ben ne de diğer yolcular istiyor” denilerek indirildi ve söz konusu uçak “Araplardan temizlenmiş ve dolayısıyla huzura/güvenliğe kavuşmuş” bir şekilde havalandı.
Olayda ölen yedi bine yakın insanın yaklaşık beşte birinin ABD vatandaşı olmadığı bilinmesine rağmen (ki aralarında Müslümanlar ve Araplar da vardı), ABD yönetimindeki ve medyadaki söylem tamamen “Amerikan vatandaşlarına yönelik menfur saldırı” tarzında kuruldu ve bundan hiçbir şekilde ödün verilmedi. Bunun üzerine II. Bush’un manidar dil sürçmesi geldi. Savaş tamtamlarını çalarken bir keresinde “Haçlı Seferi” (crusade) deyiverdi. Bu dil sürçmesi, II. Bush ve benzerlerinin bilinçdışı fantezi dünyalarını yansıttığı gibi, ABD başkanı olması nedeniyle dünyanın en muktedir insanı sayılabilecek birinin “Haçlı Seferi” gibi bir lafın İslâm dünyasında nasıl algılanacağına dair herhangi bir içgörü kırıntısına sahip olmadığını da gösterdi. Hemen ertesi günü muhtemelen uyarılar sonucu bir “İslâm Merkezi”ni ziyaret edip sürçmeyi toparlamaya çalıştıysa da bunun bir “halkla ilişkiler manevrası” olduğu yeterince açıktı. Bu durum, yine yazının ilerleyen bölümlerinde üzerinde duracağım gibi “Amerikan gabiliği”nin doğrudan bir sonucu.
“Amerikan milliyetçiliği” oldukça karmaşık ve problemli bir konu. Zaten buradaki resmî ve medyatik söylemde tercih edilen “Amerikan yurtseverliği.” Dünyanın en kozmopolit ülkesi olan ABD’de bildiğimiz anlamda milliyetçilik tutturmak zor. O yüzden Amerikalılar bir kez daha ve bu sefer çok daha güçlü bir şekilde kendilerinin özgürlük, demokrasi ve medeni yaşam tarzı şampiyonu olduklarına ve zaten bu nedenle saldırıya uğramış olduklarına iman etmeye çağrıldılar. Bu en ileri değerlerin dünyadaki öncüsü olarak “barbarlara” karşı yekvücut olmak ve vatanı savunma zorunluluğu, bunun için de “teröristlerin nerede olursa olsun temizlenmesi gerektiği” sürekli vurgulandı. Meselenin “yurtseverlik” çuvalına sığmasını olanaksız hale getiren ise ABD’nin devleti ve toplumuyla dünyanın en kudretli devleti olarak müthiş bir ayrıcalığı olduğunun tamamen farkında olması ve her ne pahasına olursa olsun bunu korumakta hiçbir beis görmemesi. Bu emperyal kudret konumunun sürdürülmesi gerektiği de topluma özgürlük, demokrasi ve medeniyet bahislerinde ne kadar üstün ve ayrıcalıklı olduklarını hamasi denilebilecek bir söylemle anlatılıyor ve toplumun çoğunluğu bu söylemi canı gönülden benimsiyor.
Bu “Amerikan milliyetçiliği”nin kabarmasındaki en büyük zorluk, Amerikan toplumunun çok parçalı yapısı. ABD’de nüfusun yaklaşık %20-25’ini siyahlar ve Hispanikler (Latin Amerika kökenliler) oluşturuyor. Ayrıca Ortadoğu, Afrika ve Asya’nın yoksul ülkelerinden yakın zamanlarda göçmen ya da mülteci olarak gelmiş milyonlarca insan var.[2] Bütün bu kesimlerin büyük çoğunluğu alt sınıflara ya da “sınıf-altı” denilen tamamen umut kesilmiş ve kaderlerine terk edilmiş kategoriye dahiller ve egemen söylemle özdeşim kurmaları o kadar kolay değil. Kısıtlı gözlemlerime dayanarak örneğin farklı sosyal sınıflara ait siyahlar üzerine şu söylenebilir: Büyük şehirlerin yoksul mahallelerinde yaşayan ve kıyıcı şiddeti çocukluklarından beri iliklerine kadar hisseden/yaşayan siyahların önemlice bir kesimi için II. Bush’un savaş tamtamlarına kulak vermek ve desteklemek o kadar kolay değil. Onların DTM ile herhangi bir ilgileri yok. Onlar sistemin dışına atılmış olduklarını en azından sezinliyorlar. Ayrıca savaşın ne denli yıkıcı olduğunu öğrenmeleri için Afganistan’a gitmeleri gerekmiyor.[3] Ama bir de “yırtmış” siyahlar var. Onların şansları yaver gitmiş ve piramidin görece üst basamaklarına tırmanmışlar. TV’de falan onları dinlediğinizde resmî söylemle bir tür aşırı-özdeşim görüyorsunuz. Onlar için şimdi kraldan çok kralcı olma zamanıdır, gerçekten ve birinci sınıf Amerikalı sayılmak için efendilerinin gözüne girmek istiyorlar. Bunlar tabiî ki kaba genellemeler. Ama yoksul siyahların egemen söylemle aralarına koydukları mesafe (daha doğrusu egemenlerin onları toplum dışına atmış oluşu) dikkate değer, zira dünya savaşlarından beri yoksul siyahlar ABD ordusunda genel nüfustaki oranlarından çok daha fazla bir oranda yer alıyorlar.
Arapları/Müslümanları düşmanlaştırmaya teşne “Amerikan milliyetçiliği”nin karşısında gücünü yavaş yavaş duyurmaya başlayan, yılların “yanyana birlikte yaşama” kültürü ve kurumları da var. ABD genelinde çoğunluk değiller belki ama, en azından New York’ta[4] bu kültürün -Türkiye’yi zaten geçtik, Avrupa’dan bile- oldukça güçlü olduğu söylenebilir. O yüzden Araplara/Müslümanlara tacizlerin artmasıyla birlikte bu kültür de meydanı boş bırakmayıp onlarla dayanışmaya, havayı tersine çevirmeye çalışıyor. Örneğin, olaydan iki gün sonra çalıştığım klinikte olay mağdurlarına ne tür psikolojik hizmetleri sunacağımızı tartıştığımız geniş bir toplantıda Musevi-Amerikalı bir terapist gözleri yaşlı bir şekilde “lütfen olayın mağdurlarıyla birlikte, taciz edilen Arap/Müslüman cemaati için de bir şeyler yapmayı düşünelim” diyebiliyor ve bu oybirliğiyle kabul ediliyor. Okullarda ve diğer ilgili kurumlarda bu taciz olaylarının önlenmesine yönelik bir sürü görevli ve gönüllü insan çalışmaya başlamış durumda. Dayanışma toplantıları ve gösterileri de artık New York’un günlük rutinine katıldı. Ayrıca eski mücadeleler sonucu oluşturulmuş “etnik/ırksal ayrımcılıkla” (ki bu federal bir suç) uğraşan devlet kurumları var. Onlar da son günlerde bu meseleye el atmış durumda. Kısacası “Amerikan milliyetçiliği” bu olay nedeniyle kabarmış durumda ve Araplar/Müslümanlar mağdur ediliyor, ama öte yandan buna karşı bir bilinç ve mücadele de mevcut, her ne kadar şimdilik hegemonik durumda olmasa da. Bu durum tabiî ki çıkması muhtemel savaşın seyrine göre değişik şekiller alabilir.
Milliyetçilik bahsinde değinilmesi gereken diğer bir nokta da, ABD’nin kendi halkına ve müttefiklerine, Doğu Blok’unun çökmesinden sonra içine girdiği “düşmansızlık” krizini atlatmak için yeni bir hedef gösterme imkânına kavuşmuş olmasıdır: “İslâmcı terör.” Türkiye’den de gayet iyi bildiğimiz gibi, muktedirlerin konumlarını korumak için kendi içlerini konsolide edecek, kendi dışlarında da çatlak sesleri en aza indirmeye yarayacak bir “genel düşman” kadrosu ihsas etmeleri ve bu kadroyu asla boş bırakmamaları gerekmektedir. II. Bush yönetiminin bu kadronun boş ya da atıl kalmasına uzun süre dayanamayacağı tahmin ediliyordu.
İNTİHARLA GELEN KİTLESEL KATLİAM
11 Eylül’deki intihar saldırılarında yedi bine yakın insan öldü. Bunların iki yüz kadarı Pentagon’daki askerî personel, kalanı sivildi. Ölenlerin yaklaşık beşte biri Amerikalı değildi. Yine ölenler arasında DTM’de çalışan ya da o saatte oradan geçen her toplumsal kesimden insanlar vardı. Bütün bunlar olayın hunharca işlenmiş kitlesel bir katliam ve bir “insanlık suçu”[5] olduğunu gösteriyor. Kimi sol kişi ve çevrelerden kulağıma çalınanlar nedeniyle bu konuda net bir tutum almanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. ABD’yi sevmesek de, dünyanın değişik yerlerinde çok daha fazla sayıda insanın kanına girdiğini bilsek de bu olayı kitlesel bir katliam olarak değerlendirip lanetlemek ve sorumluların yakalanıp yargılanmasını talep etmek için illâ ki savaşa/şiddete kategorik olarak karşı olmak gerekmiyor. Nereden bakılırsa bakılsın, büyük çoğunluğu sivil yedi bin insan dehşet verici bir şekilde öldürülmüştür ve bu durum ağır bir insanlık trajedisidir. DTM’nin yıkılmasıyla dünya kapitalizminin en has sembollerinden birini kaybetmiş olması kimi solcuların içini ferahlatmış ya da sevindirmiş ise solculuktan vazgeçmeleri için geç değildir. Sivillere yönelik katliam her yerde katliamdır, çifte standart kaldırmaz, solun değerlerinin tamamen dışında ve karşısındadır. ABD’nin olayı değerlendirme ve kullanma biçimi midemizi bulandırsa bile böyle bir trajedi karşısında ölenler ve yakınları için üzüntü hissedememek etik duruşumuzda bir problem olduğuna işaret eder. Bu olayı bir insanlık suçu olarak tanımlayıp lanetleyince ABD’nin haklı olduğu mu kabul edilmiş olur, ABD’nin yörüngesine mi girilir? Tam tersine. Ancak o zaman ABD’nin ve başkalarının eskiden işlemiş olduğu ve yakın gelecekte işlemesi muhtemel suçları yargılama hakkını elimizde tutabiliriz. Ancak o zaman çıkması muhtemel (siz bu satırları okurken belki de zaten çıkmış olan) savaşı durdurmaya çalışma faaliyetlerimizin bir anlamı olabilir. Bu eylemi kınamak ve kabul edilemez bulmakla anlamaya çalışmak (“mazeret bulma” değil “çözümleme” anlamında) tamamen farklı şeylerdir.[6]
Bu trajik eylemi gerçekleştirenlerin politik kimlikleri ve saikleri konusunda şimdilik net bir bilgimiz yok. Böyle bir bilgiyi herhangi bir zaman edinip edinemeyeceğimiz de belli değil. Ancak mevcut emareler Ortadoğu kökenli radikal İslâmcı bir örgütü ya da bir örgütler ağını gösteriyor.[7] Üsame Bin Ladin’le eylemcilerin doğrudan ya da dolaylı bir bağlantıları olup olmadığını da bilmiyoruz. ABD “var” diyor, ama sahip olduğunu iddia ettiği kanıtları başka ülkelerle ya da kamuoyuyla paylaşmıyor. Bu noktalar kuşkusuz meselenin hukuki yönü ve çözüm tarzı hakkında büyük öneme sahip. Ortada kanıt yok ise ABD’nin atacağı her adımın gayrimeşrû olacağı açık.
Ama meselenin başka bir önemli yanı daha var. Bu dünyada birtakım insanlar karmaşık ve olağanüstü gizli örgütler kurarak ve binlerce sivil insanı öldürmeyi hedefleyerek intihar eylemleri yapıyorlar. Kendini yok ederek “düşman” olarak bellenen bir insan grubuna maksimum zarar vermeye çalışmak. Bu kendi başına akıl durduran, insanı ürküten bir durum. İnsan denilen türün aynı anda hem kendisine ve hem de başkalarına yönelik kıyıcılık potansiyelinin sınırları olmadığını gösteriyor. Bu eylem özelinde, onlarca insan birkaç yıllık süre boyunca sonunda öleceklerini (ve eylemleri sonucu binlerce insanı öldüreceklerini) bilerek hummalı bir hazırlık süreci yaşıyorlar. Bir kere teslim etmek lazım, ne olursa olsun intihar etmek kolay bir şey değil. Hele bu kadar uzun süreli bir hazırlık sonucu intihar etmek çok daha zor. Anlık bir karar yok ortada. İntihar eylemine karar verilen zaman ile eylemin gerçekleştirildiği zaman arasındaki birkaç yılı bulan süre ve bu sürenin oldukça yoğun hazırlık faaliyetleriyle geçirilmiş oluşu bu işe kalkışan insanların davalarına bağlılık ve adanmışlık dereceleri hakkında hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde fikir veriyor. Olay, sık sık ileri sürüldüğü gibi bir (tür) delilik mi? Hiç sanmıyorum. Birincisi, daha önceki hayatlarıyla ilgili bildiklerimiz bu tezi kabul etmemizi imkânsız hale getiriyor. Ayrıca bu insanların bireysel psikopatolojileriyle ilgili çeşitli spekülasyonlar yapsak ve bir an için “deli” olduklarını kabul etsek bile deliliklerinin, binlerce başka yol varken niçin bu şekilde ifade yolu bulduğunu anlamış olmuyoruz. Bu insanlar deli falan değiller, davalarına kendilerini feda edecek düzeyde bağlılar ve içlerinden geldikleri politik kültürel bağlamın sunduğu mücadele stratejileri içinde yoğun bir çaresizlik/nefret yumağının söz konusu olduğu durumlarda kullanabilecekleri bir yöntemi tercih ediyorlar. Asıl anlaşılması gereken bu çaresizlik/nefret yumağının ne tür bir kollektif bilinç matriksi içinde, niçin ve nasıl oluştuğu.
Eğer bu eylem mevcut verilerin işaret ettiği gibi Orta/Yakın Doğulu radikal İslâmcı bir örgütün işi ise, bahsedilen çaresizlik/nefret yumağının oluşum süreci öyle pek gizemli değil. Bu yazının sınırlarını aştığı için kısaca değinirsek, İslâm dünyasının yüzyıllardır yaşadığı Batı karşısında aşağılanmışlık, ezilmişlik, haksızlık edilmişlik, güdülmüşlük duygusu, kitabın/ideolojinin vaadettiği, “en son ve en mükellef din” olmaktan gelen dünya hükümranlığı idealiyle (“fantezisi” de diyebiliriz) artık uzlaştırılamaz bir çelişki içine girdiğinde giderek derinleşen bir benlik/özsaygı yaralanması/sarsılması ortaya çıkmıştır. Bu sarsılmayla (başarılı ya da başarısız) başetmenin yollarından biri Türkiye’nin denemeye çalıştığı gibi bir şekilde kendini inkâr etmeye çalışarak “Batılılaşma” yolunda debelenmek ise, diğeri de daha çok içe kapanıp referans çerçevesini daha da katılaştırmak, radikalleştirmektir. Bu kaba ve genel analiz, intihar eylemlerine varabilen ruh halinin ancak uzak arkaplanını anlamak için yardımcı olabilir. Bu eylemlerin neden şimdi ve neden ABD’ye yönelik olarak ortaya çıktığı ise görece daha yakın zamanlarda gerçekleşmiş bir sürü olaya ve faktöre bağlı olduğu söylenebilir. Burada tek tek yazmaya gerek yok ama kısaca son elli yılda Orta ve Yakın Doğu’da (örneğin Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da yaşanan trajediler) neler olduğunu hatırlamak ve bunlara bir de artan yoksullaşma ve ABD-ağırlıklı Batı kültürünün dünyayı tek tipleştirme yönünde büyük merhaleler katetmiş olması eklendiğinde çaresizlik/nefret yumağının yakın dönem arkaplanı belirmeye başlar. ABD’nin tüm Batı/Kuzey dünyasının en önünde çaresizliğin baş müsebbibi ve dolayısıyla nefretin ana hedef nesnesi olarak tanımlanması ise hem Ortadoğu bölgesinde doğrudan kendi eliyle ya da desteklediği istibdat rejimleri aracılığıyla yol açtığı baskı ve yıkımla, hem de son on yıldır bu bölgede ve tüm dünyada tek süper güç olarak kalmasıyla ilişkili gibi görünmektedir.
Dolayısıyla mesele bir asayiş ve “terörizmle mücadele” meselesinin çok ötesindedir. Bu son eylemi yapanlar saptansa, yakalansa, yargılansa, mahkûm edilse ve de tüm örgüt çökertilse bile çaresizlik/nefret yumağı ortada oldukça bu tür eylemler maalesef her zaman bir seçenek olarak mevcudiyetlerini koruyacaklardır. Bunları demiş olmak meselenin asayiş boyutunu ihmal etmeyi gerektirmez ve bu tür eylemcilerin, diğer bütün insanlığa karşı suç işleyenler gibi, uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde yakalanıp yargılanması savunulması gereken bir taleptir.
Geçerken kısaca değinelim ki, bu çaresizlik/nefret yumağı analizi büyük ölçüde Türkiye için de geçerlidir. Devasa sorunları ve bu sorunların yol açtığı meşrû talepleri hep düzayak bir asayiş mantığı içinde çözmeye çalışan Türkiye de şiddet eylemleri için mümbit bir topraktır ve bu mantık devam ettikçe ne yazık ki böyle olmaya devam edeceğe benzemektedir. Dağda, şehirde ya da cezaevinde binlerce insan ölümün üzerine yürürken devlet ve toplumun geniş kesimleri bir an durup, yapılanları onaylamasalar bile içtenlikli bir “neden?” sorusu sorarak durumu anlamaya çalışmayı reddetmektedirler.
SARSILAN KUDRET
Bu eylemleri neredeyse bütün dünya devletleri telin etti ve üzüntülerini bildirdi, ancak görmek gerekir ki, özellikle ABD’nin uzun yıllardır kirli işler çevirdiği bölgelerde yabana atılamayacak sayıda insan bu eylemleri bir tür “etme bulma dünyası” ya da “alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” şeklinde anlamlandırdı. Eylemlere sevinilmese bile özellikle hayıflanılmadı. Daha çok sonuçlarından endişe edildi, ediliyor. Bunun nedeni, ABD ve onunla birlikte tüm bir Batı/Kuzey dünyasıyla dünyanın geri kalanı arasındaki asimetrinin artık hiçbir şekilde çuvala sığamayacak düzeyde büyümüş olmasıdır. Bu büyüyen asimetrinin dünya kapitalist sisteminin doğrudan bir sonucu olduğunu da gayet iyi biliyoruz. Nasıl her ülke içinde ısrarla ihmal edilen ve hattâ gözden çıkarılan geniş toplumsal kesimler mevcutsa, dünya sisteminde de gözden çıkarılmış kıtalar, bölgeler ve ülkeler mevcut. Bu noktada sorulması gereken sorular şunlar: ABD, bir yandan gıpta edilen bir ülke iken, bir yandan da bunca nefreti nasıl biriktirdi? ABD bu kadar sevilmediğinin farkında mı? Birinci sorunun cevabı, Birikim’in bu sayısında yer alan Larry Mosqueda’nın yazısında veriliyor. Burada tekrarlamaya gerek yok, ABD’nin dünyanın dört bir yanında işlediği suçların listesi epeyce uzun ve bu durum, suç mahalleri başta olmak üzere her yerde üç aşağı beş yukarı biliniyor. ABD’nin yöneticileri de bunu gayet iyi biliyor. Buradaki en tuhaf ve en kilit nokta, ABD halkının büyük çoğunluğuyla bu durumdan haberdar olmaması ya da haberdar olmamayı tercih etmesidir. Böyle bir tuhaflık nasıl mümkün olabilmektedir ve ne tür sonuçlar doğurmaktadır?
ABD mevcut dünya sisteminin açık farkla bir numaralı kudret sahibi ülkesi. Bu ülkedeki egemen politik kültür de popüler kültür de bu kudretin tamamen farkında ve dünyanın “üstün efendileri” ya da “hamisi” olunduğu inancı oldukça yaygın ve bu, gurur ve kibir vesilesi olan bir konum. Ancak bu kudretin nasıl elde edildiğine dair ABD ile dünyanın geri kalanı arasında muazzam bir algılama farkı mevcut. ABD, bu konuda “sıfırdan başladım, çalıştım kazandım” ya da “çalış senin de olur” gibi bir tavır içinde. Kudretini tamamen kendi kuruluş felsefesi (özgürlük, demokrasi, vb), kendi doğal kaynakları ve zekâsı/çalışkanlığı ile açıklama eğiliminde. Bunda ABD’nin Birinci (en fazla İkinci) Dünya Savaşına kadar süren izolasyonist dış politikasının payı büyük. Bu politika “biz kimseye karışmıyoruz, kimse de bize karışmasın, biz burada kendi ülkemizde bir cennet yaratmaya çalışıyoruz” tarzı bir muhakemeye dayanıyordu. Bu muhakemenin, Amerika yerlilerine ve siyah kölelere neler yapıldığını ve Meksika’nın yarısının (ki ABD’nin şimdiki Texas ve New Mexico eyaletlerine tekabül ediyor) nasıl zorla ele geçirildiğini gözden ırak tutmasını bu yazıda bir kenara bırakalım. Kısmen yalanlar üzerine kurulu olsa bile bu muhakeme tarzı Birinci veya İkinci Dünya Savaşı dönemine kadar ABD’de elitler ve yönetilen kitleler tarafından büyük bir ittifakla benimseniyordu. Dünya savaşları ABD’nin kudretinde büyük bir sıçramaya yol açtı ve sonrasında Sovyetler Birliği ile girişilen yaklaşık yarım asır süren Soğuk Savaş ABD’nin dış politikasında eski izolasyonist eğilimi rafa kaldırdı. ABD artık en büyük güç olarak dünyanın dört bir yanında at koşturuyordu. Bu dönemde kendi ülkesinde savaş babından hiçbir şey olmuyor, ABD halkı korunaklı dünyasında, eşitsiz olsa da giderek artan bir refah içerisinde yaşamaya devam ediyordu. Elitlerin aksine, izolasyonist eğilim halk arasında bugüne kadar gücünü korudu. Evet, ABD sağda solda (Kore, Vietnam, Nikaragua, Irak, vb.) savaşlara giriyor ve hattâ kayıplar da veriyordu, ama bunların popüler kültürde temsil edilmesi yalnızca “komünizmle mücadele” ya da Saddam örneğinde olduğu gibi “zorbalara ders vermek” üzerinden yürüdü. Güney Amerika ülkelerinde, Afganistan’da vb. icra edilen gizli CIA operasyonlarından ise halkın haberi bile olmadı. Bu süreçte ABD yöneticileri halklarına sürekli yalan söylediler, medya giderek artan biçimde bu uğurda manipülasyon amaçlı olarak kullanıldı ve ABD halkı, ülkesinin artan kudretinin hükümetlerinin, gizli servisinin ve ordusunun dünyanın dört bir yanında yaptığı pis işlere ve kıyımlara bağlı olduğunu, bu pis işlerin temel güdüsünün de kâr/çıkar maksimasyonu olduğunu bir türlü kavrayamadı ya da kavramak istemedi.
Bu kavrama zorluğunu ortaya çıkaran birkaç faktörden bahsedilebilir. İlki, izolasyonist gelenekten tevaruz eden “Amerikan gabiliği”dir. Amerikan halkı genel olarak kendi dışındaki dünyaya karşı ilgisiz ve doğal olarak oldukça bilgisizdir. Bu durum muhaliflere bile sirayet edecek kadar ileri düzeydedir. Eğitim sistemi de buna göre şekillenmiştir. Yaygın eğitim alanında az sayıdaki elit okul dışında Amerikalıların dünya tarihi ve güncel politika konusunda bilgi edinmeleri pek mümkün değildir. ABD, dünyanın süfli dertlerinden azade bir “özgürlük ve demokrasi” adası (ya da “akvarvumu” mu demeli?) olarak kodlanır. Dolayısıyla ABD’nin dünyanın süfli dertlerinin en azından bir kısmının müsebbibi olabileceği ihtimali tasavvur dahi edilemez. İkinci faktör, Batı/Kuzey dünyasında depolitizasyon düzeyi en yüksek halkın ABD halkı olmasıdır. Gabilik yalnızca dış dünyaya yönelik olarak değil, iç politikaya, seçimlere yönelik olarak da belirgindir. Seçimlere katılma oranı şaşırtıcı oranda düşüktür (%35-50) ve bu ülkede politika aşırı profesyonel bir sirk formatında icra edilir. Üçüncü ve çok önemli bir faktör de, daha önce de değinilen kendi toprakları üzerinde savaş yaşamamış olmasıdır. ABD ordusu katılsa bile savaşlar hep uzak diyarlarda olmuştur ve dünyaya dirlik düzenlik getirmek, “özgürlük ve demokrasiyi” yaygınlaştırmak gibi ulvi amaçlar söz konusudur.
Bu yukarıda kabaca tarif edilmeye çalışılan zihin dünyası içinde son eylemleri anlamlandırmak oldukça büyük bir zorluk yaratmaktadır. Karikatürleştirirsek, “Biz burada bu kadar kudretliyken ve hayır işleri dışında dünyayla da pek bir ilgimiz yokken, nasıl olur da başımıza böyle bir iş gelir, bu ne kendini bilmezlik, bu ne nankörlük!” diye söylenen, şaşırmış ve diş bileyen milyonlarca insan. Bu eylemlerin yarattığı şokun derinliği ABD halkının kendine dair kudret algılamasındaki keskin fay kırılması üzerinden anlaşılabilir. ABD’nin kendi imgesine dair kadiri mutlaklık (omnipotence) ve dokunulamazlık üzerine kurulu örgütleyici fantezi büyük bir darbe almış ve sonuç olarak ABD yönetiminin tez elden bu yarayı sarması, darbeyi gidermesi gündeme gelmiştir.
KUDRET GÖSTERİSİ OLARAK SAVAŞ
ABD’nin bu kudret sarsıntısını giderme yolunun bir tür savaş olacağı belli olmuştur. II. Bush’a bu konuda hemen yetki verilmiş, Afganistan ilk hedef olarak saptanmış ve operasyon beklentisi içine girilmiştir. ABD yönetimi ve medyası, halkı o derece hazırlamış durumdadırlar ki örneğin Üsame Bin Ladin ve adamları bir şekilde yakalansa veya teslim olsalar bile daha yaygın ve kanlı bir misilleme yapılmadan halkı tatmin etmek zor olacaktır. Misilleme yapılmasına neden olduğu söylenen eylemin kendisinin de zaten ABD’nin yaptıklarına bir misilleme olduğunu anlatabilmek de yaratılan hava içinde oldukça zordur. Şimdiden bellidir ki bir şekilde savaş çıkacaktır. Belli olmayan süresi ve çapıdır. ABD şu anda operasyon planları yapmakla ve bu operasyonda elini tek başına pisletmek zorunda kalmamak için koalisyon kurmakla meşgûldür.
Böyle bir savaşın ne kadar yıkıcı olacağı ve ABD’ye ve genel olarak Batı/Kuzey dünyasına yönelik çaresizlik/nefret duygularını oldukça arttıracağı ve yeni intihar misillemelerine yol açacağı tahmin edilebilir. Yine böyle bir savaşta ABD’nin yalnızca “terörist yakalamakla” yetinmeyeceği ve gitmişken birçok ülkeye yeni bir çeki düzen vermek isteyeceği de görülebilir. Şimdiye kadar bir sürü ülkede yaptığı operasyonlarda/müdahalelerde züccaciye dükkanına girmiş fil misali etrafı harap eden ABD’nin yine bu geleneğini sürdürerek birçok ülkede (örneğin Pakistan) yeni istikrarsızlıklar ve kaos ortamı yaratması da çok muhtemeldir. Bütün bunlar ne denli tehlikeli bir dönemeçte olduğumuzu yeterince açıklıkla gösteriyor.
Bugün savaşın başlamasını engellemek, başlamışsa da durdurulmasına çalışmak için geniş bir barış hareketini kurma günüdür. Savaş tamtamlarına karşı direniş, ABD’nin dünyaya empoze etmeye çalıştığı “savaşa hayır diyen terörden yanadır” ikilemine hiçbir prim vermeden, ABD ve müttefiklerinin ikiyüzlülüklerini israrla ve yüksek sesle deşifre ederek, terör eylemcileri ve devlet görevlileri dahil insan haklarını ihlâl eden herkesin uluslararası mahkemelerde yargılanmasını savunarak, bu yönde ABD’nin kural tanımaz kabadayılığına karşı Birleşmiş Milletler’in demokratikleştirilip, aktif hale getirilmesi için çalışarak ve bu tür terör eylemlerine yol açan kapitalist dünya düzenini eleştirerek yola koyulmalıdır. Kapitalist küreselleşmeye karşı oluşum sürecini yaşayan hareket muhtemeldir ki bu barış hareketinin motoru olacaktır. Bu anlamda Körfez Savaşı dönemine göre daha umutlu olabiliriz. Sonucunu şimdiden kestiremesek de, bu savaş sürecinde, kudret yaralanmasını tamir peşinde olan ABD’nin kudretinin umduğunun aksine daha da sorgulanır olacağını ve ABD içinde de muhalif seslerin zaman içinde daha gür çıkacağını bekleyebiliriz.
Olaydan on gün sonra, 21 Eylül günü New York’ta yaklaşık beş bin kişiyle birlikte katıldığımız savaş-karşıtı yürüyüş/mitingde tanık olduğumuz canlılık/kararlılık, o hafta sonu ABD’nin değişik yerlerinde 70 küsur savaş-karşıtı eylemin gerçekleştirilmiş olması ve internet üzerinden imzalanan savaş karşıtı bir dilekçenin[8] bir hafta içinde 500 bin imzaya ulaşması şimdilik mütevazi bir umuda işaret ediyor. Bu umudun mütevazilikten çıkıp iddialı hale gelmesi ise, ilk önce küreselleşmesinden geçiyor. Türkiye için de gerek muhtemel savaş bölgelerine yakınlığı gerekse de bu keşmekeşte kendi iktidarlarını daha kolay ve daha uzun sürdürebileceklerinin kokusunu almış yerleşik müesses nizam güçlerinin gayretkeşliği nedeniyle endişe sahibi olmak için yeterince neden var.
SONSÖZ
“Amerikan rüyası” denilen şey, önce Amerika yerlilerinin, sonra köleleştirilmiş siyahların, daha yakın zamanlarda da Üçüncü Dünya (ya da “Güney”) ülkelerinin kabusu üzerine kurulmuştu. Şimdi kabus bumerang gibi gelip müsebbibini vuruyor, onun da kabusu oluyor. Dünyayı saracak ve yakacak olan bir kabuslar kısır döngüsü mü yaşayacağız, yoksa ABD ve müttefikleri rüyalarından uyanarak kendilerine bakıp dünya çapında yarattıkları felaketlerin farkına varabilecekler mi? Bu felaketlerin yaratmış olduğu yeni kıyım odaklarıyla başedebilecek miyiz? Evet dünya yeni bir dönemece giriyor. Bu dönemeçte herkes gibi solun da önünde yeni zorluklar ve yeni imkânlar var. “Kabus üretmeyen bir dünya” tasarımı, küresel bir sol/sosyalist hareketin, daha geniş bir barış hareketiyle birlikte, sahne almasını bekliyor.
[1] CNN’nin defalarca yayımladığı “ABD’deki saldırıları kutlama gösterisi yapan Filistinliler” görüntülerinin aslında 1991 yılındaki “Körfez Savaşı” dönemine ait olduğu sonradan iddia edildi ancak bu iddianın doğru olup olmadığı bu yazı bitirildiğinde hâlâ meçhuldu. Ama iddia yanlış olsa bile, az sayıda Filistinlinin yapmış olduğu bu eylemin sanki bütün Filistinliler sokaklara çıkıp bu saldırıları kutluyormuş gibi defalarca ekranlara getirilerek neye hizmet edildiği gayet meşrû bir soru.
[2] Son yıllarda ABD’ye göç etmiş milyonlarca insanın önemlice bir kesimini dünyadaki savaş bölgelerinden canlarını ve sağlıklarını kurtarmak için kaçmış yasal ya da yasadışı mülteciler oluşturuyor. New York ise Los Angelos ile birlikte ABD’nin en geniş mülteci nüfüsuna sahip kenti. Birkaç yıl önce New York’taki Bellevue Hastanesi’nde yapılmış pilot bir çalışmada, hastanenin genel polikliniğine herhangi bir sağlık problemiyle başvuran ve doğum yeri ABD’den başka bir ülke olan insanlar arasında (ki bu New York nüfüsunun %30’u demek) doğrudan işkence mağduru olanların oranı %8 olarak bulunmuştu. Buna savaş mağdurlarını ve mağdur yakınlarını da eklediğimizde ortaya oldukça büyük bir rakam çıkıyor. Klinik gözlemlerimiz de, DTM trajedisinin dolaylı olarak bu daha önceden savaş/işkence nedeniyle travmatize edilmiş kitle üzerinde oldukça olumsuz psikolojik etkileri olduğunu ortaya koyuyor. Savaştan/işkenceden kaçılarak sığınılan bir ülkede birdenbire savaş tamtamları çalınmaya başlanıyor. Bu kesimde endişe dorukta ve toplum içinde aktif ol(a)masalar da savaşa en çok karşı çıkanların bu insanlar olduğu söylenebilir.
[3] Bu kesim içerisinde başka bir ayrımdan da söz edilebilir. Şehir-içi şiddetten muzdarip geniş yoksul kitle içerisinde tabiî ki bu şiddetin yeniden üretimine şu ya da bu nedenle (daha çok da hayatta kalmak ve tutunmak amacıyla) katkıda bulunanlar da mevcut ve bu insanların kolayca şiddete varabilen öfkelerini şimdi bir şekilde “yumuşak hedef” haline gelmiş olan Arap/Müslümanlara yöneltmeleri mümkündür. Arap/Müslümanlara karşı ırkçılığın yükseldiği bir ortamda ırkçılıktan şimdiye kadar en çok zarar görmüş kesimlerin içinden bu yeni ırkçılık kervanına katılanların çıkması oldukça acı bir durumdur.
[4] Şu anda New York şehir nüfusunun %30’unun doğum yeri ABD’den başka bir ülke. Buna ana-babası ABD dışında doğanları eklediğimizde bu oran %50’ye çıkıyor. Bu %50’nin içinde dünyanın hemen her ülkesinden ve etnik grubundan gelmiş insanların olduğu düşünülürse, New York kültürel çeşitlilik ve harmanlanma konusunda açık farkla dünyanın en önde gelen şehri. Bu anlamda New York, birkaç büyük şehir dışında, ABD’nin geri kalanıyla neredeyse bir tezat içinde.
[5] Mevcut uluslararası hukuk normlarına göre böyle olup olmaması şu noktada bu yazının derdi değil.
[6] Herhangi bir çözümleme girişimini, mazeret bulma (ve dolayısıyla “terörizme destek”) şeklinde okumak isteyen Ertuğrul Özkök, Gündüz Aktan ve benzerlerinin anlayamadıkları ya da ısrarla anlamak istemedikleri tam da budur.
[7] Ama bu işin altından bambaşka tezgahlar çıkarsa buna da çok şaşırmamak gerekir.
[8] http://www.9-11peace.org/petition.php3