Albay Trautman ve Rambo yaklaşan düşman ordusuna bakarak:
Trautman: Ne yapıyorsunuz?
Rambo: Etraflarını çeviremeyeceğimiz kesin.*
Çekilip, piyasaya sürüldüğü yıllar itibariyle o zamana kadar yapılmış en pahalı film olan Rambo III (ki 63 milyon dolarlık bütçesine, Stallone’nin üstün yeteneğiyle hem senarist hem oyuncu olarak imza attığı filmden aldığı 20 milyon dolar dahil değildi) Tayland’da başlar. Amerikan askerinin gayet iyi bildiği bir coğrafyada yani... Vietnamcılık oynamaktan yorulmuş Johny Rambo elini eteğini bu dünyanın vahşetinden çekmiş, ruhunu arındırmak üzere Budist olmaya karar vermiştir, fakat neden kendi topraklarında Budist olamadığı bizden sır gibi değilse de bir biçimde saklanmaktadır. Bir zamanlar (bkz. Bir önceki ve ondan önceki film) düşmanlarının kaçacak delik aradığı bu zatı muhterem bu sefer karşımıza arada bir şehre inip daha önceki senaryolarda öldürülmesi “bedava ve hattâ gerekli” sebil olarak piyasaya sürülmüş “çekik”lerle! sırf tarikatına tapınak inşa edebilmek için para karşılığında birtakım düşük yoğunluklu çarpışma oyunları oynayan bir iyilik perisi, adeta Mother Teresa’nın önce gym’e, ardından estetik cerraha, ardından solaryuma, ardından da Kırkpınar sahalarına gitmiş, yağlanıp da geri gelmiş bir versiyonu olarak çıkar. Albay Trautman ne yapıp etmiş Rambo’yu bu filantrofi trofi kokan egzotik yerde kendisine yeni bir “mission impossible” teklif etmek üzere bulmuştur. Afganistan’daki Sovyet işgâline karşı direnebilmeleri için aslan, kaplan, çok cesur, gözüpek mücahitlere Stinger füzesi ulaştırabilmeleri (lütfen unutmayınız satmaları diye okuyunuz) için gizli bir operasyon gerekmektedir. Trautman, Rambo’yu bu savaşın öteki (Vietnam) savaşlara benzemediği bunun iyi bir savaş(!) olduğu yönünde ikna etmeye çalışsa da Rambo hepimizin gözü kapalı taklit edebileceği tarzı ve devrik bakışlarıyla “benim savaşım bitti” der. Ancak film bu noktada bitemeyeceği ve daha en az bir buçuk saat kadar uçan sığınaklar, patlayan bombalar, arada ne gereği varsa Rambo’ya hayran olması gereken Afgan çocuğuyla kendimizi özdeşleştirmemiz (sanırsınız ki senaryonun o noktasında masa üzerinde duran notları Spielberg gelmiş çalmış ille de ağlayalım diye bir çocuk çiziktirmiş gibidir) ve bu arada “bu filme niye para verdik?” diye kara kara düşünmemiz gerekmektedir. O yüzden artık senaristlerden hangisinin dehasıyla olduğu bilinmez, Trautman kaçırılır. Hiçbir filminde tutarlı bir karakter olmayı bilememiş Rambo, daha iki dakika önce homurdandığı sözden döner: Söz konusu olan vallahi de billahi de Amerika’nın bölgedeki kârları vb. değildir, zira senaristlerimizin tarih bilgisi o kadarına yetmemektedir. Johnny’nin tek derdi Trautman’ı düşman elinden kurtarmaktır. İşte bu yüzden yanına sevgili ve yılmaz Afgan mücahitlerini de katarak Ruslara (Albay Zaysen) karşı tek kişilik bir savaş açar.
Film boyunca mücahitler yere göğe koyulamazlar, idealize etmek sözü bile yer yer yetersiz kalmaktadır ve tahmin edilebileceği gibi adları da öyle “terörist” filan değil basbayağı “özgürlük savaşçısı”dır. Barbar ve uygarlığa karşı olan Ruslardır. Tarihi bir tesadüfle mi yoksa her daim devletle yakın ilişkisi olmuş büyük stüdyoların aldığı tüyolardan mı bilinmez, Afganistan diye İsrail’de çekilmiş, çoğunlukla İsraillilerin Afgan mücahitlerini oynadığı film Rusların Afganistan’dan çekildiği aylarda piyasaya sürülmüş, yine aynı yıl (1988) Amerika dışından milyonlarca dolar getirmiş, epeyce bir dolara (190 milyon) dostun düşmanın kim olduğu bütün dünyaya bir iyice belletilmiştir. Amerikan tarihini neredeyse bir gölge keskinliğinde ve sadakatinde takip eden Rambo serisinin dördüncüsü neden Vietnam’ı ziyaret eden “muhteşem çocuk, Amerika’nın kendi beyaz yüreği siyah” başkanı Bill Clinton’ı izleyerek eski topraklara dönen Rambo teması etrafında çekilmemiştir, anlamak mümkün değil. Ancak bu sefer, daha önce savaştığı yerlere iyilik meleği şeklinde dönmeyi adet edinmiş Rambo’nun teorik olarak Rusya’ya dönüp hattâ dönmek fiilinin hakkını verip komünist olup tarihin bu noktasındaki barbarlara karşı savaşması da gerekmektedir.
OLAĞAN ŞÜPHELİLER
İçinde 91 milyon dolarlık kokain bulunan, Los Angeles’in güneyinde, San Pedro’da bir limana demirlemiş bir tekne gecenin orta yerinde aniden patlar. Birkaç saat içinde tekneden sadece su üzerinde yüzen artıklar kalmıştır, bir de 27 ölü. Garip de olsa, patlamadan iki kişi kurtulur. Ağır yanıkları nedeniyle yaşayıp yaşamayacağı henüz belli olmayan bir gangster ile Roger “Verbal” (Lafazan/Geveze) Kint. Kint’i sorgulama görevi bir Gümrük Polisi’ne düşer. Anlattıklarının gerçek mi yoksa kurgu mu olduğunu anlayamayacağımız (ki eğer gerçekse yönetmen ciddi ciddi izleyiciyle filmin yarısından itibaren dalga geçmektedir) Lafazan, 6 hafta önce olmuş bir olayı anlatmaya başlar. Daha önceden çeşitli suçlar işlemiş beş kişi bir kamyon dolusu silâh parçası kaçırmaları nedeniyle gözaltına alınırlar. Gözaltına alınmış ve sorguya tâbi tutulmuş olmalarının tek nedeni daha önceden suçlu olmalarıdır, zira bu sefer polisin elinde suçlarını sabitleyecek pek de bir kanıt yoktur aslında. Ertesi gün salınırlar.
Birbirine tamamiyle yabancı olan bu cinai kafaları birleştiren bir tek şey vardır. Kayser Şoze: Gözü dönmüş herhangi bir caninin bile adını duyduğunda kanının akmaktan vazgeçeceği adam yani... Kayser’in etrafında bir plan yaparlar. Ancak şimdi Kayser Şoze’yi tarif edebilecek tek kişi olan gangster de neredeyse ölmek üzeredir. FBI için çalışan bir robot resim çizeri ressamı Macar gangsterin ağzından ölmeden önce hiç değilse bir iki detay daha alabilmek için uğraşıp didinirken, Lafazan, Gümrük Polisi’nin ofisinde oturmuş kendisini oraya getirmiş olayları anlatmaktadır.
Soruşturma çok zorlu geçer. Sonunda Kint pes eder, itiraf etmek zorunda kalır. Akıllı ve parlak zekalı Gümrük Polisi düşük sınıftan gelme patetik ve yarım akıllı! bir suçluyu beklenebileceği üzere altetmiştir...
Ya da altettiğini zannetmektedir...
MASUMİYET ÇAĞI’NIN SONU MU?
Edith Wharton’un 1924, 1934, 1993 yıllarında sırasıyla Wesley Ruggles, Philip Moeller ve Martin Scorcese tarafından aynı adla üç kez beyaz perdeye uyarlanan Masumiyet Çağı adlı romanını okumadım, filmlerden ise sadece Scorcese’nin versiyonunu seyrettim. Masum kalmak için kimi dünyevi baştan çıkarıcı fikir ya da kişileri mümkün olduğunca gözardı etmek, gerekirse unutmak ve o duygulara ya da hatırlamalara yolaçan şeyler/kişiler her neyse/kimse hiçbir zaman var/olmamış gibi yapmak gerektiği fikri etrafında dönen hikâye salt Amerikan kamuoyunun değil ulusal tarihleri, çok kimsenin ölmediği zaferler, kan dökülse de “şanlı tarih uğruna” feda olsun diye geçiştirilen deneyimlerle bezeli bembeyaz ve masum düşlerinin bir simgesi adeta[1]
Hattâ o kadar ki Dünya Ticaret Merkezi’ne uçaklar çarptıktan sonra olayların travmatik havasına iyiden iyiye kaptıran televizyon yorumcularından biri muhtemelen bu çeşit bir masumiyetin sona erdiğine işaret edercesine “İkiz kulelere çarpan ilk uçakla birlikte Amerika bekaretini yitirdi” cümlesini ağzından kaçırıverdi.[2] DTM, Pentagon ve Pittsburgh’a çakılan uçakları kim koordine ettiyse etsin kesin olan bir şey var. Geçen yüzyılda verilen savaşlardan en büyüğü ve belki de “yurtseverlik”, “milliyetçilik” ekseninde geriye doğru döndürülmesi en zor olanı “kollektif hafızalarımız” üzerine verilen savaş olmuş. Üstelik bizzat bu terör olayının kendiliğinden ve neredeyse hiç tartışılmadan olduğu gibi kabul edilen yan ürünleri olan/olacak yasalar nedeniyle bu hafıza talanının alanının genişlemesi de mümkün. ABD’nin yöntemleri içeride de dışarıda da kimi parmakla gösterip günah keçisi yapacaklarına sanki olay daha olmadan karar vermiş gibi oldukları için bu olayın gelecek 10 yılda nasıl hatırlanacağı da şu anda çeşitli sivil kuruluşların en azından toplumsal hafızanın bu noktadan sonraki şekillenişinde söz sahibi olmak için meydanı boş bırakmamaya çalışmalarındaki inatçılık oranında belli olacak.
Dışarıdaki “olağan şüphelilerin” ve hattâ hikâyeyi bize anlatacak Lafazan kişilerin de kimler olduğu ilk anlardan itibaren son derece belliyken özellikle Türkiye basınında Amerika’nın içindeki “olağan şüphelilerin” veya hedefin kim ya da kimler olduğu konusunda pek yayın yapılmadı sanırım.[3] İçerideki hedefler derken, sorumsuz siyasetçiler ve basın yayın organları sayesinde hedef tahtası haline gelmiş olan “Arap” ya da “Müslüman” görünümlü (artık bu da ne demekse?) insanları kastetmiyorum. Dışarıdaki olağan şüpheliler çoğunlukla siyaset hayatlarına CIA’in neredeyse bir “yaratık”ı olarak başlayıp kontrolden çıkmış olanlarsa içerideki olağan şüpheliler de elbette bu çeşit ilişkilerin şeffaflaşması gerektiğini savunanlar olacaktı. Muhafazakâr ve her daim savaş ekonomisiyle tavana vurmuş bir düşünsel geleneğin kurban bulma, bulamadığı yerde ise eskiden kafasına taktığı yasa, kişi ve kurumları olayın içine çekip kurban yaratmakta her zamanki gibi üstüne yoktu. Daha kesin bir hedef koymak gerekiyorsa “Haklar Yasası” tam da böyle bir iç olağan şüpheli adayı olmak için biçilmiş kaftandı. Clinton’lu yılların yüzkarası yasalarından Anti Terör Yasası uyarınca örneğin ülke içindeki Filistinliler, yargıya intikal bile ettirilmeden yakalanıp sınırdışı edilebileceklerdi. Amerikan radikal düşüncesinin son derece renkli zine’lerinden Counterpunch’un editörleri Cockburn ve St. Clair, olaylardan yaklaşık bir hafta kadar önce FBI’ın Teksas temelli ve Müslüman gruplara web servisi veren Infocom’u keyfî bir biçimde kapatmasını böyle bir trendin zaten hali hazırda başlamış olmasına yoruyorlardı.[4] Hattâ bu karmaşa ortamında gemi iyice azıya almış olan birtakım terör uzmanları bu saldırıları Amerika4’nın demokrat olmasına bağlıyor, böylece bir taşla birden fazla kuş vurma konusundaki yeteneklerini bir kez daha sergiliyorlardı. Daha az demokrasi; daha fazla yurtiçi istihbarat, bireysel ve toplumsal özgürlüklerin kısıtlanması,[5] etnik profilleme ve ayrımcılık ve daha pek çok anlama geliyor olabilirdi. Zaten mesele de buydu. Tam olarak ne demeye çalıştıklarını söylemiyorlardı en başta... Birkaç gün sonra iyice agresifleşip içerideki suçluların kimler olduğunu açık açık telaffuz etmeye başladılar. Gayler, feministler, radikaller, yeşiller, yani nasıl diyorlar, that same old folks! bir nevi. İşin daha da bir ilginç tarafı, bu ağızlarını her açtıklarında gergin yüzleri daha da bir gerilen kuntluk abidesi muhafazakâr zati muhteremlerin en başı George Bush ilk konuşmasında da sonrakilerde de “Bu sabah (ya da 11 Eylül’de) yüzsüz korkağın biri[6] özgürlüğümüze (ya da sadece özgürlüğe - ki özgürlük deyince bu sadece Amerika’nın tekelinde olan bir şey olduğu için o özgürlük deyince biz ondan kendi özgürlüğümüzü de Amerika’nınkini de hattâ bütün dünyanın özgürlüğünü de anlamalıydık) saldırdı” deyip duruyordu.
Değişik bir yorum ya da ses çıktığı anda biz Türkiyelilere vatan hasreti çektirmeyecek yorumlar hiç eksilmedi. New York’u New York yapan ve bu olan biteni nispeten de olsa sakinlikle anlatmaya ve mümkün olduğunca farklılıklara duyarlı olmaya çalışan New Yorklunun, yüzkarası New York Post gazetesi özellikle bu alışılagelmedik yorumlara son derece bilindik ve düzeysiz tepkiler veriyordu. Örneğin olayın olduğu ilk günden itibaren insan gibi (yani ağlayarak, gülerek, kızarak, dalıp giderek) program sunmayı profesyonelliğe yedirmeyi becermiş, “bizi kıskanıyorlar da onun için böyle oluyor” saçmalıklarına prim vermemiş ve örneğin Hannan Ashrawi’nin de içinde bulunduğu Arap asıllı Amerikalı veyahut başka ülkelerin vatandaşı Arap gazetecilerin seslerini duyurmalarına aracılık etmiş Peter Jennings’in 20 sene önce ABC muhabiri olarak Beyrut’ta birlikte olduğu tek Filistinli kadının Hannan Ashrawi olmadığı iddiasını son derece uygunsuz bir dille anlatabilecek kadar yozlaşıyordu. Peter Jennings de susması gerekenlere söz verdiği için “özgürlüğe” saldıran “Arap piçlerinin” yanında yer alıyordu dolayısıyla.
Soruşturmanın başından bu yana bir türlü birbirine oturmayan hep bir eksiği gediği olan parçaların niye birleşmediğini sormaksa artık “millî güvenlik” meselesi olduğundan, sorumlu kişiler gazetecilere “elbette soracaksınız, bu sizin göreviniz ama yanıt vermemek de benim görevim” diyebiliyorlardı açık açık. Böylece gerçeği aramanın kendisi yine her zaman olduğu gibi siyaset yapmanın ana sorunlarından biri haline geliyor, gerçeğe ulaşma isteğinizin yorgunluğuna bağlı olarak da bizden mi onlardan mı olduğunuza karar veriyorduk.
Neyin mit neyin gerçeğin kendisi olduğunun ayrımına varmanın iyiden iyiye zorlaştığı durumlar şüphesiz tarihte başımıza ilk kez gelmiyor. Ancak bu seferkinde çok basit ve önemli detaylar bile bir süre sonra üzerinde durulmaz hale getiriliyor. Örneğin Pittsburgh’a düşen uçağın parçalarının enkazın 8 mil açığına kadar yayılmış olmasını açıklamıyor olmalarını hemen unutuverdiler, çünkü görünen o ki şimdilik “uçaktan birilerinin aradığı ve uçaktaki saldırganlara karşı mücadele verilirken uçağın kontrolden çıktığı” hikâyesi daha faydalı bir eser. Herkesin okuması ve inanması gerekiyor. Zira devlet patlattıysa meşrûdur işte o kadardır yani...
BİRKAÇ ÇÜRÜK ELMA
Ulus-devlet olunca meşrû, örgütler olunca gayrimeşrû olan şiddet araçları kullanımıyken hazır konumuz, biraz hafıza tazeleyelim. Amerika’daki sivil toplum kuruluşlarının, ’90’ların ikinci yarısında, “silâh üretimini toptan engelleyemiyoruz, hiç değilse kime satıldığına müdahale edelim” diye zorlayarak çıkardıkları Leahy Yasası var; dönemin senatörlerinden Patrick Leahy’nin ismini taşıyor. Yasa, ABD’nin, karnesindeki insan hakları notu düşük olduğu konusunda yeterli kanıt olan güvenlik kuvvetlerine silâh yardımı, lojistik destek ve silâh satışında bulunmasını engelliyor güya... Güya diyorum zira http://www.amnesty-usa.org/stoparms/countries.html adresine baktığınızda her biri birer insan hakları savunma havarisi! olan onlarca ülkenin silâh yardımı aldığını göreceksiniz ve evet Afganistan da aralarında. Leahy’e karşı olanların en büyük argümanı, “birkaç çürük elma” yüzünden bütün bir ülkeyi savunmasız bırakmanın doğru olmayacağı ve eğer ülkeler birkaç münferit! vakayı izole edip cezalandıracaklarını söylerlerse silâh yardımına devam edilmesiydi. Ancak zaten Leahy Yasası’nın 2000 mali yılı 8100. kısmının (a) maddesi kısıtlıyorken (c) maddesi insan hakları ihlâlleri göğe ulaşsa da “olağanüstü durumlar” halinde yine de silâh satımı gerçekleştirebileceklerini söylüyor. Hani olmaz ama, sol yeniden yükselecek olsa bu olağanüstü durum sayılır mı mesela?
BİR ZAMANLAR AMERİKA
11 Eylül günü sabaha karşı iki civarında bir durak önce DTM Cortland Caddesi yerine Chambers’da inip, gecenin ve New York’un mekanik şehir sesini dinlemek için azametinin altında gözlerimi kocaman açıp yürüdüğüm sokakların, köşe taşlarının hiçbiri yok artık. O sokakları sokak, taşları taş, ışıkları ışık, yaşamları yaşam yapan insanların çok önemli bir bölümü de yok. Geçirdiğimiz mutlu/mutsuz günler esnasında çekilmiş fotoğraflarda kaldı her şey. Bir de daha önceki cumartesi izledikten sonra heyecanla eve dönüp notlamaya başladığım Ric Burns’un toplamda 14.5 saatlik belgeselinde belki. Artık bizim evden Manhattan’a yaklaşık 8 dakikada gittiğimiz bir path trenimiz ve o trenlerde kimi zaman güle oynaya kimi zaman uyuya uyuya kimi zaman sabırsızlanarak beraber yolculuk ettiğimiz, güldüğümüz, bazen beğeniyle bazen acayip kıyafetleri nedeniyle garipseyerek bakındığımız, okudukları kitapların ilginç olup olmadığını sorduğumuz insanların pek çoğu yok artık. Yokluklarını henüz anlamıyoruz, trenlerimiz çok kalabalıklaştı, ancak her şey düzene girdiğinde her sabah rastladığımız ve aynı koltuğa aynı vagona binmeye çalışan kimi insanların orada olmadığını anlayacağız. Okula gitmek için evden çıktığımda yürüdüğüm yolda ya da uzaktan bindiğim bir takside taksici beni doğru yere mi götürüyor diye kontrol ettiğim ikiz kuleler yok artık. Ne büyük bir şevkle ve emekle ve parayla kuruyorlar bu şehri. Yıkılışı da kuruluşu gibi “nereden geliyor bu değirmenin suyu? Ve kimin işine gelir ki kesmesi?” sorusuna götürmüyor bizi bir çırpıda... Öyle ya, önce yanıp dövünmemizi istiyor şimdilik medya, yanıp dövüneceğiz ve onlar sormadığı sürece de aklımıza gelen soruları sormayacağız. Onun da kendi öncelikleri var. Tepki yakın bir arkadaşımın çalıştığı işyerinin en üst katındaki fitness merkezinde hiçbir şey olmamış gibi günlük sporunu yapmaya devam eden kadının “I have my own priorities” (benim kendi önceliklerim var) dediği gibi...
Gelen telefonlardan, internet mesajlarından ve kendi televizyona yapışmışlığımızdan sıyrılıp “bir zamanlar ikiz kulelerin” tam karşısında bulunan New Jersey Limanı’na kendimizi atmamız epey zaman alıyor. Olaydan yaklaşık yarım saat sonra karşı kıyıya botlarla adam taşıyabilecek örgütlenme bilincine sahip olmalarına mı, yoksa inanılmaz derecede sakin oluşlarına mı şaşalım bilemiyoruz. Hudson Nehri’nin bu tarafında ikinci bir Fransız merkezi kurup Manhattan’ın yükünü biraz hafifletmeye çalışan dev uluslararası şirketlerin alt katları “kurtarma merkezleri” haline bu kadar mı çabuk dönüştürülür?
Sandalyeler, masalar, sıra sıra telefonlar, üstleri başları toz duman ve cam patlağı dolu insanlar, ağlayan çocuklar, çeşit çeşit yaş gruplarına göre özenle ayrılmış kavanoz kavanoz çocuk mamaları, biberonlar, süt kartonları, buz kovaları, portakal suları, muzlar, su şişeleri, plastik bardaklar buraya ne zaman yağdı? Nasıl bu kadar düzenli bir biçimde kullanıma sunuldu... Bu “meseleye hakimiyeti” ve “sakinliği” nedeniyle insanda hayranlık/şaşkınlık karışımı hisler uyandıran ülkenin hücrelerine işlemiş savaş endüstrisi mi yani bütün bu koordinasyonu sağlamaktaki hünerlerini geliştirmiş olan? İnanılmaz bir sükûnet ve dayanışma içinde hareket ediyorlar. Hastanelerin ve ambulansların önü kan vermek için sıraya girmiş insanlarla dolup taşıyor ama olayın olduğu yerin dışında yan yollar, ana yollar şehre giriş çıkışta hiçbir panikleme hiçbir tekleme yok. Bir şehir trafiği nasıl böyle dakikalar içinde kontrole alınıp şehir boşaltılabiliyor? “Amerika batıyor, göçtü, düşüyor” diye “üzüntüyle karıştırmaya çalışsalar da sevinç”lerini gizleyemeyenlerin rüyalarında bile göremeyecekleri acayip bir örgütlülük var her iki eyalette de. Tabiî bu, yine de nasıl olup da tongaya bastıkları, kulelerin nasıl uyuduğu, Pentagon’un nasıl uyuyabildiği sorularına yanıt teşkil etmiyor.
İnsanların çoğu çok moralsiz, konuşmak bile istemiyorlar haliyle. Bizimle konuşacak birilerini bulmak epey zor oluyor. Zaten kendim de dahil diğer insanlardaki “yaşama ve işine devam etme” güdüsü ve bilincine sinir, sinir, sinir oluyorum. Kendimi et derdinde bir kasapmışım gibi hissediyorum ve esas işi bu olan savaş muhabirlerinin bu duyguyla nasıl başettiklerini samimi bir biçimde merak ediyorum.
“İlerideki binayı görüyor musunuz? diye soruyor otuzların sonunda bir adam... DTM’nin hemen önünde kalan ve nasıl yıkılmadığına kendilerinin de şaşırdığı ayrı ayrı beton blokların üst üste konulmasıyla yapılmış apartmandan komşusuyla birlikte kaçmışlar. “İşte orada oturuyoruz ve evet gördük.” Gördük deyince neyi gördüklerini o kadar iyi biliyoruz ki, anlattıklarını bir de buraya almayı lüzumsuz buluyorum.
Küçük bir grup oluşuyor etrafımızda, insanlardan çeşit çeşit görüşler yükseliyor. Genelde Amerika’nın isterse Saddam’ı da Üsama bin Ladin’i de yakalayabilecek istihbarat ve silâh gücüne sahip olduğunu ama bunu yapmadığını düşünen bir grubun içine düşmüşüm... Konuştuğumuz insanların New Yorklu olduğunu ve bunların da ortalama Amerikalı’ya göre dünya meseleleri hakkında çok daha fazla bilgisi görgüsü olduğunu unutmadan okuyun derim yine de... Muhtemelen Amerika’nın başka yerlerinde “Irak’a, Afganistan’a girelim, şimdi girelim” diye tutturmuş binler vardır. Kulaklarının içine kadar kalıntı girmiş aynı adam ve saçlarının arasından cam patlakları görünen ve her yanı kir pas içindeki kadın ilginç bir şey söylüyorlar: “Bu sabah DTM’nin altından herhangi bir şey, bir kahve bile almış olan bir insanın elindeki satış fişi, bir zaman sonra müzayede malzemesi haline gelecek.” Gözlemin keskinliğine mi, yoksa ortalık bir savaş alanı gibiyken bunun bu kadar uluorta telaffuz edilmesine mi şaşırayım bilmiyorum. Susuyorum. Derken bir bot daha geliyor, kurtarma görevlilerince yaralılar indiriliyor. Ancak onlar indirilmeden önce polis koridoru arkaya çekiliyor. Herkes son derece uyumlu, polis dahil son derece sevecen, son derece anlayışlı... Yüksek çıkan bir ses, bir bağırtı, bir haykırma yok. En azından bu yakada...
DESENTIZATION YA DA ŞİDDETİ KANIKSATMAK
Bu yazıyı yazmaya ilk teşebbüs ettiğimde sabah olan olayların benden iki km. bile uzakta olmamasına ve dumanları görmeme rağmen nasıl sanki yıllar önce olmuş gibi algıladığımın sırrını çözemiyorum. Déjà vu gibi değil, başka bir şey. Kafamın içine, binalardan uçuşan kâğıtlar, dosyalar, insan parçaları gibi doluşan görüntülerin bunca üst üste gösterilmesinde insanın duygularını keskinleştiren ama aynı zamanda insanlığından silen bir taraf var. Kanıksamak. 20 yüzyıl bizi şaşırtan bir yüzyıl oldu. 21. yüzyılsa şaşırmayı unuttuğumuz, kanıksamayı öğrendiğimiz bir yüzyıl olarak başladı... Geçen yüzyılın sonundan bu yüzyılın başına taşıdığımız duygulardan biri oldu kanıksamak.
Örneğin ikinci uçağın ikinci kuleye girişini ve ABC’nin kullandığı görüntülerde arkada sesi duyulan kadının “oh my gooood, oh my gooood” çığlığının vurgusunu bile taklit edebilecek bir ruh haline gelmem hakkaten gerekiyor muydu? “Bir ülke cinnet toplumu haline nasıl getirilir”in provasını mı yapıyorlardı televizyonda? Ne bekliyorduk ki? Bunlar değil miydi Kosova’dan gelen görüntüleri bir savaş karikatürüne, Körfez’den gelen görüntüleri bir bilgisayar oyununa çeviren. Bunlar değil miydi Oklahoma Olayı diye dünya literatürüne geçmiş meselede Timothy McVeigh’in söylemeye çalıştığının içeriğinden çok idama mahkûmiyetinin magazin tarafıyla bizi “magazinel merak” denilen delilik turunun eşiğinde gezintiye çıkaranlar? Ne diyordu Timothy McVeigh? “Körfez’de bir işimiz yoktu, yanlış yapıyorduk” diyordu, “Amerika’ya dair bütün rüyam yerle bir oldu orada” diyordu. Bunu bir asker söylüyordu, böyle hisseden pek çok asker vardı orada da Vietnam’da da Kosova’da da... Askerleri insanlıktan çıkarmaya çalışan ama yine de bir türlü beceremeyen bir makineyle karşı karşıyaydık ve bunu kanıksamıştık. Dünyanın her yerinde bu böyleydi. Gerekirse kesebilecek, tecavüz edebilecek, etimizden et koparabilecek makineler üreten büyük bir makine. Her ne kadar hakkında bir sürü psikiyatrik açıklama ve saçmalama sarfedilmişse de, McVeigh’in bu söylediklerinde bir gerçeklik payı vardı ve kaynayıp (kaynatılıp) gitmişti. Dünyayı bir bilgisayar oyununa yahut bir film setine çevirmiş olanların bu noktada samimiyetle şaşıracakları bir şey var mıdır hakikaten? İşte aynı o oyundaki gibi, uçaklar bir şehrin üstünde uçmaktadır, gerekli hamleleri yap(a)mazsan çakılırsın...
BİR DÜŞTEN UYANMAK
Bir yangın yerinde yaşadığımızın her an farkında olup da adeta Edward Munch’un Çığlık tablosundaki ruh halinde dolanan insanların pek çoğu bütün bunları defalarca söylemeye çalıştılar. Türlü biçimlerde, aktif pasif, şiddetli şiddetsiz eylemlerle... Şimdi medyanın “teröristleeer” diye atlamasında bir gariplik yok mu? Dünyanın en büyük ve en organize terörize edici örgütleri (mahsus terör demedim) tarafından yönetilen bir ekonomik durum varken üstelik. Şaka mı yani? Bu olaylar esnasında bir kez Unical’in ismini duyduk mu? Bir kez petrolden konuşuldu mu? Bir kez petrol lobisinin ihtiyaçlarından, silâh endüstrisinin ihtiyaçlarından, uyuşturucu tüccarlarının ihtiyaçlarından. Olayın ilk gününden beri sanki bütün ekonomi stok marketlerden ibaretmiş sanki ekonomi dediğimiz şey her neyse artık onun bütün bu siyasetlerden bağımsız bir akışı varmış gibi yapıp bütün ekonomi analizi sınavlarından “dağılımcı/dağıtımcı adalet” “kuzey güney dengeleri” filan gibi akademinin alanında kalsa iyi olacak konular konuşulmadan geçmek mümkün oldu.
Hafıza-ı beşer nisyan ile malüldür zira bütün hatırlayışlar özellikle de unutulmak istenenler acıklı olur. Algıda seçicilik olduğu gibi hatırlayışta da seçicilik vardır, unutuşta da... Koskoca kıtayı ve beraberinde dünyayı bir ucundan öteki ucuna birkaç saatte kateden milyonlarca insanın unuttuğu bir şey vardı: Uçak bir savaş aleti olarak geliştirilmişti. Nokta. Kullandığımız bütün aletler gibi savaş araç gerecinin de derilerine işlemiş bir tarih vardır ve bu alete içkin bir üretim ilişkileri bütünü.
Bütün dünya yekvücut bir halde bir savaş meydanına dönmüyormuş gibi yapıp, beynimizin bunu hatırlatacak yanını neredeyse uyuşturup, her sabah nasılsa bir devletin, önemli değil hangisi olduğu, o, şu, bu devletin bizi koruyabileceği uykusuna yatmıştık, uyandırıldık.
(*) Colonel Trautman and Rambo stand alone facing an enemy army:
Truatman: What do we do?
Rambo: Well, surrounding them’s out.
Stallone, Sylvester ve Sheldon Lettich,
Rambo III: Orijinal Senaryo, 1988.
[1] ‘Ulus devletten konuşma’nın onsuz eksik kalacağı Ernest Renan da bu minvalde şeyler söyler bir ders sunuşu olarak hazırladığı “Millet nedir?” adlı uzun denemesinde. Masumiyetin kurulması ancak yeteri kadar unutuşla mümkündür. Ulusları ulus yapan şey kutlayacakları bayramları ya da ritüelleri hatırlamak değil aynı zamanda ortak belleklerinden silmeleri gereken şeyleri unutmaktır.
[2] Prashad, Vijad. “War Against the Planet,” www.counterpunch.org, 13 Eylül 2001.
[3] Türk basınını günü gününe takip etmeye çalıştıysam da gözümden kaçmış olabilir.
[4] Cockburn, Alexander ve Jeffrey St. Clair. “Flying Bombs: Who Saw it Coming?,” www.counterpunch.org, 11 Eylül 2001.
[5] Ki zaten olayın üzerinden birkaç saat geçtikten sonra FBI internet servis sunucularına, sistemlerine “carnivore system” (avcı system?) denilen, sunucular üzerinden anahtar kelime tarayan sistemi kurmak zorunda olduklarını bildirdi. Böylece söz konusu internet servis sunucularından hizmet alan insanların e-mailleri kendilerinin bilgileri dahilinde olmadan taranır hale geldi. Bireysel olanı yücelttiği düşünülen internet demokrasisi ve direkt demokrasi hayallerine de en azından şimdilik ara verildi. Ancak yine de meraklısının steganography denilen bir sistemle dijitalize edilmiş bir bilgiyi, bir belgeyi bir resim ya da video dosyasının içine gömerek/gizleyerek gönderebiliyor olduğunu ekleyeyim.
[6] Yine Cockburn ve St Clair’in aynı makalesi okura bu “Yüzsüz korkak” metaforunun, CIA görevlisi George Carver’in 1965 yılında Foreign Affairs dergisine yazdığı ve Güney Vietnam’daki sivillerin işkence edilip öldürülmesini meşrûlaştıran “Yüzsüz Vietkong” adındaki son derece talihsiz yazıyı hatırlatıyor.