Afganistan'da Kurtların Dansı

Uzun bir süredir yalnızca kadınlara ve çocuklara yönelik hak ihlâlleri ile gündeme gelen Taliban rejimi, 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a yapılan saldırılarla uluslararası platformun en önemli konusu olarak yerini aldı. Saldırının hemen arkasından dünya kamuoyu, önce ABD’nin düşmanını belirleme uğraşı ile meşgûl oldu ve ardından zaten potansiyel bir hedef olarak ilk andan itibaren sunulmaya başlanan Üsame bin Ladin’in nasıl yakalanacağı tartışmaları da gündemi meşgûl etmeye başladı. Giderek ABD’nin nereye, ne zaman ve nasıl saldıracağı gibi kısa erimli sorular Bin Ladin’in halen yaşamakta olduğu Afganistan üzerinde yoğunluk kazanırken, düne kadar sadece lanetlenmekle yetinilen Taliban rejiminin kendisi de hedef haline geldi. Oysa bugün bir terör odağı olarak tüm dünyanın dikkatine sunulan Taliban ve dolayısıyla Afganistan’ın hangi tarihsel koşullar içinde ortaya çıktığı, bunun da ötesinde düne kadar varlığını sürdürmesinin hangi uluslararası katkılarla gerçekleştiği ise önemsizleştirildi.

Bugün önemli bir sorun odağı olarak sunulan Afganistan’ın yakın tarihine ve bu bölgedeki farklı devletlerin çıkarlarına ve uluslararası güç dengelerine bakılarak somut yanıtlara ulaşılabilir. Bu çerçevede yakın geçmişle ilgili hemen ilk akla gelen olaylar, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgâli; Afgan direnişi ve savaş; Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekilme kararı alması ve sonrasında Afganistan’da yaşanan iç savaş olmakla birlikte, savaş sürecinde ABD’nin rolü, İran devrimi, köktendinciliğin uluslararası alanda bir ideoloji olarak ortaya çıkışı; bölge devletlerinin -Pakistan, Hindistan, Çin ve İran gibi- bu savaştaki tutumları ve bu tutumların kendi aralarında yarattığı sorunlar, bölgedeki hemen hemen tüm devletleri ilgilendiren Keşmir sorunu ve bu süreçte Sovyetler’in dağılması ve daha sonra da Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın Afganistan sorununa dahil olması, bugünkü Afganistan’ı tanımlayan önemli etkenler olmaktadır. Bütün bunların ötesinde Soğuk Savaş’ın görece “güvenli ve belirgin” ortamının ortadan kalkmasıyla ortaya çıkan “yeni dünya düzeni”nin yarattığı “kaos” ortamında özellikle bu coğrafyada (Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında) Orta Asya petrol ve doğal gazının önem kazanması sürece geneli ilgilendiren bir nitelik kazandırmıştır.

DÜNDEN ÖNCEKİ AFGANİSTAN

Afganistan için yapılacak bir değerlendirmeye 1747 yılında Dürrani kraliyet ailesinin oluşturduğu bir siyasî birlikten söz edilerek başlanabilir. Hemen hemen bugün var olan sınırlarının oluştuğu 1880-1900 arasında Afganistan’ın, Rusya ile (İngiliz sömürgesi) Hindistan arasında çatışmalara neden olduğu belirtilmelidir. Daha sonraki tarihsel süreçte de (İngiltere ve Rusya) devam eden ve özünde her iki devletin güvenlik kaygısı yatan bu çatışmaların, Afganistan’ın bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmasını belirleyen temel etken olduğu, hattâ bu etkenin Afganistan halkının bağımsızlık için verdiği özel bir çabadan çok daha belirleyici olduğu vurgulanabilir. Bu oluşum ile Afganistan’ın özel coğrafyası, daha çok komşu ülke topraklarına yönelen yağmaya, talana dayanan ekonomisi ve toplumsal alanda geleneksel yapının başat olduğu düşünüldüğünde, Kabil yönetimlerinin ülkenin bütününü kapsayan bir otorite kurmakta niye zorlandıkları da daha anlaşılır bir nitelik kazanır. Bu konum nüfusu oluşturan çok sayıda etnik grubun varlığı ile daha karmaşıklaşmakla kalmaz, çoğunluğu oluşturan Peştunlara karşı nüfusun diğer yarısını oluşturan öteki etnik grupların[1] her zaman şüpheyle yaklaşmaları nedeni ile bütünleşmekte sıkıntı yaratan bir çizgi sunar.[2] Dolayısıyla yakın tarihine bakıldığında bile ülke nüfusunun tümünü kapsayan bir Afgan milliyetçiliğinden söz etmek mümkün değildir. Ancak Afganistan’da her zaman önemli bir birleştirici olan bir ögenin din olduğu, özellikle vurgulanmalıdır.

DÜNKÜ AFGANİSTAN

Afganistan uzun bir süre Sovyet etki alanında kabul edilmiş, ancak hiçbir zaman Sovyetler Birliği ile müttefik olmamıştır. 1973’e kadar süren kraliyet yönetimi, 1973’te yapılan bir darbe ile lağvedilmiş ve yerine cumhuriyet kurulmuştur. Bu darbe sonrasında 1975’te Afganistan Devlet Başkanlığına gelen Davud Han, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerini sürdürmeye çalışmakla birlikte, Afgan solunun hükümette etkin bir yer almasını engellemiş, Sovyetler Birliği’nin ülke üzerindeki etkisini azaltmaya çalışarak, İran Şahıyla dolayısıyla da ABD ile yakınlaşmaya çalışan bir politika izlemiştir.[3]

Aynı süreçte Babrak Karmal’ın başını çektiği Perçem hareketi ile Taraki’nin başkanlığındaki Halk hareketi, Haziran 1977’de Davud’a karşı Afganistan Demokratik Halk Partisi (ADHP) bünyesinde bir ittifak oluşturmuştur.

1978’e kadar süren Davud’un bu çizgisi aynı zamanda rejime karşı giderek artan bir muhalefeti üretmiş ve Sovyetler Birliği desteğinde 1978’de yapılan ikinci bir darbeyle ADHP iktidara gelmiştir. Nisan 1978’deki darbenin gerisinde, Davud’un uyguladığı dış politikanın yanı sıra din ve kabile liderlerinden oluşan geleneksel Loya Jirgna’nın (Meclis) toplantıya çağrılarak yeni bir anayasanın oluşturulması çabası ve bu anayasa ile Başkan Davud’un bir sonraki altı yıl için seçimi için onay verilmesinin istenmesinin yanı sıra süre giden siyasî suikastlar ve özellikle de Perçem teorisyenlerinden Mir Ekber Hayber’in Nisan ortalarında öldürülmesi önemli gerekçeler olmuştur.[4]

Nüfusunun ancak %10’unun okuryazar olan[5] ve %90’ı kırsal alanda dinin etkisinde ve kabile yaşantısı süren bir toplumsal yapıda darbeyle iktidara gelen ADHP’nin toplumun çoğunluğunu temsil ettiğini söylemek oldukça zordur. Nitekim, ADHP iktidara geldiği 1978 yılında 5.000’den az üyesi olan ve üye tabanını genellikle kentlilerin ve subayların oluşturduğu küçük bir parti[6] olarak Sovyet yanlısı bir rejim uygulamıştır. Bununla beraber ADHP rejimine karşı muhalefetin hemen değil de, uygulamaya konulan toprak reformu politikası ve özünü okuma yazma oranını arttırma gayreti oluşturan “aydınlanma” projesine tepkilerle ortaya çıktığını söylemek daha doğru olur.[7] Bu tepkiler, 1979’da ortaya çıkan tarıma elverişli topraklardaki %1’lik azalma, tahıl üretimindeki %10’a yakın bir düşüş ve kişi başına gelirde %14’lük gerileme[8] ile daha da derinleşmiştir. Bunun yanı sıra tarım reformunun uygulanması için oluşturulan kooperatifler kâğıt üzerinde kalmış, köylüye kredi verme, gübre ve tohum dağıtma işlevlerini yerine getirememiş, toprağın yeniden dağıtımı öncesinde gerçekte hiçbir şey yapılmamıştır.[9] Reform sürecindeki bu son derece önemli yanlışlar ile büyük toprak sahiplerinin doğal ve geleneksel işlevleri birleşerek, ADHP politikalarının halkla bütünleşmesini engellemiştir.

Öte yandan Afganistan ekonomisinin geleneksel bir parçası olan sınır kaçakçılığına karşı ADHP’nin yürüttüğü savaş, kabilelerin varlıklarını sürdürmesini de sınırlarken,[10] Afgan toplumunun geleneksel yapısının kırılmasını hedefleyen evlilik sözleşmelerinin düzenlenmesi gibi reformlar ADHP’nin desteğini yitirmesine neden olmuş ve ironik bir biçimde yönetime karşı isyanın temel nedenleri oluşmuştur.

Bütün bunlara ek olarak 1978’de darbeden sonra iktidardaki ADHP’nin içindeki ittifakın birkaç ay içinde son bulması ve Halk, Perçem ve Settami-Milli olarak üç gruba bölünmesi süreci hızlandıran önemli bir gelişme olmuştur Karmal’ın başını çektiği Perçem ve Taraki’nin başkanlığındaki Halk’ın yanı sıra üçüncü grup olan Settamı-Milli ise Maoist bir çizgiyi savunmuş ve Çin yanlısı tutumu yüzünden giderek muhalefete çekilmiştir. Darbeden hemen sonra Taraki başkanlığındaki Halk’ın çoğunlukta bulunduğu Devrim Konseyi Kabil’deki önemli askerî birliklerin desteğini sağlayarak, Perçem grubuna karşı harekete geçmiş[11] ve kabine içinde ve dışındaki güçlü milliyetçi ve İslâmcı gruplara karşı operasyonlara başlamıştır.[12] Bu uygulamalar sonucunda Babrak Karmal’ın da içinde bulunduğu Perçem liderleri kendilerini yurtdışında diplomatik pozisyonlarda bulurken, Halk iktidarı çeşitli bürokratlar, güvenlik görevlileri ve yaklaşık 800 üst düzey subayı görevlerinden uzaklaştırmıştır. Bu gelişmeler içinde 1978 boyunca ADHP’de güç kavgası artarak devam etmiştir.

Sonuçta homojen bir parti olmaktan oldukça uzak olan ADHP, bir de ciddi bir muhalefetle karşılaştığında, iktidarın ana gruplarını oluşturan Halk ve Perçem koalisyonu bozulmuş ve rejimi ayakta tutmak güçleşmiştir. Bu gelişmeler karşısında Afganistan devlet başkanlığını yürütmekte olan Halk lideri Amin, Sovyetler Birliği tarafından Eylül ve Aralık 1979 arasında görevinden alınmaya çalışılmış ancak başarılı olunamamıştır.[13] Bunun üzerine Amin kamuoyunun önünde Sovyetler Birliği’ni Eylül olaylarından sorumlu tutmuş, Pakistan ve ABD’den destek almaya yönelmiştir. Bu tutum, İran’daki gelişmeler de göz önüne alındığında, güney sınırlarında Sovyet karşıtı ve köktendinci eğilimleri ağır basan rejimlerin hâkim olması anlamına gelen Sovyetler Birliği için kabul edilemez bir tablo oluşturmuştur.[14] Sovyetler Birliği açısından bir diğer sıkıntı ise özellikle Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan gibi Müslüman nüfusun ağırlıklı olduğu Afganistan sınırında ortaya çıkabilecek bir belirsizlik ve istikrarsızlığın, Orta Asya’da Basmacı hareketini yeniden canlandırabilme olasılığı olmuştur.[15]

Bütün bunların dışında, Sovyetler Birliği, NATO’nun orta menzilli yeni füzeleri Avrupa’ya yerleştirme kararı ile ABD’nin son derece tartışmalı MX ve Trident nükleer sistemlerini devreye sokma kararlarını birleştirdiğinde, SALT II anlaşmasının kısa bir zamanda gerçekleşmeyeceğini görüyordu. Bu duruma, Çin ile ilişkileri henüz normalleşememiş ve Vietnam sendromunu üzerinden atamamış bir ABD’nin, İran gerçeğiyle yüzyüze kalmış olması da eklendiğinde, Sovyet ordusunun Afganistan’a girmesinin politik maliyeti en aza indirgenmiş gözüküyordu.[16]

Bu gelişmeler yukarıda belirtilen diğer gelişmelerle birleştiğinde ülke genelinde bir isyan ortaya çıktı ve 27 Aralık 1979’da Sovyet birlikleri Afganistan’a girerek Babrak Karmal’ı iktidara getirdi. İktidara gelişinden sonra Karmal farklı grupları biraraya getirmeye ve bir uyum oluşturmaya çabaladıysa da bunu başaramadığı[17] gibi Sovyet işgâline karşı giderek gelişen ve büyüyen bir silâhlı direnişle karşı karşıya kaldı. Oysa, 4 Haziran 1980’de Pravda’da çıkan bir habere göre Afganistan’da yaşam “normale dönmüştü ve karşı-devrimci güçler büyük ölçüde bozguna uğratılmıştı.”[18] 1983’e gelindiğinde Afganistan’da az sayıdaki fabrika ile kamu kurumları, sulama sistemleri ve askerî tesislerin büyük bir çoğunluğu sabote ve tahrip edilmişti.[19] 1985’te ise 1979’da 80.000 olan Afganistan’daki Sovyet askeri sayısı artık 120.000’e yükselmişti.[20]

Afganistan’da bu dönemde iki tip direnişin olduğu söylenebilir. Bunlardan biri, Afganistan Demokratik Cumhuriyetine ve Sovyetler Birliği’ne karşı savaşan, aralarında herhangi bir eşgüdüm olmayan ve tek bir çatı altında örgütlenmemiş yaklaşık 200 kadar küçük grubun direnişi olmuştur. Bu grupların liderlerinden biri daha sonra adını duyuracak olan Ahmed Şah Mesud’dur. Daha örgütlü ikinci direniş ise daha çok ılımlılar, geleneksel ve kökten dincilerin oluşturduğu yedi grubun 1983’te Pakistan’da biraraya gelmesiyle oluşturan ittifaktır. Bu gruplar;

Hizb-i-İslâmi (Gülbeddin Hikmetyar, Araplardan ve Pakistan’dan en çok destek gören grup, şu anda bağımsız); Cemaat-i İslâmi Afganistan (Burhaneddin Rabbani -ağırlıklı olarak Taciklerden oluşuyor ve İran benzeri bir devrim hedefliyor- şu anda Birleşik Cepheyle hareket ediyor); Hizb-i İslâmi Halis (Yunus Halis -Gülbeddin’den ayrılan bir fraksiyon- şu anda Talibanı destekliyor); İttihad-ı İslâmi Barayi Azadi Afganistan (Abdül Rab Sayyaf- İran benzeri bir devrim hedefliyor-şu anda Birleşik Cepheyle hareket ediyor); Harekat-ı İnkılab-ı İslâmi Afganistan (Nasrallah Mansur); Mahaz-e Milli-ye İslâmi Afganistan (Pir Ahmad Gilani); Jabha Nijat-i Milli (Ullah Mucaddidi-şu anda bağımsız). Bu yedi grubun liderleri 1983 Mayısında bir ittifak oluşturarak kendilerini Mücahitler olarak adlandırdılar ve Abdül Rab Sayyaf’ı iki yıllığına Başkan olarak seçtiler. [21]

1983’te gerçekleşen bu yedi grubun ittifakı Afganistan rejimine karşı alternatif bir hükümet kurma girişimi olarak da adlandırılabilir. Bu ittifak sağlık, eğitim, tarım alanlarında komisyonlar kurmuş ve Fas, Suudi Arabistan, Fransa ve ABD’ye resmî ziyaretlerde bulunmuştur.[22] Ancak bu ittifak daha sonra Afgan hükümetinin temsilini üstlenebilecek kurumsal yapıyı oluşturacak bütünlüklü bir güce dönüşememiştir.

Bu grupların Afganistan’ı temsil edecek kurumsal bir yapıyı oluşturamaması önemli ölçüde direniş hareketinin ortaya çıkış süreci ile yakından ilgilidir. Bir süper güç tarafından işgâl edilen dünyadaki ilk ülke olmamakla beraber, Afganistan direniş hareketi başlangıcı, oluşumu ve mücadele biçimi ile örneğin bir Vietnam’dan ayrılmaktadır. Bu farklılık Afganistan’ın işgâl sonrası sürecindeki gelişmeleri de etkilemiş ve bugün yaşanan sürece de zemin hazırlamıştır.

Vietnam gerilla hareketine bakıldığında, bu hareketin ABD güçleri bölgeye girmeden çok önce başladığı görülmektedir. Vietnam’da, Fransız sömürge yönetimine ve daha sonra II. Dünya Savaşında Japon işgâline karşı sürdürülen mücadele, birleşik ve görece homojen bir komünist hareketi ortaya çıkarmıştır. Afganistan’da ise direniş daha çok 1978 sonrası rejimin sürdürdüğü politikalara bir tepki biçiminde ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra Afganistan’ın toplumsal, ekonomik ve siyasî bütünleşmesinin önündeki en önemli engelin, bu ülkenin tarihsel olarak coğrafi ve kültürel bölgeselciliği olması ve Vietnam örneğinde olduğu gibi tarihselliği olan bir direnişin yaşanmadığı gözönünde bulundurulduğunda, Afganistan’daki mücadelenin tek elden yönlendirilmesinin oldukça zor olduğu ortaya çıkar. Geleneksel yapıda var olan kabileler ve etnik azınlıklar, direnişin ortaya çıkmasında son derece önemli bir rol oynamıştır. Ancak birden fazla örgütün ve birden fazla liderin varlığı Afganistan’da askerî ve siyasî çatışmalara yön veren etkenlerden biri de olmuştur.[23]

1983’e kadar direniş için en önemli siyasî ve askerî engelin bu parçalı yapı içerisindeki çatışmalar olduğu söylenebilir. ABD Dışişleri Bakanlığı’na göre isyancı güçlerin birbirleri ile toprak için çatışması, o bölgelerde Sovyet askerlerinin aylarca çatışmaya girmemesi anlamına gelmekteydi.[24] Bu grupların birbirinden ayrı tutulması ve çatışmalarının artması için çaba harcaması Sovyetler Birliği için kaçınılmaz bir politikaydı.

Nitekim, 1988’de Sovyet askerlerinin Afganistan’dan çekilmesinden sonra toplanan, kabile liderleri, mollalar ve gerilla liderlerinden oluşan 400 kişilik Meclis geçici bir hükümet kurmakta aynı nedenlerle oldukça zorlanmıştır. Örneğin bu toplantılarda, İran merkezli Şii gerilla liderleri, Pakistan merkezli mücahitler grubuna ayrılan sandalye sayısını protesto ederek ayrılmışlardır.[25] Böylesi bir ayrışma nedeni ile sorun Sünni ve Şii mücahit grupları arasındaymış gibi görünse de asıl çatışmanın ılımlılar ve köktendinciler arasında geçmekte olduğu bilinmekteydi[26] 1986’da başkan olan ve Sovyet işgâli sonrasında da görevini yürüten Afganistan Devlet Başkanı Necibullah o dönemde ılımlı mücahit gruplarını da kapsayacak bir biçimde geniş tabanlı bir hükümet kurma yönünde adımlar atmışsa da, bilindiği gibi başarısız olmuş ve bu başarısızlığı yaşamıyla ödemişti. Sovyetler Birliği askerlerinin ve rejime verilen desteğin çekilmesinden (Şubat 1989) sonra Afgan direnişinin çok boyutlu karakteri süreci etkilemiş ve Afganistan’ı uzun süreli bir çalkantı dönemiyle başbaşa bırakmıştır.

Bu çalkantı dönemini yalnızca Afganistan’ın parçalanmış toplumsal yapısına bağlamak yanıltıcı olabilir. Bunun yanısıra hem komşu devletlerin hem de ABD gibi küresel bir devletin bölgedeki çıkarları için almış olduğu tutumun, Afganistan’ın işgâl sonrasındaki sürecini önemli ölçüde etkilediği özellikle belirtilmelidir.

1988’e gelindiğinde Sovyet iç politikasındaki değişiklikler ve Afganistan’da askerî bir başarının yakalanmasının oldukça zor olduğunun görülmesi üzerine Gorbaçov 14 Nisan 1988’de imzalanan Cenova Antlaşması çerçevesinde, Şubat 1989’da tamamlanan bir operasyon ile Sovyet askerlerini, yılda yaklaşık 10 milyar dolara ve 16.000 ölüye mal olan Afganistan’dan çekti.27 Konvansiyonel ordu ve silâhlar vur-kaç taktiği uygulayan gerillalara karşı başarılı olamamıştı. Bu durumu özellikle Afgan gerillalarına ulaştırılan silâhların sayısı ve niteliğindeki değişiklikler de pekiştirmişti. Sovyetler ile yakın ilişki sürecine siyasî rejim açısından bakıldığında ise ne Karmal’ın ne de Necibullah’ın ülke genelinde otoriteyi sağlayabildikleri açıkça gözlenmişti.

Sovyetlerin çekilmesinden sonra, 1989 ile 1992 yılları arasında hükümet güçleri ile karşıt güçler arasındaki çatışma artarak sürdü ve 1992 nisanında Necibullah iktidardan indirilerek, BM planı çerçevesinde dört kişilik bir kurul oluşturulması uygun görüldü. Nisan 1992’nin sonlarında Sıbgatullah Müceddidi başkanlığındaki geçici bir hükümet göreve başladı. Bunun hemen ardından Aralık 1992’de Rabbani’nin başkan, Hikmetyar’ın başbakan ve Ahmed Şah Mesud’un Savunma Bakanı olarak görev aldığı bir yönetim oluşturuldu. Buna karşın, Sovyet işgâline direniş sürecinde ortaya çıkan farklı gruplar arasındaki çatışmalar, Sovyetlerin çekildiği 1989 yılından sonra da, zamana ve karşılarındaki gücün durumuna bağlı olarak sürekli değişebilen ittifaklar içinde, büyük kentlerin kontrolünü sağlamak için sürmüştür.

DÜNDEN BUGÜNE AFGANİSTAN POLİTİKALARI

Afganistan’daki bu gelişmelerin hemen arkasından Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın bağımsız birer devlet olarak Afganistan’a komşu olmalarına karşın, etki alanında kaldıkları Rusya ile ilişkilerinin düzeyine göre farklı tutumlar almışlardır. Bu süreçte Rusya, zaten etki alanında yer aldığını kabul ettiği Orta Asya petrolleri üzerindeki denetimini kaybetmemek, Çeçenistan’ın Taliban’dan aldığı yardımlara yanıt vermek ve en önemlisi sınırlarını kapsayabilecek Müslüman devletler kuşatmasını engellemek amacı ile Afganistan’daki gelişmelere müdahil olmuştur. Bu çerçevede Rusya, Birleşik Cephe güçlerine doğrudan askerî yardımda bulunduğunu reddetmemiş ancak bunun askerî yardım biçiminde değil silâh satışı biçiminde olduğunu belirtmiştir.[28] Bunun yanı sıra Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve İran arasında Birleşik Cephe’ye Şah Mesud üzerinden silâh ve savaş malzemesi sağlanmasında bölgesel bir koordinasyonun oluşturulmasını üstlenmiştir.[29]

1992-1993 arasında Afganistan’da herhangi bir gruba mali ya da askerî yardımı söz konusu olmayan Tacikistan,[30] etnik olarak Tacik yoğunluklu bölge olan Kuzeydoğu Afganistan’da üstlenen Birleşik Tacik Muhalefeti’nin saldırılarına marûz kalmış ve 1997’e kadar süren bir iç savaş yaşamıştır. Daha sonraki süreçte sınır güvenliğini Rusya’nın yardımı ile sağlayabilmiştir. Özbekistan ise söylemlerinde Taliban karşıtı Birleşik Cepheyi desteklediğini iddia etse de, bu desteğin somut bir biçime büründüğü, bütünlüklü ve de sürekli olduğunu gösteren bir gelişme gözlenememekle birlikte,[31] 1998’den sonra General Raşit Dostum’u desteklediği bilinen bir gelişmedir. Türkmenistan’ın ya da Kırgızistan’ın ise herhangi bir grupla açık bir ilişkileri olduğu ya da onlara destek sağladığı da gözlenememiştir.

İran’ın Afganistan sorununun içinde yer alması, Sovyetler’in Afganistan’a girmesi üzerine yaklaşık 2 milyon Afgan mültecinin İran’a yerleşmesine kadar uzanır. İran, Hizb-i Vahdet, Nasr ve Sepah gibi İran yanlısı Şii gruplarının örgütlenmesi, eğitilmesi ve silâhlandırılmasında yönünde politika izlemiştir. Sovyetler’in çekilmesinden sonra ise Birleşik Cephe içerisinde yer alan çeşitli grupları desteklemiş, özellikle Dostum’un güçlerine askerî yardım sağlayarak Cephe içerisinde parçalanmayı arttırmış ve hızlandırmıştır.[32]

Savaş boyunca ve sonrasında Afganistan’ın bugününü belirleyen en önemli devletin Pakistan olduğu söylenebilir. Pakistan bu süreçte gerillalar için korunak ve destek aracı olmuş, Afgan Mücahitler karargahlarını Pakistan’da kurmuşlar ve tüm saldırılar Pakistan’ın kuzey sınırından gerçekleştirilmiştir. Bu saldırılarda Mücahitlere verilen Stinger füzelerinin büyük payı vardır.[33] Pakistan toprakları sadece mültecilerin barınması için değil aynı zamanda CIA’in denetimi altında ve Pakistan Gizli Servisi aracılığıyla özel komanda birliklerinin casusluk ve sabotaj faaliyetleri için de kullanılmış ve yaklaşık 80.000 mücahit eğitilmiştir.[34] Reagan döneminde Pakistan’a 3.2 milyar dolarlık ekonomik ve askerî yardımın yanısıra 40 adet F-16 uçağı ve Suudi Arabistan kaynaklı yardımlar yapıldı.[35] Bu yardımlar Ziya ül Hak’ın Hindistan’da “stratejik derinlik” sağlama politikasıyla birleştiğinde Hindistan ve Pakistan arasındaki dengeleri altüst ederek bölgedeki istikrarsızlığı derinleştirdi ve silâhların bir kısmı Keşmir ayrılıkçı güçlerine aktarılarak 1988’den bu yana devam eden düşük yoğunluklu bir çatışmayı gündeme getirmiştir.[36]

Pakistan’da sayıları yaklaşık üç milyonu bulan mülteciler ekonomik ve politik istikrarsızlık kaynağı olmuş ve bu istikrarsızlık Pakistan iç politikası dengelerini süreç içinde altüst etmeye devam etmiştir. Pakistan’ın bu güç dengeleri içerisinde bir grubu diğerine karşı oynama politikası sürdürdüğü söylenebilir. Afgan mültecilerin varlığı, Filistin mültecileri krizi örneğinde olduğu gibi Pakistan’a istikrarsızlık getireceğinden korkulmuş ve Devlet Başkanı Ziya ül-Hak eliyle farklılıkların sürdürülmesi politikası yürütmüştür.[37] 1987-1988 arasında direniş örgütlerine dağıtılan silâhların yarısını en keskin köktendinci gerilla liderlerinden biri olan Gülbeddin Hikmetyar almıştır ve bu destek Savunma Bakanı Mesud’un 1993’te Kabil’i ele geçirip Hikmetyar’ı yenmesine kadar sürmüştür.[38] Bu tarihten sonra Pakistan için ortaya çıkan yeni müttefik ise Taliban olacaktır.

1994’ten bu yana Afganistan’da iki karşıt güç ortaya çıkmıştır: Afganistan İslâm Emirliği (Taliban) ve Afganistan İslâm Devleti (Birleşik Cephe). Taliban daha çok Sovyetler Birliğine karşı savaşan mücahitlerden devşirilmiş, liderlerinin büyük bir çoğunluğunun Afganistan ve Pakistan’daki medreselerde eğitilmiş olması nedeni ile “öğrenci” anlamına gelen Taliban adı ile anılan Peştun ağırlıklı bir örgüttür. Askerî ve malî desteğini büyük oranda Suudi Arabistan ve Pakistan’dan sağladığı bilinen bu örgütün savaş gücünün tam sayısı bilinmemekle birlikte 8000 ile 15.000 arasında olduğu sanılmaktadır.[39]

1996’da kurulan Birleşik Cephe, Cemaat-i İslâmi Afganistan (başkan Rabbani ve ikinci adam Şah Mesud), Hizbi Vahat-i İslâmi Afganistan (başkan Kerim Halili, Hazari etnik kökenlilerden oluşuyor), Cunbiş-i Milli İslâmi Afganistan (başkan General Dostum, genelde Özbek kökenlilerden oluşuyor), Harekat-ı İslâmi Afganistan (başkan Asif Muhsini, Hazaralı olmayan Şiilerden oluşuyor) ve İttihat-i İslâmi Barayi Azadi Afganistan (başkan Abdül Rab Sayyaf) gruplarından oluşmaktadır. Birleşik Cephe’nin başında Afganistan İslâm Cumhuriyetinin Başkanı olarak Burhaneddin Rabbani ve askerî lider olarak da Ahmed Şah Mesud bulunmaktaydı (Eylül 2001’de öldürülmüştür). Daha öncede belirtildiği gibi bu örgüt diplomatik, malî ve askerî desteğini İran, Rusya ve komşularından almıştır.[40]

Pakistan destekli Peştun gerillaları, 1994’te Pakistan sınırından askerî harekata başlayarak batıya doğru ilerlediler ve 1996’da Kabil’i ele geçirdiler. Bugün Taliban olarak anılan bu gerillaların ortaya çıkmasının, yükselmesinin ve Afganistan’ın hemen hemen tümünün denetimini ele geçirmesinin gerekçeleri ile ilgili oldukça yoğun tartışmalar yapılmıştır. ABD’nin öne sürdüğü “ılımlı İslâmı” destekleme politikası bunlardan biridir. Birtakım kaynaklara göre ise Taliban’ın yaratılmasında, Benazir Butto’nun ikinci döneminde Pakistan İçişleri Bakanlığı ile İstihbarat Servisi arasındaki çatışma önemli bir etken olmuştur.[41] Afganistan operasyonlarını neredeyse tek başına yürüten Pakistan İstihbarat Servisi, 1980’lerin başından itibaren Hikmetyar başkanlığındaki Hizb-i İslâmi grubunun yanında yer almıştır. Ancak hem Butto hem de onu izleyen Nasrullah Babar hükümeti, İçişleri Bakanlığı aracılığıyla ısrarcı bir biçimde Taliban’ı desteklemişler ve sonuçta Pakistan İstihbarat Servisi Afganistan politikasını değiştirmek zorunda kalarak, İçişleri Bakanlığı ve İstihbarat Servisi işbirliğiyle Taliban “yaratılmış, eğitilmiş ve donatılmıştır”.[42]

Özetle 1994 sonlarından itibaren Afganistan’daki en etkili gücün Taliban olduğu belirtilebilir. Nitekim, Eylül 1996’da Kabil’i ele geçiren bu güç karşısında, daha öncede belirtilen güçlerin biraraya gelmesiyle Kuzey İttifakı olarak da tanımlanan Birleşik Cephe oluşturulmuştur. 1996 sonları ve 1997 başlarında, Taliban bu güçler ile çatışmayı sürdürerek, Kandahar, Herat ve Celalabad kentlerinin kontrolünü ele geçirdi. Mayıs 1997’de Taliban hükümeti Pakistan, Suudi Arabistan ve BAE tarafından resmen tanındı. 1998 Mart’ında, BM Pakistan tarafından yapılan fiziksel tacizleri gerekçe göstererek uluslararası ekibini Güney Afganistan’dan çekti. Ağustos ayında Tanzanya ve Kenya elçiliklerine düzenlenen saldırı üzerine, ABD sorumlunun Bin Ladin olduğunu ileri sürüp, halen yaşadığı yer olan Afganistan’a füze saldırısı gerçekleştirdi. Bu gelişmeler, dünyanın Bin Ladin adını tanımasının yanında, ABD’nin Afganistan’ı ciddi bir biçimde uyarmasının ötesinde, tüm dünyaya ABD’nin artık Afganistan’ı dikkate aldığını ve farklı bir politika izleyeceğinin de bildirimini yapıyordu.

1998’deki ABD elçiliklerinin bombalanması olayından sorumlu tutulan Bin Ladin[43] Afganistan’da yaşamını sürdüren Suudi kökenli bir milyarder olarak tanıtılmakta olup, Afganistan’daki Sovyet işgâline karşı CIA desteğinde oluşturulan eğitim kamplarında yetiştirilmiş birisidir.[44] 1979’dan itibaren bu kamplarda eğitim alan Ladin, Amerikan İstihbarat yetkilileri ne göre, 1980’lerin ortalarından itibaren ABD’ye sırtını dönmeye başlamıştır. 1998’deki ABD’nin Tanzanya ve Kenya elçiliklerine yapılan saldırı sonrasında Bin Ladin nedeni ile Afganistan’ın misilleme olarak bombalanmasının ardından, 1999’da da sınır dışı edilmesi talebi yine Taliban yönetimi tarafından yerinin belirlenemediği gerekçesi ile reddedilmiştir.

Bin Ladin olayı ve Afganistan’la yaşanan gelişmeler sonrasında tüm dünya ABD ve dolayısı ile yakın müttefiki bölgedeki politikalarının yakın uygulayıcısı Pakistan’ın, Afganistan’a karşı yürüttükleri örtülü tavrın terk edileceği ve bir karşı tavır alınacağı izlenimine kapılmıştır. Oysa, Human Rights Watch’un Haziran 2001 raporuna göre, Nisan ve Mayıs 2001 tarihleri arasında tank ekipman ve parçaları, top mermileri ve roketatarlar dolusu yaklaşık 30 kamyon her gün Pakistan-Afganistan sınırını geçmiştir.[45] Aynı rapora göre Afganistan sınırları içerisinde yerleştirilen farklı tiplerdeki mayınların önemli bir bölümü yine Pakistan kaynaklıdır. Öte yandan Pakistan Hava Kuvvetleri 2000 yılının sonlarına doğru gerçekleşen savaş operasyonlarında, Taliban güçlerine askerî manevralar konusunda yardımcı olmuştur ve bu operasyonların askerî planlamalarına Pakistan’ın üst düzey askerî ve istihbarat servisi üyelerinin de katıldığı belirtilmiştir. HRW, Pakistan hükümetinin tam bilgisi dahilinde ve Pakistan yasaları da ihlal edilerek, birtakım özel ve yarı özel kuruluşların Taliban’a yardımda bulunduğunu belirtirken, Suudi Arabistan’ın da Taliban’a hem yakıt hem de mali destek verdiğini iddia etmektedir.

Sovyetler’in Afganistan’dan çekilmesinden 1998’e kadar ABD’nin doğrudan Taliban’a destek verdiği dillendirilmese de bir takım gelişmelere göz yumduğu en azından bu gelişmelere kayıtsız kaldığı ABD resmî makamları tarafından bile vurgulanmıştır.[46] Ancak 1998’de ABD’nin Afrika’daki büyükelçiliklerinin bombalanmasından sonra çeşitli kaynakların Taliban’ın güçlenmesinden ve Afganistan’ın denetimini ele geçirmesinden Pakistan ve Suudi Arabistan sorumlu tuttukları gözlenmektedir.[47] Oysa, 11 Eylül 2001’den sonra “dünya ölçeğinde terörizme ve terörizme destek veren herkese karşı ilân ettiği savaş” için Suudi Arabistan’ın ve Pakistan’ın ABD’ye verdiği sınırsız destek ve işbirliği de dikkate alındığında, ABD’nin Pakistan ve Suudi Arabistan üzerindeki etkisi ve denetimi belirginleşmekte ve Taliban’ın gelişimindeki “sorumsuz” rolü de bir ölçüde açığa çıkmaktadır. ABD’nin Pakistan aracılığı ile düne kadar yürüttüğü politika ile 1998 sonrası durumu yansıtan HRW 2001 raporunda sunulan gelişmeler birlikte ele alındığında ise ABD adına dünya kamuoyuna sunulanın dışında bir görüntü ortaya çıkmaktadır.

SONUÇ YERİNE

Afganistan’da yaşanan gelişmeler ve bu gelişmeler karşısında özellikle ABD’nin almış olduğu tutum enerji piyasaları açısından düşünüldüğünde, bu coğrafyada yer alan tüm ülkelerdeki petrol ve gaz rezervlerinin, tüm dünyanın dikkatlerini bölgeye çekmek için önemli bir gerekçe oluşturduğu gözlenmektedir. Nitekim, ABD ve Suudi Arabistan işbirliği ile yapılması planlanan ve Afganistan üzerinden güneye uzanması öngörülen boru hattı ile kazanılacak milyonlarca dolar, bölgede ne pahasına olursa olsun bir istikrar sağlanmasını gerekli kılmaktadır.[48] Bu çerçevede düşünüldüğünde ise, iyi niyetli bir yorumla ABD’nin Afganistan’da ki gelişmelere ve hattâ Taliban’ın kontrolü ele geçirmesine karşı çıkmaması ve bunun da ötesinde Pakistan aracılığı ile Taliban’a mali ve askerî destek verilmesine seyirci kalması anlaşılabilir olmaktadır. Bölgedeki gelişmeleri ve Pakistan ile Taliban arasındaki ilişkiyi bilmesine karşın ABD, 1979’da verdiği 3.2 milyar dolarlık yardımını, 1988-1993 yıllarını kapsayacak bir biçimde 4 milyar dolarlık bir askerî ve ekonomik yardım olarak programlamış, ancak bu yardım 1990’da Hindistan ve Pakistan’ın karşılıklı nükleer silâh denemelerine kalkışmasıyla ertelenmiştir.[49] Buna karşın, destekler hem Suudi Arabistan hem de ABD kaynaklı uluslararası yardım kuruluşları ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla sürdürülmüştür. Sürecin önemli bir durağı 1998 Ağustos’u olmuş, bu tarihte Usame bin Ladin tarafından ABD’nin Tanzanya ve Kenya’da Büyükelçiliklerine yapılan saldırı gelişmelerin yönünü değiştirmiştir. Bu yön değişikliğine kadarki süreçte, ABD Rusya’dan İran’a uzanabilecek boru hattı projelerini bloke ederken, Pakistan ve Suudi Arabistan’ın aracılığı ile Taliban’ı Orta Asya’dan alternatif yollar ve boru hatları açabilmek için kullanabileceğini planlamış, aynı zamanda İran’ı hem ekonomik açıdan hem de stratejik olarak çevreleyecek bir politika oluşturmaya çalışmıştır.[50] Nitekim, BM inisyatifiyle yürürlüğe konulmaya çalışılan barış planlarına ABD’nin tam destek vermedeki isteksizliği de, yukarıdaki politikaları ile bütünleyici bir çizgi sunmuştur. Gözlenen odur ki, 1998’de Kenya ve Tanzanya’daki büyükelçiliklerine yapılan saldırılar sonrasında da ABD, bu saldırıları Bin Ladin’e mal ederek, Afganistan ile ilgili planlarında kısa vadede önemli bir değişiklik yapmamakla birlikte bölgeyi daha fazla kontrol etme gereğini duymuştur.

Bugün Afganistan konusunda gelinen noktada tartışılması gereken en önemli unsurlardan biri uluslararası sistemin işleyişiyle ilgili değişikliktir. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve iki kutuplu dünyadan ABD’nin başat güç olarak belirdiği “yeni dünya düzenine” doğru evrilmeye başlanmasıyla birlikte dünyanın daha güvenli olacağı iddia edilmiştir. Aynı yaklaşımla, tüm dünyanın yok olacağı bir nükleer savaş tehdidi ortadan kalkmış, “ideolojilerin sonu” ve hattâ “tarihin sonu gelmiş”, azgelişmiş ülkelerde ortaya çıkabilecek herhangi bir sorun ise ABD’nin ve müttefiklerinin üstün ekonomik ve askerî gücü ile ortadan kaldırılabilir bir durum almıştır. Nitekim, Irak’ın üzerinde “ateş böcekleri uçurarak” ABD bu saptamayı kanıtlamıştır. Ancak, bütün bu iddialar 11 Eylül 2001 tarihinde altüst olmuştur.

Uluslararası sistemin 1945 sonrası işleyişine bakıldığında, ABD ve Sovyetler Birliği karşıtlığı üzerine kurulmuş, müttefiklerinin kimler olduğu ve etki alanlarının nerelerden oluştuğu net bir biçimde bilinen bir dünyadan söz etmek gerekmektedir. 1945-1990 arasında bu iki ülkenin doğrudan katıldığı ve uzun süreli savaşlardan sonra her ikisinin de yenilgiyle çekildiği Vietnam ve Afganistan dışında herhangi bir çatışma yoktur. Bu dönemde yaşanan çatışmalar bölgelerle sınırlı kalmış, ne Sovyetler Birliği ve müttefikleri ne de ABD ve müttefikleri kendi toprakları üzerinde herhangi bir silâhlı çatışma yaşamışlardır. Sonuçta 1945-1990 arası dönemde dünyanın tedirgin de olsa bir denge üzerine kurulu olduğu belirtilebilir.

1990 sonrasında küreselleşerek bir köy haline geldiği belirtilen dünyamızda ABD ve onun karşı konulamaz gücü retoriği geliştirilmiştir. Bu yeni dünyada ulus-devletlerin önemi azaltılmaya çalışılmış, bölgelere ve yerellere dikkat çekilmiş, post-modern savlar ile çok kimlikli ve çok kültürlü sivil toplumlar aracılığıyla demokratikleşmeye varılabileceği iddia edilmiştir.

Burada tartışılması gereken en önemli noktalardan biri 1990 sonrası dünyanın gerçekten ABD’nin hegomonik gücü altında mı yönlendirildiği, yoksa uluslararası sistemin çok kutuplu bir dünyaya doğru mu evrildiği sorusudur. Bu soru bu tartışmada yer alamayacak kadar çok boyutlu ve kapsamlı bir sorudur. Oysa, her yerelin ve bölgenin kendi çözümlerini üretmesi beklenen bir dünyada, geçmişte ulusal bağımsızlık ve gelişme gibi hedefleri olan azgelişmiş ülkelerin en azından bazılarının zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri kalmamıştır. Bir zamanlar iki süper gücün “denetlenebilir” çatışmalarına tanık olan bölgeler, bugün “büyük oyunun” bir başka versiyonunu yaşamaktadırlar. Bu durumda dünyanın çeşitli bölgelerinde, eski Yugoslavya, Çeçenistan gibi, mikro-milliyetçiliklerin güç kazanması; Afganistan, Taliban ya da Bin Ladin gibi “denetlenemeyen” faktörlerin ortaya çıkması şaşırtıcı olmasa gerekir.

Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagona yapılan saldırılarla ulusal güvenlik kavramının değiştiğinin altını çizen ABD, 1990 öncesi dünyada olduğu gibi artık karşısında bir muhatap bulamamaktadır. Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttüğü politikalar sonrasında enerji politikaları ve İran karşıtlığı çerçevesinde bir çizgi izleyen ve sonuçta denetleyemediği gözlenen bir gücü neredeyse kendi elleriyle yaratan ABD, bugün bile izlediği politikalarla son derece kaygı verici başka sorunların habercisi olabilmektedir.[51]

Önümüzdeki sürece bakıldığında, tüm dünyada varlığı şu ya da bu biçimde hissedilen ekonomik krizin derinleşmesinin önünün (özellikle Batı dünyasında varlığını hissettiren anti-kapitalist eylemler gözönünde bulundurulduğunda) doğuya ya da güneye karşı geliştirilecek milliyetçilik ile kesilmesine; sınıf kaynaklı ya da ekonomik anlamda kuzey-güney karşıtlığına dayalı bir çatışmadan çok, “medeniyetler çatışması” olarak adlandırılacak bir çatışmanın gündemde tutulmasına; az gelişmiş ülkelerde demokratikleşme çabalarının ulusal güvenlik ve terörizm tehdidi gerekçesiyle askıya alınmasına çalışılacağı söylenebilir.

11 Eylül’de New York ve Washington’a yapılan beklenmedik, “denetimsiz” saldırılar ise ABD adına öncelikle Afganistan’ın bulunduğu bölgede sonrasında ise tüm dünyada izlenecek yeni bir politikanın habercisi olmaktadır. Kısa günde yaşanan gelişmeler, bu yeni politikanın tüm dünya nezdinde haklı gerekçesini yaratan ve bölgeye doğrudan müdahalenin koşullarını tanımlayan durumunu ortaya çıkarmıştır. Tüm bu gelişmeler ve dünya için ileri sürülen savlar dikkate alındığında, her şeyi denetimi altına alan “küresel bir köyün” kavalcısının, denetimsizliği de kendi denetimi altında kabul ettiği düşünülmesi gereken bir olasılıktır.

[1] Peştunlar, 7 milyon; Tacikler, 3.5 milyon; Hazaralar, 1.5 milyon; Özbekler, 1.3 milyon; Aymaklar, Farsiler, Türkmenler, Braholar, Beluciler, Nuristanlılar toplam 2.1 milyon; Hyman, Antony, Afganistan Under Soviet Domination,-1964-83, Tablo 1.1, Afganistan nüfusu:Ana etnik gruplar. 1979, Macmillan Press, Londra, 1984, s. 11

[2] Afganistan ya da bir milleti temsil ettiği varsayılan Afgan sözcüğü daha çok Peştunları ve yöneticileri temsilen kullanılmıştır.

[3] Mehda, J., “Afghanistan: A Neutral Soluion”, Foreign Policy, c. 47, Yaz 1982, s. 140.

[4] Halliday, Fred, “Revolution in Afghanistan”, New Left Review, s. 112, Kasım-Aralık 1978, s.13

[5] Afghanistan PEACE Initiative, 2000, Okuma Yazma oranının kadınlarda %13’e erkeklerde ise %44’e ulaştığını belirtilmektedir, www.pcpafg.org/Organizations/UNDP/PEACE%20Initiative/peace.htm

[6] Ahmad, Mahfooz,”Resistance Movement in Afghanistan,1979-1981”, Pakistan Horizon, c. 36, s.3, 1983, s. 89.

[7] Roy, O., Islam and Resistance in Afghanistan, Cambridge Univerrsity Press, Cambridge, 1986, s. 85.

[8] Amstutz, J. B., Afghanistan: The first Five Years of Soviet Occupation, National Defence University Press, Washington, 1986, s. 315

[9] Dupree, L., “Afghanistan under Khalq”, Problems of Communism, c. XXVIII, s. 4,Temmuz-Ağustos 1979, s. 42

[10] Halliday, F., “War and Revolution in Afghanistan”, New Left Review, s. 119, Ocak-Şubat 1980, s. 21

[11] Hyman, A., a.g.e.., s. 75-120.

[12] Ahmad. M., a.g.e.., s. 85.

[13] A.g.e., s. 34

[14] Amstutz, J.B., a.g.e., s. 44; Stern, G., “The Soviet Union, Afghanistan and East-West Relations”, MJIS, c. 9, sayı 2, 1981, s. 131

[15] Benningsen, A., “Soviet Muslims and the World of Islam” Problems of communism, c. XXIX, sayı 2, Mart-Nisan 1980, s. 45-49.

[16] Fullerton, J., The Soviet Occupation of Afghanistan, Methuen, Londra,1984, s. 22.

[17] Current Digest of Soviet Press, c. 32, sayı 42, s. 47.

[18] A.g.e., c. 32, sayı 26, s. 12.

[19] A.g.e., c. 34, sayı 50 ve c. 35, sayı 28.

[20] Katz, M.N., “Anti-Soviet Insurgencies: Growing Trend or Passing Phase”, ORBIS, c. 30, sayı 2, 1986, s. 375-6.

[21] Amin, Tahir, “Afghan Resistance: Past, Present and Future”, Asian Survey, c. XXXVI, sayı 3, 1983, s. 381; Şu anda hangi grubun nereyi desteklediği için bakınız: Afghanistan Online: Politcal Parties and leaders in Afghanistan, www.afghan-web.com/politics/parties.html

[22] Dunbar, C.,“Afghanistan in 1986: The Balance Endures”, Asian Survey, c. XXVII, sayı 2, 1987, s. 127-142.

[23] Tol, Eren Deniz, The War in Vietnam and in Afghanistan: Why The Superpowers Lost, basılmamış yüksek lisans Tezi, 1989, University of Birmingham.

[24] “Afghanistan: Two Yars of Occupation”, U.S. State Department Report, Aralık 1981, akt. Ahmad, M., a.g.y., s. 94.

[25] The Observer, 12 Şubat 1989.

[26] BBC World Service, 15 Şubat 1989.

[27] BBC World Service, 16 Şubat 1989.

[28] Human rights Wacth, Afghanistan, Crisis of Impunity, The Role of Pakistan, Russia and Iran in Fueling the Civil War, Temmuz 2001, c. 13, sayı 3c, s. 40-45.

[29] HRW, a.g.y., s. 40-41.

[30] HRW, a.g.y., s. 45.

[31] HRW, a.g.y., s. 46.

[32] HRW, a.g.y., s.35.

[33] The Pakistan Times, 25 Ekim ve 17 Ocak 1988.

[34] CDSP, c. 37, 1985; Rupert, James, “Afghanistan’s Slide Toward Civil War” , World Policy Journal, c. XI. sayı 4, Güz 1989, s. 759.

[35] The Pakistan Times, Şubat 21 1988; Zonis, M., “Middle East Responses”, ORBIS, c. 30, sayı 4, 1987, s. 622-23; Human Rights Watch’un raporuna göre 1991-1993 yılları arasında Suudi Arabistan’ın çeşitli mücahit gruplarına verdiği yardımın 2 milyar doları bulduğu; 1993-1994 yılları arasında ise Mesud-Rabbani ittifakına verilen yardımın ise 150 milyon dolar civarında olduğu belirtilmektedir. HRW, a.g.y., s. 31.

[36] Frankel, F.R., “Play the India Card”, Foreign Policy, sayı 62, Bahar 1986, s. 96-97; Stobdan. P., “The Afghan Conflict and Regional Security”, www.idsa-india.org/an-aug9-3.html

[37] Rogers, T., “Afghan Refugees and the Stability of Pakistan”, Survival, c. 29, sayı 5, 1987, s. 418.

[38] The Economist, 27 Ağustor-2 Eylül 1988. s. 43; HRW, a.g.y., s. 24.

[39] HRW, a.g.y., s. 11.

[40] A.g.e., s. 12-13.

[41] Aabha Dixit, Soldiers of Islam: Origins, Ideology and Strategy of the Taliban, www.afghanistanfoundation.org/Docs/Taliban.htm, 2000

[42] A.g.e.

[43] Bin Ladin, 1979’da arkadaşı, Suudi Gizli Servisi Şefi Prens Turki bin Faysal tarafından Pakistan’a yollandı. Buradaki kamplarda, başta Arap ülkeleri olmak üzere dünyanın dört bir tarafındaki İslâmcı gençler birer profesyonel savaşçıya çevriliyordu. Beş ülkenin birlikte üstlendiği bu projenin sorumluluğu Pakistan Gizli Servisi ISI’deydi, yürütücüsüyse Filistin asıllı Abdullah Azzam’dı. Azzam’ın yardımcısı Bin Ladin, bizzat savaştı, Celalabad yakınlarında yaralandı. Amerikan İstihbarat yetkilileri, Bin Ladin’in 1980’lerin ortalarında ABD’ye sırtını dönmeye başladığına inanıyorlar. Bu dönemde Ladin, hâlâ CIA’den yardım alıyordu. Bu eğitim daha sonra, Ladin ve diğer İslâmi gruplara Afganistan’daki Sovyet Ordusu’na karşı yardımcı olacaktı. CIA, yardımlarını Pakistan gizli servisi ISI üzerinden Afganistan’daki çeşitli birliklere kanalize ediyordu. Bu birliklerden birinin MAK olduğu biliniyor. 1984’te, Bin Ladin MAK’tan ayrıldı ve daha radikal bir örgüt kurdu. 1990’da Kral Fahd Körfez Savaşı sırasında Amerikan askerlerini çağırınca çok öfkelendi; önce Pakistan’a, ardından Afganistan ve nihayet Sudan’a gitti. Amerikan İstihbarat makamlarına göre, bu tarihten sonra Ladin, Amerikalılara, Avrupalılara, İsraillilere ve Ruslara karşı bugüne kadar görülmemiş bir saldırı kampanyasının arkasında yer aldı. 1998’de, Ladin, sivil hedefleri de dahil etmek amacıyla fetvasını genişletti. Bin Ladin, hiçbir eylemi açıkça üstlenmiş değil, ama hiçbirini kınamış da değil. http://www.ntvmsnbc.com/news/105827.asp ve http://www.ntvmsnbc.com/news/107070.asp

[44] BBC News Online, South Asia, news.bbc.co.uk, 18 Eylül 2001.

[45] HRW, a.g.y., s.4.

[46] U.S. Department of State, White Paper, “U.S. Policy in Afghanistan: Challenges&Sollutions”, 1999, www.afghanistanfoundation.org/Docs/Whitepaper.html

[47] Birleşmiş Milletler, “The situation in Afghanistan and its implications for international peace and security”, A/55/633-S/2000/1106, 20 Kasım 2000, s.13; H.R.W., a.g.y., s. 4.

[48] US Department of State, White Paper, a.g.y., s. 6.

[49] US Department of State, Bureau of South Asian Affairs, March 2000, www.state.gov.r/pa/bgn/ındex.cfm?docid=3453.

[50] Rubin, B., “Afghanistan”, Foreign Policy in Focus, c. 1, sayı25, www.fpif.org/briefs/vol1/afghan.html

[51] 23 Eylül 2001 tarihinde ABD Başkanı Bush’un 1998’de Pakistan ve Hindistan’ın karşılıklı olarak nükleer silâh denemelerine kalkışmaları üzerine konulan silâh ambargosunu, bu konunun “ABD’nin ulusal güvenlik çıkarları içinde yer almadığı” gerekçesiyle kaldırması ise dünyada artık çok daha tehlikeli çatışmaların ortaya çıkabileceğinin sinyallerini vermektedir. BBC News Online, news.bbc.co.uk, 23 Eylül 2001.