Körfez krizi sırasında Türkiye’ye de gelen Le Monde Diplomatique dergisinin editörü Alain Gresh’in bir sözünü asla unutamayacağım:
“Dünya çapında bir savaş yaşanıyor ve ben ilk defa, en yakınımdaki insanların bile hangi tarafı tuttuğunu kestiremiyorum.”
Gresh’in bu sözleri, tüm dünyada kendini solda tanımlayanların -kimbilir belki de tüm insanlığın- yeni bir döneme girmiş olduğunun işaretiydi. O zaman Bush ile Saddam arasında sıkışıp kalmıştık, bugünse oğul Bush ile Üsame bin Ladin arasındayız. Bu arada eski Yugoslavya, Çeçenistan, Somali gibi diğer kriz bölgelerinde kimden yana saf tutacağımızı şaşırmış olduğumuzu da unutmayalım.
11 Eylül saldırısını duyar duymaz, bu işin Üsame bin Ladin’le özdeşleşen ulusalarötesi İslâmcı şebeke(ler) tarafından yapıldığını düşündüm ve bunu değişik mecralarda dile getirdim. Uzun yıllardır bin Ladin’in simgelediği olgu üzerine çalışıyorum. Bilindiği gibi 1970 sonlarında İslâmcılığın yükselişe geçmesinin açıklanmasında, dünya çapında Marksist esinli Üçüncü Dünyacılığının yenilgisi önemli bir gerekçe olarak belirtilir. Hattâ İslâmcılığın, Üçüncü Dünyacılığın yerini aldığı tahlilini yapanlar bile var.
Buradan hareketle, Bin Ladin tipi uluslarötesi İslâmcı şebekelerin terör temelinde varlık sürdürmesi de pekâlâ Üçüncü Dünyacı hareketin Carlos ve benzeri kişiler eliyle uluslararası terörizme savrulmasına benzetilebilir. Ne zamandır bu “teröristleşme” olgusuna dikkat çekmeye çalışıyorum ve her seferinde alaycı tepkilere marûz kalıyorum. Burada iki farklı argüman var: 1) Müslümanlar teröre başvurmaz; 2) Hiçbir Müslüman Bin Ladin’e atfedilen eylemleri gerçekleştiremez.
“İslâmi terörizm” tanımlaması yanlıştır. Her şeyden önce, “İslâm eşittir terörizm” çağrışımı yapıyor. Yanlış olmasına rağmen İslâm ülkelerinde bile, bu arada tabiî ki Türkiye’de de, uluorta kullanılmaktadır. Ama İslâm dininde terörizmin olmaması, birilerinin terör eylemlerini İslâm üzerinden meşrûlaştırmalarına engel olmuyor. Geçmişte bunun nice örneğini gördük, Bin Ladin ise bunun şahikası.
“Müslümanlar bu tür eylemleri yapamaz” itirazı da, her şey bir yana katıksız bir oryantalist bakış açısını yansıtmaktadır. Örneğin ontolojik tercihini İslâm dünyasından ziyade “Amerikan rüyası”ndan yana yapmış isimlerden olan Serdar Turgut, ilk gün açık açık “Bunu Araplar yapmış olamaz,” diye yazdı; ama Washington’un açıklamalarından sonra geri adım atmak zorunda kaldı. Maddi imkânlar, eğitim, deneyim ve inanç olduktan sonra herhangi bir şiddet eylemini gerçekleştirmek imkânsız olmaktan çıkıyor. Örneğin 11 Eylül saldırısından önce gerçekleşen ve yine Bin Ladin ile irtibatlandırılan eylemlerin hemen tümünde militanlar -intihar komandoları hariç- hiç fire vermediler; faillerin çok azı saptanabildi ve bunların da çok azı yakalanabildi.
KOMPLOLAR GEÇİDİ
11 Eylül’le birlikte ülkemizin ne kadar çok strateji uzmanına -kendi deyimleriyle stratej- sahip olduğunu da gördük. Örneğin, devlet nezdinde kendini aklamak isteyen birtakım dindar sermayedarın sponsorluğundaki “derin” strateji merkezlerinin başındakiler zanlıları ilk gün şöyle sıraladılar: 1) Amerikalı marjinal tarikatlar, 2) Amerikalı federalistler, 3) Diğerleri.
Bu arada Çin, Almanya, “gizli dünya devleti”, uyuşturucu baronları, karapara aklayıcıları, hattâ Hindistan gibi zanlılar öne çıkartıldı ve Bin Ladin’e dikkat çekmek isteyenler, “Fail asla ilk akla gelen değildir,” gibi abes bir önermeyle aşağılandı, şu ya da bu iktidar odağının ajanı olmakla suçlandı.
Komplo teorileri üretenlerin temel referansları, garip bir şekilde, Hollywood filmleri, Batınilik üzerine güvenirliliği tartışılır eserler ve çok satan macera/casusluk romanlarıydı. Bin Ladin’in 1990’dan itibaren Batılı ya da Müslüman gazetecilere verdiği röportajlara, iki ayrı fetvasına, bu konuda yapılmış binlerce sayfa tutan akademik ya da gazeteci araştırmasına tabiî ki, iltifat edilmedi. “Hani kanıt?” diyenler için ne zamandır New York’ta sürmekte olan 1998 Kenya-Tanzanya bombalaması davasının tutanakları ya da 1992’deki Dünya Ticaret Merkezi bombalaması davasının dosyaları da tabiî ki önemsizdi.
BİN LADİN’İN ÜNLÜ FETVASI
23 Şubat 1998’de Londra’da Arapça yayımlanan El Kudüs el Arabi gazetesinde Şeyh Üsame bin Muhammed bin Ladin, Mısır Cihad örgütü lideri Ayman el Zevahiri, Mısır İslâmi Cemaat örgütü lideri Ebu Yasir Rifa’i Ahmed Taha, Pakistan Cemiyet-ül Ulema yöneticisi Şeyh Mir Hamza ve Bangladeş Cihad Hareketi lideri Fazlul Rahman’ın, “Dünya İslâm Cephesi” adı altında kaleme almış oldukları fetva yayımlandı. “Haçlılara ve Yahudilere karşı cihad” çağrısı yapan fetvanın önemli bölümleri şöyle:
“Yedi yıldır ABD, İslâm’ın en mukaddes topraklarının bulunduğu Arap Yarımadası’nı işgâl ediyor, zenginliklerini sömürüyor, yöneticileri elinde oynatıyor, halkını tehdit ediyor, komşuları terörize ediyor ve buradaki üslerini komşu Müslüman ülkelere saldırı amacıyla kullanıyor.
Amerikalılar yalnızca ekonomik ve dinî nedenlerle Müslümanlara savaş açmış değiller, aynı zamanda küçük Yahudi devletine hizmet ediyor ve Kudüs’ün işgâli ile orada Müslümanların katlini de gizlemeye çalışıyorlar.
Amerikalıların işlediği tüm bu suç ve günahlar Allah’a, onun Peygamberine ve Müslümanlara karşı açık bir savaş ilânıdır. Ve İslâm tarihi boyunca ulema, düşmanın Müslüman ülkeleri yok etmeye çalışması durumunda cihadın kişisel bir farz olduğunda birleşmişlerdir.
Bundan hareketle ve Allah’ın emrine uygun olarak tüm Müslümanlar için geçerli olmak üzere şu fetvayı çıkartmış bulunuyoruz: El Aksa Camii ve Mekke’yi işgâlden kurtarmak ve ordularını İslâm topraklarından söküp atmak için, -ister sivil, ister asker olsunlar- Amerikalıları ve onların müttefiklerini, hangi ülkede mümkünse orada öldürmek, her Müslüman için farzdır.
Biz Allah’ın rızasıyla, Allah’a inanan ve onun tarafından ödüllendirilmek isteyen her Müslümanı, ele geçirdikleri her yerde ve her zaman Amerikalıları öldürmeye ve paralarına el koymaya çağırıyoruz. Aynı zamanda Müslüman alimleri, liderleri, gençleri ve askerleri, ABD şeytanının ordularına ve şeytanın işbirlikçilerine saldırılar düzenlemeye; bunların arkalarındaki güçleri ortaya çıkarmaya ve onlara unutamayacakları bir ders vermeye çağırıyoruz.”
KANLI KRONOLOJİ
Üsame bin Ladin’in doğrudan ya da dolaylı olarak karıştığı ileri sürülen eylemler ise şöyle sıralanabilir:
Aralık 1992: Yemen’deki ABD’li askerleri hedef alan otel bombalama olayları.
1993: Somali’de Batılı güçlere karşı Aidid’e destek verip Mogadişu’da 18 Amerikalı’nın öldürülmesi.
Şubat 1993: New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması.
Ocak 1995: Filipinler’de Papa’ya suikast girişimi.
1995: Cezayirli Silahlı İslâmi Grubun (GIA) Fransa’ya karşı yürüttüğü savaş.
Haziran 1995: Etiopya’nın başkenti Adis Ababa’da Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’e yönelik suikast girişimi.
Kasım 1995: Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da beş ABD’li askerin ölümüne yol açan kamyonla bombalama olayı.
Kasım 1995: 17 kişinin öldüğü Pakistan’daki Mısır Büyükelçiliği’nin bombalanması
Haziran 1996: Suudi Arabistan’ın Hobar kentinde 19 Amerikan askerinin ölümüne yol açan patlama.
23 Ağustos 1996: “Kafirleri kutsal topraklardan kovun” çağrısıyla ABD’ye cihad ilân etti.
Şubat 1998: Mısır, Bangladeş ve Pakistanlı birkaç küçük grupla birlikte “Yahudilere ve Haçlılara” karşı Uluslararası İslâmi Cephe’yi kurdu. Kuruluş bildirgesinde “Her Müslümana, dünyanın her köşesinde, sivil veya asker Amerikalı öldürmek farzdır” dendi.
7 Ağustos 1998: Amerikan askerlerinin Kutsal Topraklar’a girişinin sekizinci yıldönümünde Kenya ve Tanzanya’daki ABD büyükelçilikleri havaya uçuruldu ve toplam 257 kişi öldü, 5 bin 500 kişi yaralandı.
20 Ağustos 1998: ABD misilleme olarak Sudan’da bir fabrikayı ve Afganistan’daki eğitim kamplarını bombaladı. Üsame bin Ladin’in yakalanması için 5 milyon dolar ödül kondu.
12 Ekim 2000: Yemen’in Aden limanında USS Cole destroyerine yönelik intihar saldırısında 17 Amerikan denizcisi öldü.
GLOBAL 28 ŞUBAT
Hürriyet’te çıkan bir yazımda, 11 Eylül saldırısıyla birlikte ABD’nin İslâm’a ve özellikle de İslâmi hareketlere bakışında şahinlerin, yani İslâm ile Batılı değerlerin kesinlikle bağdaşamayacağını savunanların öne çıkacağını yazdım. Herkesin askerî operasyon beklediği bir sırada, Bush ve diğer Amerikan yetkililerin, eylemi yapanlar kadar destekçileri de cezalandıracaklarını söylemelerinden, bu arada en az 10-15 yıllık bir süreçten bahsetmelerinden hareketle “global bir 28 Şubat süreci”nin kapıda olduğunu ileri sürdüm.
Bunun anlamı, 11 Eylül misillemesinin kapsama alanına, ılımlı/radikal ayrımı yapmadan dünya çapındaki İslâmcı bilinen odakların çoğunun gireceğiydi. Türkiye’de 28 Şubat’ın uygulayıcıları, esas olarak “radikaller”e, yani başa değil, “ılımlı” bilinenlere, yani gövdeye vurmuştu. Hatırlayalım: Kuran kursları dönemi kapandı, İmam-Hatip Liseleri cazibesini kaybetti. Batı Çalışma Grubu ve Sivil Çalışma Grubu gibi oluşumlar yurt çapında İslâmi cemaatlerin faaliyetlerini yakın takibe aldı. Bunun sonucunda birçok vakıf ve dernek bürokratik engelle karşılaştı, bazı şirketler krize girdi. RP kapatıldı, Necmettin Erbakan ve arkadaşları yasaklı duruma geldi. Fethullah Gülen’in yaratmış olduğu bütün prestij tek bir kasetle yıkıldı ve süreç devam ediyor.
ABD başta olmak üzere Batı dünyasının, 11 Eylül’ün hesabını sormak, yeni saldırıların önünü almak gibi gerekçelerle kendi “28 Şubat süreçleri”ni başlattığını düşünüyorum. Bu, Samuel Huntington’ın umduğu gibi bir “medeniyetler savaşı” şeklinde cereyan etmeyebilir, ama bu vesileyle Batı dünyasının İslâm dünyasına bir bedel ödetmek isteyeceği de aşikâr. Örneğin İslâmi kuruluşların üye ve yöneticileri, faaliyetleri, para hareketleri sıkı denetim altına alınacak; belki bazıları kapatılacak, şüpheli kişiler sınır dışı edilecek. Başörtüsü, uzun sakal gibi simgeler bir şekilde tartışma gündemine gelecek. Demokrasi, fikir ve inanç özgürlüğüne aykırı her türden uygulama, kamuoyunun büyük kısmı tarafından “terörizmle mücadele” adına hoşgörülecek...
Bu yazıda dile getirdiğim kaygılar, tabiî ki Akit gazetesi tarafından, ardından Yeni Şafak’ta Ertuğrul Yavuz adıyla yazan biri tarafından “Pentagon’a akıl hocalığı” vb. suçlamalarla, sanki bir temenniymiş gibi değerlendirildi. Ardından Cengiz Çandar da “global 28 Şubat” demenin nasıl bir adilik olduğunu, ABD’nin neden böyle bir yola başvurmayacağını yazdı. Tabiî ki Türkiye’de 28 Şubat sürecinin kararlı savunucusu olan birtakım Kemalist çevreler de ABD’nin İslâm ülkelerine yönelik tehditlerini “anti-emperyalizm” adına kınadılar.
Şunu söylemek istiyorum: Çifte standart tam gaz devam ediyor. Düne kadar 28 Şubatçı olanlar, bugün benzer bir sürece karşı çıkarken; dün 28 Şubat tarafından andıçlananlar bugün kendi destekledikleri odakların benzer uygulamalarını meşrû göstermeye çalışıyorlar. Olan, her iki durumda da “mazlum Müslümanlar”a oluyor.
BİR FIRSAT MI?
11 Eylül saldırısı, doğurduğu ve doğuracağı bütün olumsuzluklara rağmen, yine de İslâm dünyası (dolayısıyla tüm dünya) için bir şans olabilir mi? Dinin siyasallaştırılmasının bu en uç ve dehşet verici örneği, İslâm dünyasında ne zamandan beri beklenen iç sorgulama, özeleştiri ve bunlara bağlı olarak yenilenme döneminin kapısını aralayabilir mi?
Şu ana kadar beklenmedik yerlerden, çok ilginç tepkiler geldi. Öncelikle İran. Saldırı sonrası Tahran Üniversitesi’nde kılınan ve Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin de katıldığı ilk Cuma namazında terör kınandı. Tahran Belediye Başkanı New Yorklu meslektaşına başsağlığı mesajı yolladı. Küçük halk grupları kendi başlarına anma toplantısı düzenlediler.
Lübnan Hizbullahı “Dünyanın neresinde olursa olsun sivillerin öldürülmesinden üzüntü duyarız” diye açıklama yaptı. Örgütün dinî lideri Şeyh Muhammed Fadlallah da, saldırganların, uçakların içindeki sivillerle Dünya Ticaret Merkezi’ndeki sivilleri öldürdükleri için iki kere günaha girdiklerini söyledi. Sünni İslâmcılığın dünya çapındaki isimlerinden Mısır asıllı Yusuf el Kardavi de olayı kınadı ve dünya Müslümanlarını kan bağışına davet etti. Kardavi şöyle konuştu:
“İslâm’a göre hiç kimse başkasının işlediği suçlardan sorumlu tutulamaz. Savaş zamanlarında bile Müslümanların kendileriyle yüz yüze savaşanlardan başka kimseyi öldürmelerine izin yoktur. Kadınlara, ihtiyarlara, çocuklara, ibadet halindeki insanlara dokunamazlar. Amerika’daki son patlamada olduğu gibi karar mekanizmasıyla hiçbir âlâkaları bulunmayan ve ekmek paralarını kazanmaktan başka dertleri olmayan yüzlerce savunmasız insanın öldürülmesi, İslâm’a göre büyük bir suçtur. Eğer söz konusu saldırılar, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi, Müslümanlar tarafından düzenlenmiş ise, biz, dinimiz adına bu saldırıları kınıyor ve sorumluları lanetliyoruz. Dinleri, ırkları ve cinsiyetleri ne olursa olsun, saldırganlar müstehak oldukları cezaya çarptırılmalıdır.” (Yeni Hayat, sayı 38, 21 Eylül-27 Eylül 2001)
Bu ve benzeri tepkiler, kuşkusuz olayın çapına denk gelmiyor. Hiçbir İslâm ülkesinde yas uygulamasına gidilmedi, bu nedenle dünya kamuoyunun zihnine ilk gün Filistin topraklarında, ardından Pakistan ve Irak’ta yapılan sevinç gösterileri kazınmış durumda.
TEPKİLER MİSİLLEMEYE SAKLANIYOR
Dünyadaki İslâmcı hareketlerin çok küçük bir kısmı açıkça 11 Eylül saldırılarını onayladığını söylüyor, ama nedense bunun sorumlusunun Üsame bin Ladin olmadığı yolunda spekülasyonlar yapıyor. Önemli bir bölümüyse, saldırıyı onaylamamakla birlikte, esas olarak buna ABD’nin ve Batı’nın yol açtığının altını çiziyor.
Türkiye de bu genel tablo içinde yer alıyor. Akit “Yakanları da yakarlar” diyerek saldırıya selam çaktı. Yeni Şafak’ta, Bin Ladin’in “iki kazı gütmekten aciz” olmasından tutun da “Amerikan Yahudilerinin Protestanlara açtığı savaş” tespitlerine kadar bir dizi komplo teorisi üretildi. Saadet Partisi ve AKP, “terörün dini yoktur” ile “teröre terörle cevap verilmez”den öteye yeni bir şey söyleyebilmiş değiller.
Nihayet Kanal 7’de Ahmet Hakan, İskele Sancak’ta ilahiyatçılarla konuyu tartıştı. Prof. Hüseyin Atay, Prof. Süleyman Uludağ, Prof. Bekir Karlığa, Prof. Yaşar Nuri Öztürk gibi isimler. Kardavi’nin yukarıda alıntıladığımız sözlerine benzer bir şekilde terörü kınadılar ve masum siviller katledilmesinden bir Müslümanın sevinmesinin mümkün olmadığını söylediler. Sefa Kaplan bu tartışmayı Hürriyet’e taşıdı (24 Eylül 2001). Onun Ali Bulaç’la yaptığı röportajın çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Bulaç 11 Eylül saldırısını İslâm hukuku açısından şöyle değerlendirdi:
“Bu saldırıyı gerçekleştirenler üç büyük suç işlemişlerdir: Birincisi, cinayet işlemişlerdir. Uçakta bulunan yolcular, eşlerine-dostlarına giden insanlardı. Bu insanların içinde bulunduğu uçak kuleye çarptırıldı. Bu olayın kendisi başlı başına bir cinayettir. İkincisi, hukuk tekniği açısından bir katliam vardır. İkiz kulelerde yaşayan onbinlerce masum insan saldırıya marûz kalmıştır ve altı bin civarında insan ölmüştür. Bu kadar insanın bir anda ve kitlesel olarak öldürülmesi katliamdır ve bu da İslâm hukuku açısından kesin olarak suç ve haramdır. Üçüncü önemli suç pek göz önünde bulundurulmuyor. Bu saldırıyı düzenleyenler, kendi nefislerine karşı suç işlemişler ve intihar etmişlerdir. İslâmi açıdan bu da büyük bir günahtır. Dolayısıyla, bu eylemi Müslüman olduğunu söyleyen birileri yapmışsa, bunu İslâm’a rağmen yapmıştır. Ruh ve akıl sağlığı yerinde olan bir Müslümanın böyle bir eylem yapması mümkün değildir.
”Bu cihat değil terördür. İslâm hukukunda cihadı sadece meşrû kamu otoritesi ilân edebilir. Bireyler, sivil gruplar veya cemaatler kendi başlarına cihat ilân edemezler. Buna rağmen birtakım gruplar yaptıkları işin cihat olduğunu söylüyorlarsa, bu onların İslâm’dan çıkarttıkları yanlış bir yorumdur,”
diyen Bulaç’ın çözüm önerisiyse şöyleydi: “İslâm ve Müslümanlar kendileriyle yüzleşmek zorundadır. Fakat Batı ve modernlik de kendisiyle yüzleşmek zorundadır.”
Bütün bu olumlu çıkışlara karşın karamsar olduğumu itiraf etmeliyim. En azından Türkiye için umutlu değilim. Daha önce Sivas katliamını yaşadık. Ya Aziz Nesin suçlandı, ya da PKK’nın “misilleme” bahanesiyle yaptığı Başbağlar katliamı öne çıkartıldı. Ardından Hizbullah’ın domuz bağlarıyla, kendileri gibi düşünmeyen diğer İslâmcıları katlettiğini gördük. Bu da “derin devlet” senaryolarıyla geçiştirilmek istendi.
Şimdi de asıl enerji ABD’nin misillemesine saklanıyor; eleştiri okları o gün için sivriltiliyor. Afganistan veya başka bir İslâm toprağına yapılacak bir müdahale halinde dünya çapında ve bu arada Türkiye’de de çok büyük protestolar olacağa benziyor.
ABD Başkanı Bush, “Haçlı Seferleri”nden söz ediyor. Yıllardır İslâm dünyasındaki otoriter ve totaliter rejimleri desteklediklerini; Bin Ladin’i ve onun El Kayda şebekesini oluşturan değişik uluslardan gönüllü mücahitleri bir zamanlar kendilerinin yetiştirmiş olduklarını tabiî ki unutturmak istiyorlar. Diğer bir deyişle hem Batı, hem İslâm dünyası şeytanını ötekinde aramaya devam ediyor.
Her şeyin değişeceği söyleniyor. Bütün bunların faturasının da İslâm ülkelerine kesilmesi bekleniyor. Peki Müslümanlar ne yapıyor? Geçmiş çatışma ve düşmanlıkları bir kenara bırakıp, önlerine Dünya Ticaret Merkezi’nin fotoğraflarını koyup bundan sonrası için ortak bir strateji belirleme konusunda hiçbir girişimde bulunmuyorlar. İsteseler bile, bunu gerçekleştirebilecek kurum ve mekanizmalara sahip değiller.
Henüz vakit geçmeden, İslâm dünyası; dindarı, dinsizi, sağcısı, solcusu, Arabı Türkü Acemiyle kendi gerçeğiyle yüzleşmek ve kendisiyle hesaplaşmak durumundadır. Bu kaçınılmaz ve daha fazla ertelenemez bir zorunluluk. Hiç kuşkusuz bunu ABD ya da Batı istiyor diye yapacak durumda değiliz. Kaldı ki, biz bu özeleştiride ne kadar başarılı olursak, Batı da kendi içindeki şeytanla o denli yüzleşmek zorunda kalacaktır..