Aksiyon sineması için Ortaçağ bulunmaz bir nimettir. Kaba gücün kendini sınırsızca ortaya koyabildiği, herkesin gücü nispetinde hakkı olduğu yönündeki anlayışın birebir somutlaştığı “de facto” bir dönemin kendiliğinden inandırıcı vasfı, sinemacıların da işini kolaylaştırıyor olmalı. Bir Ortaçağ filmi izlediğinizde atlı askerlerin vergi ödemek istemeyen ya da istese bile elinden gelmeyen tebaya ettiği zulüm, çoğu dönem filminin de olmazsa olmaz sahneleri. Özellikle de krala karşı halkı korumaya ant içmiş bir kahraman boy gösteriyorsa.
Monarşi her ne kadar vergi toplamak için zora başvursa da bu talebinin sağlam bir gerekçeye dayandığı aşikâr. Sonradan ortaya çıkan toplumsal sözleşme ile de “kayıt altına alınan” ve devletin meşruiyetinin gerekçesi olarak öne sürülen olgu olarak güvenlik, devletin, etrafında şekillendiği ana kavram olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla başkalarının saldırısından korunmak, kısaca hayatta kalmak için bir hamiye sığınmanın bir bedeli olacaksa eğer, o haminin de söz konusu güvenliği sağlamak için birtakım kaynaklara sahip olması tarihsel olarak mantıklı ve gerçekçi görünüyor. Güvenliği sağlayacak olan iktidar dışarıdan gelen ya da gelebilecek olan saldırılara karşı belli sayıda ya da güçte asker beslemek zorunda ise, bu bedelin halk tarafından vergi olarak ödenmesinde herhangi bir tutarsızlık görünmüyor, Ortaçağ şartlarında. Bu durumda da güvenlik ihtiyacı karşılanan ya da karşılanacak olan halkın vergi vermemesi durumunda askerî bir baskı ile karşılaşması da neden-sonuç ilişkisi içinde düşünülebilir. Asker beslemek için vergi toplamak ve vergiyi toplayabilmek için asker beslemek şeklindeki bu döngü de, hayatta kalabilmek için en esaslı gerekçe olan güvenliğin sağlanması açısından, askerî gücün ve maliyenin nasıl bir devleti ayakta tutan en önemli iki unsur olduğunu açıkça gösteriyor.
Elbette artık Ortaçağ'da yaşamıyoruz, her ne kadar halihazırdaki pandemi tıpkı doğaya karşı eli kolu neredeyse bağlı o çağ insanına bizi bu kadar yakınlaştırsa da. Nihayetinde o insanlardan en az beş yüz yıl kadar fazla yaşamışlığımız var ve bu dönemde bir sürü tarihsel dönemden, onca teknik gelişmeden, onlarca ideolojik süreçten çoktan geçmiş bulunuyoruz. Tecrübe denen mefhum da eski olmaktan ya da yaşlılıktan değil de yaşanmışlıktan geçiyorsa, onlardan fersah fersah tecrübeli olduğumuzu da söyleyebiliriz, üstelik bu tecrübeden gerektiğinden daha fazla yaşlanmış olarak çıkıldığını da.
XIX. yüzyılda “bırakınız yapsınlar” şiarıyla kendi kaderiyle baş başa bırakılan modern “birey” için devletin anlamı hâlâ güvenliktir ve liberalizm için devletin görevi ya da devletten talep sadece ve sadece, toplumsal sözleşmenin en başına dönülerek, güvenlik kavramı içine hapsedilir. Ama 1929 ekonomik bunalımını ve iki dünya savaşını müteakip, hem sermayenin hem de devletin havlu atması sonucunda, neredeyse delirme noktasına gelmiş olan halka karşı bir önlem alınması gerekliydi. Bilindiği üzere sosyal devlet de bu ortamda şekillendi, hemen yanı başında duran komünizm korkusu ile birlikte elbette. Neoliberalizmin her şeyi tersyüz eden vahşiliğinin süreci başka bir tartışma konusu ve sosyal devlet anlayışı çoktan derin yaralar almış olmakla birlikte, varlığını kısmen koruyor. Pek tabii ki bunun nedenleri de başka bir açıklamayı gerekli kılmakla birlikte.
Batı devletlerinin çıkarları doğrultusunda birbirine girerek halkı alaşağı edip ona çok büyük zayiatlar verdirdikten sonra, yeniden kendilerini meşrulaştırmak için İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendini gösteren ve refah devleti ile üç aşağı beş yukarı aynı anlama gelen sosyal devlet anlayışının kalıntıları, içinde bulunduğumuz pandemi sırasında da kendini gösteriyor. Birçok Avrupa ülkesi -ki elbette “refah” her zaman onlardan sorulur(!)- pandemi nedeniyle sokağa çıkma yasağı ilan etti ve gündelik yaşamın gerektiği gibi devam edememesinden dolayı ortaya çıkabilecek zararı üstleneceğini bildirdi. Elbette Batı'nın bu tavrının insan hayatına çok değer vermesinden değil, tarihsel süreçlerin getirdiği bir anlayıştan ya da alışkanlıktan kaynaklandığı da şüphe götürmez. Ama bu alışkanlık, devletin ahlâki bir iyi niyetten ya da hümanizmden kaynaklanan alışkanlığı değildir. Batı toplumlarının, çoktan içselleştirdiği sosyal devlet anlayışı ve alışkanlığıdır. Sosyal devlet anlayışına sahip olunması ve bunun içselleştirilmesi de yine bu toplumların “erdemi” ile bağlantılı olmayıp tamamıyla tarihsel süreçle ilgilidir.
Pek tabii ki söz konusu tarihsel süreç, somut olayda sosyal devlet anlayışı, her yerde Batı toplumlarında olduğu gibi işlemedi. Dolayısıyla toplumların geçirdikleri süreçler birbirinin aynı olmadığından -ki, olmak zorunda değil- sosyal devletin herhangi bir aşama geçirme fırsatının olmadığı ülkelerde, devletin halka verdiği yanıt da farlılık arz ediyor. Bir olguya ilişkin olarak, toplumlar arasında farklı süreçlerin yaşanması da yine dönüp dolaşıp tarihselliğe dayanıyor. Yine Batı toplumları açısından artık neoliberalizmin yaşandığı bir sistem, pek tabii ki kendine has bir aşamadan geçmiştir ama bu aşamanın bir yerinde sosyal devlet hâlâ, kendini, kuyuda boğulmak üzere olan bir insanın aniden başını çıkarması gibi, gün yüzüne çıkarıyordur. Bu durumda, ne kadar zarar görmüş olursa olsun, sosyal devlet, Batı tarihinin, yeterince kanlı canlı olmasa da, henüz bir parçasıdır. Tarihin de düz bir çizgi değil, döngüsel olduğunu kabul edersek, o tarihin parçalarının dönüp dolaşıp bir yerlerden Batı'nın karşısına çıkmasında gerçekçi olmayan hiçbir taraf yoktur. Yeter ki, bir olgu, o olgulardan biri olan sosyal devlet, vakti zamanında bir kez vücut bulmuş olsun.
Ama ya halihazırda neoliberalizm çağında yaşayan, elinden geldiğince onun kurallarına uymaya çalışan bir devlet aynı tarihsel ve maddi süreçlerden geçmemişse hali ne olacaktır? Bir ulus-devlet onun isim babası ve varlık nedeni Batı'nın geçtiği ulus-devlet sürecini tamamlamamışsa, bol ya da dar gelen bir giysiyi mahalle terzisinde kendi kalıbına uydurmaya çalışmak gibi, bir eğretilik ya da yapaylık sunabilir. Her şapka herkese uymaz, bu konuda bir devrim yapılsa dahi.
Reis, kendi başına bir unvan değildir; onun da tıpkı sosyal devlet gibi, tarihsel bir süreci vardır. Ailenin başında genellikle bir reis bulunur, ki bu çoğu zaman “baba” olan erkektir. Ama o baba, siyaset teorisine göre kralın, daha geniş anlamda da Tanrı'nın temsilcisidir. Dünyayı yöneten Tanrı ise, ülkeyi yöneten kraldır, aile reisi olan baba da kralın mikro anlamdaki suretidir. Tanrı'dan gelen iktidar önce krala, sonra aile reisine aktarılır. Aile reisi de kendindeki iktidarla, önce krala, sonra Tanrı'ya itaat eder; kral da aile reisinden aldığı iktidarı Tanrı'ya taşır. Bütün bu sürecin bize anlattığı en önemli olgu ise, halkın birer yurttaş değil, tebaa olduğudur. Bu durum, özellikle, şeklen ne kadar modern olmaya çalışırsa çalışsın bir baba, kral ya da Tanrı kültünden vazgeçememiş toplumlar için özellikle geçerlidir. XXI. yüzyılda halen geçerliliğini koruyan bu algıya göre devlet -kendi tercihiyle ya da zorlamayla- ne kadar neoliberalizme yaslanırsa yaslansın, ayakta kalabilmek ve kitlelerin isyanını engellemek için refah devletini değil, yine halkın güvenlik ihtiyacına yaslanarak, bir aile reisini temsil eder. Başka bir ifadeyle, hangi çağda yaşamış olursa olsun, sosyal devlet anlayışına erişmekten çok uzak bir tarihsel süreç yaşamış toplumlar için, bir babadan ya da aile reisinden daha güvenli başka bir koruyucu yoktur. Toplum, kendisini koruyan ve bunun için ödediği bedelin -vergi gibi- farkında olan bireylerden müteşekkil yurttaşlardan oluşmadığında ve devleti bütün yaşamını kendisine teslim ettiği baba (reis), kral ya da Tanrı gibi gören toplumlarda, elbette pandemi gibi olağanüstü durumlarda o aile reisinin talebi de farklı olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihine, gelişimi açısından baktığımızda, onun da tıpkı diğer Batı ulusları gibi bir kuruluş ve akabinde de bir kurucu anayasa üzerine şekillendiğini görürüz. Belki de Batı toplumlarından 1-0 önde olduğumuz dahi düşünülebilir; elle tutulur, gözle görülür bir kurtarıcıya sahip olduğumuz için. Ki o kurtarıcı, sanki o halkı zalim atlı vergi tahsildarlarından kurtarmış, kendisi değilse bile ideolojisi daha demokratik bir toplumun önünü açmış gibi gözükmektedir. Ama aynı ideolojinin “tek adam” kültüne, dolayısıyla bir baba, kral ve sonunda da Tanrı kültüne bel bağlayıp bağlamadığı, tam da sosyal devlet açısından önemli bir tartışma noktasıdır. Çünkü ulus-devletin genel olarak geçtiği süreçlerden ayrı bir yol katedildiğinde, halkın taleplerinin değil, babanın/kralın/Tanrı'nın sözünün önemsendiği aşikârdır.
Halihazırda, beğenip beğenmemek başka bir konu olmakla birlikte, varsayılan sözleşmeye dayalı ulus-devletin kendi varlık nedeni olarak gördüğü yurttaşa karşı elbette belli başlı görevleri vardır ve vergi de artık zor yoluyla değil, rızayla tahsil edilen bir aygıta dönüşmüştür. Bu rızada pek tabii ki halen yoğun bir güvenlik ihtiyacı olsa da yurttaşın makbuzuyla, dekontuyla devletine ödediği bir bedel mevcuttur ve elbette bunun karşılığını, ilk başta güvenlik olmak üzere, o devletten talep eder. Başka bir ifadeyle, devletten temin ettiği güvenlik bedelini çoktan ödemiştir. Bu durumda da, hem gündelik yaşamda hem de olağanüstü durumlarda devlete ödediği paranın bir karşılığının olmasını istemek hakkına sahiptir.
Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti'nin tutumu da bir açıklamayı gerektirir. Vakti zamanında kuruluşu itibarıyla kendini modern dünyayla baş başa bulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, ulus-devlet milliyetçiliğine nasıl sığındığını ve bu konuda hiçbir devletten aşağı kalmadığını biliyoruz. Ama kerhen ya da coşkuyla olsa da “muasır medeniyetler seviyesi”ne yükselmenin sadece milliyet bilinciyle ilgili olup olmadığı bizim açımızdan hâlâ güncel bir tartışma konusu. O nedenle de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında dünya üzerinde henüz varlık bulamamış olan sosyal devlet olgusu sonradan ortaya çıktığında Türkiye’nin örnek aldığı Batı'yı izleyerek buna uyum sağladığı mı yoksa baba/kral/Tanrı üçlemesinin içinde mi kaldığı hususu, bugün yaşadığımız pandemide fazlasıyla önemli.
Elbette dünya Batı'nın boynuzları üstünde yükselmiyor, en azından bu yüzyılın başından bu yana aksi iddia edilebiliyor. Ama Batı dışında birçok devlet, hâlâ Batı'nın sosyal devlet de dahil olmak üzere birçok değerini çoktan sahiplenmiş durumda. Yine de belli bir “muasır medeniyet” seviyesinde olduğunu iddia etmek, o seviyeye gelindiğini -o seviyenin güncel amentüsü neoliberalizm köküne kadar uygulanmış olsa dahi-, o medeniyet seviyesinin başat kavramlarının benimsendiğini göstermiyor. Belli bir anlayışın çağdaşı olmak, dünya ile neoliberalizmin gerektirdiği ilişkileri kurmak, tarihsel süreçte aşılması gereken aşamaların -sosyal devlet açısından- geçildiğini kanıtlamıyor. En azından dünyanın hal ve gidişatı açısından.
Bu noktada yurttaş anlayışının “muasır medeniyet”te sosyal devletle nasıl çakıştığını da görmek gerek. Başka bir ifadeyle, sosyal devletin vücut bulması için yurttaşlığın vücut bulması, sosyal devletin de ancak ve ancak yurttaş olabilmiş uyruklar tarafından talep edilebileceği göz önüne alındığında sosyal devletin temelinin yurttaşlık bilinci olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunun aksine, uyruğun devlete ilişkin fikri bir aile reisine itaat şeklinde olduğu zaman, o uyruk kendi hakkını devlete karşı korumak yerine tüm haklarını kendi iradesinin yerine koyduğu “baba” ya devreder.
Bununla birlikte uyruğun iradesini tamamen aile reisine devretmiş olması, aile reisinin de ona her zaman baba gibi davranması anlamına gelmez. Devletin, çoğu baba gibi, aile fertlerine sözünü geçirmek için despotlaştığı da nadir değildir. Ama bu durum devletin görevlerini yerine getirmeyeceğini göstermez. Örneğin vergi almak gibi. Elbette artık Ortaçağ filmlerindeki gibi bunu yapmak için uyruklarının üstüne at sürmesine gerek yoktur; çünkü bir taraftan uyruklarının yurttaşlık bilincinden yoksun olmasının avantajını kullanırken, bir taraftan da modern dünya devletinin avantajını kullanır. Dolayısıyla hem vergiyi tahsil eder hem de bir aile reisi olarak çocuklarının haftalığının bir kısmına el koyar. Böyle bir devlet açısından çok fazla çelişki yoktur; çünkü zaten vergi tahsil eden bir devletin, bu kaynağı kullanarak, uyruklarına karşı her halükarda yapmakla mükellef olduğu görevleri, bir baba şefkatiyle, sanki yöneticilerin kendi malvarlıklarından karşılıyormuşçasına ve sadaka dağıtır gibi yapması, yurttaşlık bilincinin yokluğunda, bunu uyrukların birer lütuf gibi görmesini de kolaylaştırır. Bu noktada da devletin uyruklarına lütfettiği sadakanın, zamanı geldiğinde o uyruklardan tahsil etmesi de mantıksız değildir. Gerektiğinde, zor duruma düşen bir aile reisi de, bu zor zamanlarda o aileden daha fazla fedakârlık yapmasını isteyerek mutfakta duran kavanoza daha fazla nakit atılmasını isteyebilir.
Elbette, her ailede olduğu gibi, aile düzeni içinde yönetilen devletlerde de kol kırılır, yen içinde kalır. Aile sırlarının ya da sıkıntılarının dışarıya aksettirilmesi kabul edilemeyecek bir davranıştır. Ayrıca kendisi ve halihazırdaki destekçileri dışında hem ülke içindeki yurttaşları hem de diğer ulusları “düşman” olarak addeden bir devlet de, yine o düşmanlarla aynı fotoğrafa girmeyecektir. Bu durumda da iktidarın Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından açılan bağış hesaplarını -üstelik, ortada hiçbir yargı kararı yokken ve bu işlemin idari yolla yapılması hukuken mümkün değilken- bloke etmesi, hem iktidarın tek elden yürütülmesini şart kılan aile düzeninin korunmasını hem de “düşmanın elini güçlendirmemeyi” ve muhalefet karşısında zayıf düşmemeyi sağlayacaktır
Vergi tahsil eden modern bir devletin uyruklarına IBAN numarası vermiş olması modern insan için inanılmaz görünebilir ama elbette o devletin bunu yapmakta bir sakınca görmemesi sadece ve sadece kendi suçu değildir.