Solunum Cihazları, Maskeler ve Eski Normal

Solunum cihazları

İtalya’da salgının en yoğun sürdüğü, insanların yoğun bakım birimlerinin koridorlarında yatmak zorunda kaldığı, doktorların da hangi hastaların solunum cihazına bağlanacağı, dolayısıyla hangilerinin ölüme terk edileceği konusunda karar vermek durumunda kaldıkları günlerde, solunum cihazlarının vanalarında cihazın kullanım dışı kalmasına yol açacak sorunlar çıkması üzerine Brescia kentindeki hastane yetkilileri, vanaları üreten şirket ile temasa geçti ve kendilerine vana tedarik etmesini istedi. Şirketin elinde vana bulunmadığını bildirmesi üzerine de vanaların şemalarını isteyen hastaneye şirketin cevabı olumsuz oldu. Hastane bunun üzerine kamuoyundan yardım istedi. Sonuçta iki girişimci mühendis, ellerinde bir şablon olmadan, deneme yanılma yöntemi ile söz konusu vanaları 3 boyutlu yazıcılarda ürettiler, üstelik firmanın fiyatına kıyasla neredeyse bedava denebilecek bir maliyetle. Firmanın ürününe göre daha ilkel olsa da üretilen vanalar işe yaradı ve söylenenlere göre birçok hayat kurtardı.

Ama öykü mutlu sonla bitmedi -solunum cihazlarını üreten ve aynı zamanda bakım, onarımını da üstlenen şirket, patentli bir ürünü yasal olmayan yollarla ürettikleri gerekçesiyle mühendisler hakkında dava açma tehdidinde bulundu. Anlaşıldı ki, firmanın ürettiği solunum cihazları ve bu cihazların her bir parçası çok sıkı patentlerle korunuyordu. Öykünün nasıl sonlandığını bilemiyorum. Ne kadar aradıysam da olayın sonrasına dair bilgi bulamadım. Muhtemeldir ki şirket, kamuoyundan gelen tepkileri duyunca dava açma tehdidinden vazgeçmiştir. Solunum cihazı gibi çoğu kişinin adını önceden duymuş olsa bile tam olarak ne olduğu, nasıl çalıştığı konusuna fikir sahibi olmadığı ama ne denli hayati olduğunu acı deneylerle öğrendiği bir tıbbi cihazın sadece tümü üzerinde değil, tek parçaları üzerinde, kriz dönemlerinde bile sıkı sıkıya korunan fikrî mülkiyet hakları olduğu öğrenmek çoğu kişi için şaşırtıcı oldu.

Asıl şaşkınlık birçok ülke, özellikle de ABD apar topar solunum cihazı üretmeye kalktığında yaşandı. Meselenin sadece birkaç parçayı bir araya getirmenin çok ötesinde, oldukça çetrefilli bir mesele olduğu çıktı ortaya. Zor olan cihazın üretimi değildi. Zira cihaz basit sayılabilecek bir ilke ile çalışıyor ve bu teknoloji yaklaşık yüz yıldır biliniyor. Ancak özellikle son dönemlerde bu cihazlarda büyük çaplı teknolojik gelişmeler yaşandı ve çeşitli sensörler, monitörler ve hastanın solunumu izlemeye yarayan bir dizi özellik eklendi. Cihazın asıl işlevine çok da fazla bir şey eklemeyen bu ilave özellikler sayesinde solunum cihazları daha pahalı hale geldi, üretimi zorlaştı, işletimi ve bakımı giderek daha fazla uzmanlık gerektirir oldu. Solunum cihazlarındaki teknolojik gelişme bu cihazları basitleştirip, ucuzlatacak yönde değil, tam tersine giderek daha karmaşık hale gelmesine ve daha pahalı üretilmesine yol açacak yönde yaşandı. Giderek karmaşıklaşan ve ancak uzman personel tarafından kullanımı mümkün hale gelen bu cihazlar üzerindeki fikrî mülkiyet hakları ve patentler de cihaz fiyatlarının artmasına katkıda bulundu. Gelinen durum öylesine vahim ki, birçok ülke bu cihazlara erişemiyor. Bugün Orta Afrika Cumhuriyeti’nde toplam 3, Güney Sudan’da ise sadece 1 (yazı ile bir) adet işler durumda solunum cihazı olduğu tahmin ediliyor.

Solunum cihazlarındaki sorunu ABD birinci elden yaşadı. 2003’teki SARS salgınının ardından 2006 yılında ABD Sağlık Bakanlığı bünyesinde İleri Biyomedikal Araştırma ve Geliştirme Birimi (BARDA) kuruldu. BARDA ilk iş olarak da daha ucuz, daha basit ve kullanımı kolay solunum cihazı modelleri geliştirmenin yollarını aradı. Hatta birim bünyesinde ucuz, taşınabilir ve çabuk kullanıma hazır solunum cihazı tasarımı bile geliştirildi. Birim çalışanlarının hazırladığı ve Senato’ya sunulan belgelerde solunum cihazları teknolojisinin gereksiz yere aşırı karmaşık, pahalı ve kullanımının zor olduğu vurgulandı. Daha sonra bu basit solunum cihazlarının yapımı için açılan milyar dolarlık ihaleyi kazanan firma 2011 yılında bir prototip bile hazırladı. Ancak 2012 yılında sektörün devlerinden olan Philips, şirketi satın aldı ve projeye son verildi. Sonuçta proje başarılı olsaydı fiyatı 3.000 dolar civarında olacak solunum cihazlarının yerine, bugün Philips’in en ucuzu 10.000 dolar olan cihazları kullanılıyor.[1]

Solunum cihazlarının bu durumu belirtmek gerek ki uç bir örnek değil; tam tersine sağlık ve ilaç sektörü ile tıbbi cihazlar üretiminde yaşanan sıkıntıların neredeyse kusursuz bir örneği. Bir kere, sağlık ve ilaç sektöründe tekelleşmenin ne denli tehlikeli olabileceğinin, genel toplum çıkarları ile ters düşebileceğinin bir örneği. Ama daha derinde, son kırk yıllık dönemde kapitalizmin kamu yararı, halk sağlığı gibi değerlerden ne kadar uzaklaşabildiğinin, insan sağlığını hiçbir şekilde umursamayan ve tek güdüsü kâr olan bir sistemin nasıl yerleştiğinin, teknolojik gelişme dediğimiz şeyin de özellikle son kırk yılda kapitalizmin emrine girmiş olduğunun da bir örneği. Öte yandan bir toplumun neyi, nasıl ve hangi miktarda üreteceğine ve bu üretilenlerin hangi fiyattan satılacağına karar verme yöntemi olarak piyasa mekanizmasının, herhangi bir müdahale olmadığı takdirde tekelleşmeye ve toplum çıkarları ile çelişen sonuçlara yol açabildiğini de gösteriyor elbette. Solunum cihazları meselesi, patent hakları ile korunan teknolojik gelişmenin ve inovasyon adı altında araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin aslında, kısa dönemli teknolojik rant sağlamanın bir aracı olduğunu da ortaya koyuyor.

Oysa son yılların gözde terimi inovasyon, ne kadar masum ve ne kadar büyüleyici duruyor değil mi? İnovasyon kelimesine bugün yüklenen anlamlar, kelimelerin gücü ve zihinlerimizde baskı kurabilme gücünün bir örneği. Bilim ve sanayinin bir araya gelmesini ifade eden o gizemli kelime, ne kadar çok şey vaat ediyor değil mi? İnovasyonu eleştirmek, neredeyse düz dünyayı savunmak, aşı karşıtı olmak kadar saçma, o denli akıldışı, bilim karşıtlığı ile eşdeğerde çoğu insanın gözünde. Bugün, bilimsel ilerlemenin değilse de bilimin uygulanması konusunda neredeyse tek yol olarak önümüze konulan inovasyon kelimesinin öyküsü, kapitalizmin önce zihin dünyalarında hakimiyet kurmasının öyküsü aynı zamanda. Önce kelimelere eski anlamlarının ötesinde yeni anlamlar yükleniyor, sonra bu kelimeler kutsal, büyülü bir âlemden gelen dokunulmaz, eleştirilmez kavramlarmış gibi çıkıyor karşımıza gündelik hayatta.[2] Oysa ne kadar yüce bir anlam yüklenirse yüklensin, günümüzde inovasyon, kapitalizmin tüm pisliklerine bulanmış bir kelime. Bugün inovasyon, firmaların tekelci konumlarını korumanın ve kısa dönemli kârlarını (teknolojik rant) arttırmanın bir yolu. Dahası yaratıcılığın kâra dönüştürülmesinin eşsiz bir aracı olarak inovasyonun kendisi günümüz koşullarında bir metaya dönüşmüş durumda. Hiç bitmek bilmeyen ve çoğu da gerekli olmayan yenilikler yoluyla, bir ürünü giderek daha pahalı, daha erişilmez yapmanın bir yolu.

Bu kadar da değil, yine son dönemin pek övülen, çoğu yerde akademik faaliyetin bir ölçüsü olarak görülen patentler de tam olarak bu tekelleşmeye hizmet ediyor. Sağlık, tıbbi cihazlar ve ilaç sektörleri patentlerle en sıkı korunan sektörler arasında. Bu salgın sırasında adı pek sık geçen ve özellikle sağlık çalışanlarının mutlaka kullanması gerektiği vurgulanan N95 maskelerinin patenti büyük ölçüde 3M firmasında. Bundan başka 3M firmasının içinde “N95” ve “solunum cihazı” (respirator) kelimesi geçen 440 patente sahip olduğu söyleniyor. Bütün bunlar koruyuculuğu yüksek maskelerin geniş çaplı üretilmesinin önündeki en büyük engellerden biri. Covid-19 salgını ile birlikte kamuoyunda en net algılanan şeylerden biri, patent ve fikrî mülkiyet hakları üzerindeki bu korumanın özellikle sağlık sektöründe ne denli büyük tehlikelere yol açabildiğini görmek oldu. Üstelik uzun dönemli baktığınızda daha salgının başındayız -bitti, atlattık demeye çok var. Yaşanan bu sorunlar karşısında Kosta Rika, salgın ile baş edebilmek için gereken tüm patentlerin bir havuzda toplanmasını ve bunlara ücretsiz erişilebilmesini önerdi. Birçok ülkenin ve Dünya Sağlık Örgütü’nün desteklediği bu öneri henüz hayata geçmiş değil.[3]

Hele bir de aşı bulunduğunda olabilecekleri tahayyül edin. Aşı bulunduğunda birileri mutlaka patent ile koruma altına almaya çalışacak. Hatta belki aşı bulunduktan sonra sadece şirketler değil, ülkeler arasında da aşı savaşları çıkabileceği tahminleri de var -tüm dünyada aşının adil dağılımının nasıl sağlanacağına, sahiden de aşıya ihtiyacı olanlara nasıl ulaştırılacağına ilişkin soru işaretleri var. Oysa halk sağlığında bugün bulunduğumuz noktaya gelmemizi sağlayan birçok buluş için geçmişte özellikle patent alınmadığını da biliyoruz: Bir yanda penisilini bulan ve ısrarla patent almayı reddeden ve “Penisilini ben bulmadım ki, doğa buldu,” diyen Alexander Fleming’in ve geliştirdiği çocuk felci aşısı için patent alıp almayacağını soran bir gazeteciye “Güneş’in patentini alabilir misiniz?” diye cevap veren Jonas Salk’un gösterdiği alçakgönüllülük; öte yanda günümüz şirketlerinin dinmek bitmek bilmeyen kâr güdüleri, inovasyon saplantıları ile bulduklarını patentler yoluyla koruma altına alıp kimsenin erişimine açmama hırsları. Ve daha da kötüsü son dönemlerde bilimlerin bu amaçlara hizmet edecek şekilde dönüşmüş olması.

Maskeler

Tamam, esas itibarıyla karmaşık makineler olan ve haklı ya da haksız patentler ile korunan  solunum cihazlarının seri üretiminde karşılan güçlükleri anladık diyelim. Peki ya maskeler konusunda karşılaşılan sorunları nasıl açıklamak gerekecek? Burada az önce sözü edilen N95 tarzı yüksek koruyuculuğu olanlardan değil, gündelik yaşamda kullanılması tavsiye edilen basit maskelerden söz ediyoruz. Maske dediğimiz eninde sonunda bir bez parçasının iki ucuna takılan iki lastikten ibaret, YouTube’da onlarca yapım videosunu bulabileceğiniz son derece basit, hatta ilkel diyebileceğimiz ürünler. Koca koca ülkelerin maske üretmekten aciz hale gelmesinin nedeni ne olabilir ki? Üstelik bunlar bugün bu gezegeni biçimlendiren temel (beşerî) güçler neyse, o güçlerin hemen hepsine sahip ülkeler. Soruyu daha basit sorayım, hatta biraz avamlaştırayım: Binlerce kilometre uzaktan fırlattığı bir füze ile hedefi birkaç metre hata payı ile vurabilecek silahları üretecek teknolojiye ve bu silahlardan yüzlercesini (binlercesini?) depolama kapasitesine sahip ülkeler nasıl oldu da en basitinden bir maskeyi üretip yurttaşlarına dağıtmayı beceremedi?

Maske gibi basit bir ürünün üretiminde karşılaşılan sorunlar, kapitalizmin son kırk yılda yaşadığı ve kimilerinin neoliberalizm dediği cinnet halinin kaçınılmaz sonucu. Kırk yılda adım adım kurulan, her aşaması akılcı ve etkin tekniklerle örülen bir üretim sisteminin sonunda nasıl akıldışı bir noktaya gelebildiğinin örneği: Birçok açıdan kusursuz sayılabilecek bir örgütlenme tarzının insan hayatını, insan olmanın en temel gereklerini umursamaz bir noktaya gelebildiğinin bir örneği. Maske gibi basit bir ürünün temininde karşılaşılan bu sorunlar Batı toplumlarının son kırk yılda geçirdiği dönüşümü tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.

Sorun, kapitalizmin üretim denen “baş belasını” 1980’li yıllardan bu yana sistemli olarak düşük ücretli ülkelere göndermiş olmasında yatıyor. Gelişmiş ülkeler açısından bakıldığında sanayisizleşme olarak anılan bu süreç ile başta demir, çelik, kömür, tekstil gibi sanayi kollarında üretim ya terk edildi ya da koşulların uygun olduğu, düşük ücretli azgelişmiş ülkelere taşındı. Bu süreçte Britanya’da Kuzey İngiltere olarak adlandırılan ve hiç tereddütsüz kapitalizmin doğum yeri olarak adlandırabileceğimiz birkaç bölge arasında sayılması gereken yöreler, Almanya’da Ruhr Havzası ve ABD’de Pas Kuşağı (Rust Belt) olarak bilinen bölgede yer alan yerleşimler geleneksel işçi sınıfı niteliğin kaybedip, yeni kimlikler aramak zorunda kaldı. Kapitalizmin 1980 sonrasındaki bu yeniden yapılanmasına ve bunun coğrafyasına dair çok şey yazıldı ve söylendi, uzun uzun üzerinde durmaya gerek yok.

Bu süreç 80’lerden bu yana yaşadığımız küreselleşme dalgasının temelini oluşturuyor. O tarihlerden bu yana bu sistem daha da gelişti, ulaşım ve iletişim teknolojilerinde yaşanan büyük değişimler sayesinde neredeyse kusursuz sayılabilecek bir mükemelliğe erişti. Elbette, üretimdeki bu küreselleşmenin vardığı mükemmel seviyeyi ifade eden bir terim var kapitalizmin sözlüğünde: uluslarası tedarik zinciri. Tedarik zinciri denen şey, en altta başta Çin ve onun yanında da bazı düşük ücretli ülkelerin yer aldığı, biraz da besin zincirine benzetebileceğimiz bir ilişkiler ağı.

Ulaşım, iletişim teknolojileri son kırk yıllık dönemde o denli gelişti, hızlandı ve toplam maliyetler içindeki payı öylesine azaldı ki, herhangi bir malın istenilen bir anda, herhangi bir yerde bulundurulmasında artık bir sorun yok. Dolayısıyla herhangi bir malın stoğunun bulundurulması da gereksiz bir yük firmalar açısından. Bu ara mallar olduğu kadar nihai ürünler için de geçerli. Hele tüketim malları için ideal bir sistem sıfır stoklu üretim -zira tüketici tercihleri eski dönemler için düşünülmesi mümkün olmayan hızlarda değiştiği için, örneğin bu yıl tutulan bir giysi modelinin seneye tutulacağının garantisi yok. Bu sayede ürün üzerinde hızla değişiklik yaparak tüketici tercihlerindeki değişimlere uyum sağlamak, neredeyse kişiye özel üretim yapmak mümkün hale geliyor. Sistem, hız üzerine kurulu son derece etkin bir sistem; bu hız sayesindedir ki, gelişmiş ülkelerin imalat sanayisi denilen dert (ve elbette örgütlü işgücü) ile uğraşmasına gerek kalmıyor, tasarım sayesinde talep üzerine yoğunlaşarak, tüketici talebini yönlendirmek mümkün hale geliyor. Tüketim toplumu ile kastedilenlerden biri de bu zaten -bir malın üretilmesi, bir yerden diğerine taşınması sorun olmaktan çıkınca, toplumda önceki dönemlerde üretimin oynadığı temel rolü tüketim üstleniyor, tüketim toplumun belirleyici gücü haline geliyor. İşgücü açısından bakıldığında bütün bu olanlar, örgütlü işçi kesiminin darmadağın olması, yarı-zamanlı, geçici ve düşük ücretli işlerde çalışan kesimin ağırlık kazanması anlamına geliyor. 

Bu sistem görünürde pek etkin, en kısa sürede azami kârı garanti ediyor çünkü. Bu sistemin sürdürülebilmesi akımların kesintiye uğramamasına bağlı. Çin, Vietnam, Bangladeş ya da hangi ülkede ise üretim, bir sorun olmadan gerçekleştirilmeli, üretilen ürün yine bir sorun olmadan gemilere yüklenmeli ve gemiler de gideceği yere sorunsuz bir şekilde zamanında varabilmeli. Bu ilişkiler ağının herhangi bir noktasındaki kesinti, bir saat kusursuzluğu ile çalışması gereken uluslararası tedarik zincirinin aksamasına yol açabilir. Son otuz-kırk yılın işletmecilik eğitimi de büyük ölçüde bu tedarik zincirinin nasıl örgütleneceği üzerine kurgulandı. Yine son dönemlerde üniversite eğitim programlarında adını sık sık duyduğumuz uluslararası ticaret ve lojistik programları da bu zincirin farklı evrelerinin örgütlenmesi sanatını öğretmeyi amaçlıyor.

Yine karşımızdaki şatafatlı, gösterişli terimler (uluslararası tedarik zinciri, sıfır stok üretim) bu sistemin en iyisi olduğu, bu sistemin hep var olacağı, alternatifinin olmadığı sanrısını işliyor. Kapitalizmin zihinler üzerindeki gücünün bir kısmı, burada da kelimelerin gücü üzerinden kuruluyor. Öyle ki, kapitalizmi hep vardır sanırsınız, onun olmadığı bir dünya hayal bile edemezsiniz. Hatta bu sanrı o dereceye varır ki, kapitalizmin olmadığı bir dünya tahayyülü, neredeyse dünyanın sonu ile eşanlamlı hale gelir. Kapitalizmin olmadığı bir dünya hayal etmektense, dünyanın sonunun geleceğini hayal etmek daha kolay gelir insanlara. Kapitalizmin kendi sonunun dünyanın da sonu olduğuna inandırır herkesi.[4]

İşte bu salgın sırasında çoğu kişinin duyduğuna emin olduğum “tedarik zincirleri aksadı” sözü, önce Çin’in sonra da salgının yayıldığı diğer ülkelerin üretememesi anlamına geliyor. Sınıfın çalışkan ve açgözlü çocuğu, hastalanıp da sözlerini tutamayınca, dünyanın geri kalanına ara malı ve tüketim malı akımı kesintiye uğradı. Sonra bu kesinti daha da büyüdü -limanlar durdu, gemiler durdu. Okyanuslarda dolaşan gemilere ister yük gemisi olsun ister cruise gemisi olsun, yüzen mikrop yuvası muamelesi yapılıyor, işçiler sanayi tesislerinde bir araya gelemiyor salgın kaygısı ile.

Bu sistem -adını bir daha, bir daha söyleyeceğim neoliberalizm denilen cinnet hali- Batı toplumlarında çok ciddi ve etkileri yıllarca sürecek izler bıraktı. Bu sistem Batı’nın tüm üretim altyapısını ve en az onun kadar önemlisi, üretim kültürünü yok etti. Olay bu kadar basit işte: Tek kutsalı en kısa sürede en yüksek kâr olan sistem, acil durumda hayati önemde olan basit bir bez parçasını bile üretebilme kabiliyetini kaybetti. Solunum cihazı gibi (aslında bugünkü teknoloji düzeyine göre basit ama en azından maskelere kıyasla) karmaşık makineleri bırakın, hadi kendi yurttaşlarını da bırakın, yoğun bakım hastalarına müdahale edecek sağlık personeli için gerekli maskeleri ve koruyucu giysileri bile üretemediğini gördü çoğu toplum şaşkınlık içinde. En basit tekstil ürünlerini üretebilmek için gereken altyapı da, bilgi birikimi de (bir büyülü sözcük daha, “know-how”) kaçıp gitmişti çoktan. Bir zamanların tekstil devi, sanayi devrimini yapan, daha önemlisi bunun teknolojik, entelektüel ve kültürel altyapısını oluşturan, dünyaya yayan koca Britanya, Türkiye’den ve diğer ülkelerden gelecek sağlık malzemelerinin yolunu bekler, bu malzemeler bir iki gün gecikince panikler duruma düştü.

Akla, bilime dayanan, her noktasında teknolojinin son imkânlarını kullanan bir sistemin bu denli akıl almaz, akıldışı bir noktaya gelmesi komik değil mi? Tek ölçüt kısa dönemli kâr, hemen kâr, hem de en çok kâr olunca, önce tüm toplum, ardından da tüm dünya bunu sağlayacak ve güvence altına alacak şekilde yeniden kurulunca, sistem akıldışında sonuçlandı hızla. Geriye, solunum cihazı beklerken hayatını kaybeden, marketlerde tuvalet kâğıdı için birbirleri ile yumruk yumruğa kavga eden insanların utancı kaldı. Ama unutmamak, hep vurgulamak gerek, bugün yaşadığımız maske bile üretememe hallerine adım adım geldi Batı toplumları -bu gelişin, bu akıl tutulmasının her aşaması da belgelendi, anlatıldı üstelik. Bu denli hesapsız bir tüketme çılgınlığının bir ucunda tüketimin her türünü neredeyse bir varoluş hakkı gören (tüketiyorum öyleyse varım!), tüketimi yurttaş olmak ile özdeş gören Batı toplumu tüketicileri var. Diğer uçta, tekstil devlerinin ucuza üretebilmek için boğaz tokluğuna çalıştırdığı, Nisan 2013’te çöken ve 1.134 kişinin ölümüne yol açan Rana Plaza’da hayatını kaybeden Bangladeşli işçiler var; Çin’de zorla çalıştırılan mahkûmlar var.[5]

Eski normal  

1980’lerden bu yana yaşanan, Fukuyama ve diğerleri sayesinde bir ara neredeyse “tarihin sonu” olduğuna inandığımız bu dönemin, salgın ile birlikte ortaya çıkan bir diğer sonucu devletin ekonomiye müdahale gücünü büyük ölçüde yitirmiş olduğunu görmek oldu. Sermayenin küresel ölçekte öylesine fütürsuzca her istediğini yapabildiği bir dönem oldu ki geçtiğimiz dönem, piyasanın acımasızlığına karşı bir şeyler yapabilecek temel kurumlardan biri olan ulus-devlet, ekonomiye müdahale edebilme kabiliyetini kaybetti. Belki de sahiden küresel bir -neydi o büyülü kelime? Evet buldum- “yönetişime” geçmenin vakti geliyor. Günümüz ulus-devletleri sermayenin çıkarlarını güvence altına alan kurumlara indirgendi, işler iyi gittiği sürece bunun yeterli olduğuna inandı herkes. Tüm risk hesapları bunun üzerine kuruldu; böylesi bir salgının gelmekte olduğuna ilişkin uyarılar görülmedi, duyulmadı. Amerika yerlilerinin kıyıya yanaşan İspanyol gemilerini gördükleri ama algılayamadıkları, bunun için de herhangi bir karşı eylemde bulunmadıkları rivayet olunur. Kapitalizm de tıpkı gördükleri karşısında donakalan Amerikan yerlileri gibi, sermayeye zarar verebilecek, çalışma koşullarını sekteye uğratabilecek ihtimaller dışında hiçbir şeyi görmedi. Çünkü tüm risk algısı, sermayenin sorunsuz çalışma koşullarını garantiye almak üzerine kurulu idi. Tüm o çok bilmiş uzmanlar da sadece bunun eğitimini görmüş idi. Sağlık sektöründeki tekelleşme, patent hakları gibi sorunların yaratabileceği riskler tanım gereği kapsam dışında kaldı. Bunun bir örneği 2008 krizinde de yaşandı -tek yapılan ne denli kırılgan olduğu sonradan da ortaya çıkan mali kurumları abartılı bir şekilde desteklemek oldu. 2008 krizi olası bir başka krizin sonuçlarını katlayacak şekilde çözüldü.

Benzer bir tepkisizlik, umursamazlık 1980’lerden bu yana giderek büyüyen ülkeiçi eşitsizlikler konusunda da gözlenmedi mi? Sosyal bilimlerin son dönemlerdeki en büyük katkılarından biri gelişmiş ülkelerde büyüyen eşitsizliği belgelemek, bu eşitsizliğin farklı yönlerini ortaya koymak oldu. Bu konuda, başka çok az konuda olduğu kadar çok şey yazıldı, söylendi. Çok da umursayan olmadı açıkcası. Ne zaman toplumların içinde giderek büyüyen eşitsizliklerin sermayenin sorunsuz çalışmasını engelleyebileceği görüldü, işte o zaman eşitsizlik bir tehdit, bir sorun olarak algılanmaya başladı; ancak o zaman Davos toplantılarında kendine yer bulabildi eşitsizlik sorunu. Söylenen, sorun olarak tanımlanan da eşitsizliğin sistemin o büyülü etkinliğini bozduğu meselesi idi sadece. Çok net değil mi? Kapitalizm, kimi ne kadar sömürdüğünü umursamaz -ne zaman eşitsizlik, yoksulluk sistemin işleyişi için sorun yaratırsa, ancak o zaman gündeme gelebilir kitlelerin yoksulluğu.[6]

Salgın sayesinde ortaya çıkan bir diğer şey de, servetlerini küresel akımlara borçlu olan birçok şirketin devleti de, toplumu da umursamadıklarının, hatta kendilerini devletin ve toplumun üzerinde gördüklerinin anlaşılması oldu. Üstelik bu şirketlerin önemlice bir bölümü bulundukları yere “inovasyon” sayesinde gelen ama bugün tekelci konumlarını sağlamlaştırmak için şimdiye dek burun kıvırdıkları toplumdan ve devletten ayrıcalık dilenen şirketler. Bunlar arasında kimler mi var? Salgın süresince iki hafta içinde servetini 105 milyar dolardan 130 milyar dolara çıkaran ama hastalığıa yakalanan çalışanlarına ücretli izin bile vermeyen Amazon’un kurucusu Jeff Bezos; Britanya vergilerinden kaçmak için kendi deyimiyle “vergi sürgünü” olarak yaşadığı Virgin Adaları’ndan sahibi olduğu havayolu şirketini kurtarması için hükümete biraz sevgi, biraz tehdit dolu mesajlar gönderen Richard Branson ilk akla gelenlerden.[7] Bu şirketler, battıkları takdirde tüm ekonomiyi de batırabilecekleri (2008 krizinden sonra moda olan deyimiyle “too big to fail”) korkutmacası ile bir şeyler koparmak derdine düştüler bu salgın günlerinde.

O tüketim toplumunu yaratan, o tıkır tıkır işleyen tedarik zincirinin, sıfır stoklu üretimin bir bedeli de güvencesiz işlerde düşük ücretlerle çalışan kesim -hani bugün ön cephe savaşçıları, kilit önemdeki çalışanlar diye yere göğe sığdırılamayan hizmet sektörü işçileri. İlk sorunda hemen ücretsiz izne gönderilen, çalışmaya devam edebilenleri ise hizmet sektörünün kimi görünür, kimi görünmez gizli labirentlerinde ter döken, getir götürlere bakan, hiçbir güvencesi olmayan kesim –taşeron işçiler, temizlik işçileri, kuryeler, kargocular, özel güvenlik çalışanları. İkiyüzlülükte de kapitalizmin üstüne yoktur elbette -karantina altındaki insanlara balkonlarından alkış tutturarak, kendi günahlarının kefaretini, vicdani yükünü de yine bizlerin üzerine yıkar.[8]

Yaşamakta olduğumuz günler bırakın uzun dönemi, bir hafta sonrasına dair bile kehanette bulunmanın mümkün olmadığı günler. Geleceği bildiğini söyleyen gerçek ya da sahte peygamberlerin zamanı değil. Bugün çok muhtemel, oldu olacak gibi görünen bir şeyin yarın çok uzak görünebileceği zamanlardayız. Dünün kahramanlarının çok kısa sürede soytarıya dönebileceği günler bu günler. Gerçeklerin, gerçek bildiğimiz şeylerin, daha önce hiç bilmediğimiz bir hızda tam karşıtına dönüşebileceğini bilerek konuşmak gereken günlerdeyiz.

Tüm toplumun sabır eşiğinin düştüğü, hemen herkesin bir kurtarıcı (bir ilaç, bir aşı, bir “paket”) beklediği, söylenen bir söze, o sözü söyleyenin yüklemediği bir anlam yükleyip, hemen ertesinde hayal kırıklığı yaşayabileceği günlerdeyiz. Gerçeğin yerini hurafenin alabildiği, hemen ertesi gün o hurafenin yerine daha büyüğünün geçebildiği günler bugünler. Tek yol gösterici bildiğimiz bilimi savunan, bize anlatan bilim insanları bile bugün doğru dediklerine yarın yanlış diyebiliyorlar. Toplumun kafa karışıklığı olarak gördüğü şeyin aslında bilimin ilerleme tarzı olduğunu anlatmaya çalışıyorlar çaresizce. Bilimin normal zamanda yaptıklarını, yapabildiklerini hızlı çekimde yapmasını bekliyor herkes. Daha düne kadar hoyratça kullandığı, kullanmak ne kelime, son damlasına kadar tükettiği eski normalini arayan insanlar, Ortaköy’de yunusların sahile yanaşmasını, karbon salınımının bu kadar kısa sürede hiç beklenmedik düzeylere inmesini izliyor hayretle.

Takvim zamanı olarak çok yakın olsa da artık geçmişin çok uzakta olduğu ama geleceğin de henüz gelmediği günlerdeyiz. Bunun içindir ki geriye, eski normale bakmak için en uygun zamanlardayız. 1990’lardan bu yana, “Kısa 20. Yüzyıl”ın[9] bitişinden bu yana geçen otuz yıllık sürede belki de arafta yaşadık hep; belki de yaşadığımız bu cinnet hali, adımımızı şimdi atacağımız geleceğin kapısı. Tarih bitmedi ama belki de durdu 90’larda ve 2020’de yeniden dönmeye başlayacak tarihin saati; belki de 21. yüzyıl şimdi başlayacak.

Bugünleri hatırımıza kazıyarak yaşamak gerek ama eski normalin ne kadar berbat ve tam anlamıyla bir cinnet hali olduğunu unutmadan ve mümkünse kaydını tutarak…

[1] BARDA, solunum cihazları öyküsünü birkaç kaynaktan derledim. İlk başta Azmeh’in yazısı yol gösterdi. Bkz. Shamel Azmeh, “The Perverse Economics of Ventilators”, 16 Nisan 2020, Project Syndicate, https://www.project-syndicate.org/commentary/ventilator-shortage-reflects-profit-driven-innovation-by-shamel-azmeh-2020-04. Diğer kaynaklar: https://www.propublica.org/article/taxpayers-paid-millions-to-design-a-low-cost-ventilator-for-a-pandemic-instead-the-company-is-selling-versions-of-it-overseas. Philips’in konuya ilişkin açıklaması için bkz. https://www.usa.philips.com/a-w/about/news/archive/standard/news/articles/20200331-philips-statement-on-its-ongoing-collaboration-with-hhs-and-barda.html

[2] Kelimelerin günümüz kapitalizminde ne denli önemli bir rol oynadıklarına dair çok önemli ve eğlenceli bir kitap için bkz. John Patrick Leary, Keywords: The New Language of Capitalism, Haymarket Books, Chicago, 2018. Ayrıca son dönem Türkiye’sinde kelimelerin nasıl önemli bir yeri olduğuna dair bkz. Tanıl Bora, Zamanın Kelimeleri: Yeni Türkiye’nin Siyasi Dili, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018.

[3] Joseph E. Stiglitz, Arjun Jayadev, Achal Prabhala, “Patents vs. the Pandemic”, 23 Nisan 2020, Project Syndicate, https://www.project-syndicate.org/commentary/covid19-drugs-and-vaccine-demand-patent-reform-by-joseph-e-stiglitz-et-al-2020-04

[4] Dünyanın sonu deyince elbette ki Jameson ve Zizek var hatırlanması gereken. Ama en az onlar kadar, hatta belki onlardan daha bile fazla katkıda bulunan ama adı pek sık geçmeyen Fisher’ın adını mutlaka anmak gerek burada. Bkz. Mark Fisher, Capitalist Realism, 2009, John Hunt Publishing, New York.  

[5] Oğuz Işık, “Noel kartları, Mesut Özil ve Çin kapitalizmi”, Gazete Duvar, 27 Aralık 2019, https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/12/27/noel-kartlari-mesut-ozil-ve-cin-kapitalizmi/

[6] Eşitsizlik meselesinin Davos gündeminde yarattığı panik hakkında bkz. https://www.theguardian.com/commentisfree/2019/jan/23/panic-davos-inequality-global-elite

[7] https://www.theguardian.com/world/2020/apr/26/heads-we-win-tails-you-lose-how-americas-rich-have-turned-pandemic-into-profit ve https://www.reuters.com/article/us-amazon-stocks-idUSKBN22B2ZU

[8] Burada Pınar Öğünç’e Gazete Duvar’daki yazı serisi dolayısıyla kocaman bir teşekkür etmek gerek: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/05/01/bu-ulkeyi-isverenler-mi-yonetiyor-yani/ Öğünç’ün yazıları hakkında ayrıca bkz. Derviş Aydın Akkoç, “Pınar Öğünç'ün Etiği”, Birikim Güncel, 29 Nisan 2020, https://www.birikimdergisi.com/haftalik/10062/pinar-ogunc-un-etigi

[9] Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914- 1991, Aşırılıklar Çağı, Everest, 2010, İstanbul.