İlk başta, hemen yanlışımı düzelteyim: Resmî adı “100. Yıl Özel Oturumu” olan bir TBMM oturumu yok. TBMM’nin açıldığı tarihin 100. yılına denk gelen 23 Nisan 2020 tarihli 27. Dönem 3. Yasama Yılı 88. Birleşim’i var. Bu oturumda hatipler, günün anlam ve önemine binaen konuşmalar yaptılar. Mithat Sancar’ın HDP Eş Genel Başkanı sıfatıyla yaptığı konuşma ise TBMM’de o gün yapılan konuşmalar içinde en fazla ses getireni, eleştirileni oldu denilebilir.
Mithat Hoca’nın konuşması başlar başlamaz anaakım TV kanalları reklam arasına girmeyi tercih ettiler. İktidar yanlısı gazeteler ise yaygın olarak HDP isimli bir parti, Mithat Sancar isimli bir milletvekili ve eşgenel başkan yokmuş gibi davranmaya devam ettiler. 1 Kasım 2015’ten bu yana süregiden bu medya ambargosu zaten bilinegelen bir husus; Sancar’ın o günkü konuşmasına özel değildi.
HDP’ye yönelik bu görmezden gelme, yok sayma artık vaka-i adiyeden ancak, konuşmasında ilk Meclis’i öven, Millî Mücadele’yi olumlayan ve Mustafa Kemal’e ilişkin olumlu cümleler sarf eden üslubu nedeniyle Mithat Sancar, kendi mahallesi ve komşu mahallelerin esnaflarınca da yerden yere vuruldu. “Mavri Thallassa” adlı Youtube kanalında konuşan Tamer Çilingiroğlu da bu isimlerden birisi. Çilingiroğlu, Sancar’ı Kurtuluş Savaşı diye bir savaşın olmadığını bilmemekle; konuşmasında “Pontus Soykırımı’ndan bahsetmemekle”, “Mustafa Kemal’i övmekle” tarihi Hasan İzzettin Dinamo’dan (Kutsal İsyan kitabı) öğrenmekle suçluyor. Aydınlık gazetesi ise 30 Nisan’da, Sancar’ın “‘Özerlik İçin Anayasa Değişikliği Talebine Tepki: 'Türkiye’yi Bölelim’ Diyor” başlığını atmış. Aydınlık, Sancar’ın konuşmasından “Adam Bölücülüğü Anlatıyor” (ki haberin alt başlıklarından biri bu) diye bahsediyor. Ahaber’den Bülent Erandaç da “Polit Bürosu’nun Manidar Anatomisi” (27 Nisan 2020) başlıklı yazısında Sancar’a laf yetiştirmeye çalışıyor. Sancar’ın bu fikirlerinin arkasında CHP’nin olduğunu vb. söylemeye getiriyor: “CHP-Kemal Kılıçdaroğlu Polit Bürosu’nda IMF-NATO- Almanya- ABD- TÜSİAD- HDP-sosyalistler- darbeseverler- Fetö Aşıkları, sivil oligarklar, Gardrop Atatürkçüleri var fakat halk yok” diyor yazar. Erandaç’ın makalesini post-truth çalışan meslektaşlarıma tavsiye etmeyi unutmayayım.
Artık muhalif olmaya karar veren Ali Bayramoğlu ise Karar gazetesinde 30 Nisan’da yayımlanan “HDP ve Sancar” başlıklı yazısında Sancar’ın konuşmasından müspet ifadelerle bahseder:
Mithat Sancar bunun bir örneğini 23 Nisan günü mecliste yaptığı konuşmayla verdi. Konuşması meclisin az gördüğü bir üslup ve içerik kalitesi taşıyordu. O konuşurken Bahçeli bile konuşurken kulak kesilmişti. Konuşmasında, Kürt meselesini merkeze almadı. Günü vesile bilip HDP’nin karşı karşıya kaldığı ağır koşulları dile getirmeyi, pozisyon siyaseti yapmayı da tercih etmedi. I. TBMM’nin oluşumunu, millî mücadelenin yerel direniş örgütleri ve yerel kongre iktidarlarıyla bağını, tabandan yukarı çıkış öyküsünü, yasalcılığını, çoğulculuğunu ve gücünü anlattı.
Devlet Bahçeli’nin “bile” Sancar’ı ciddiye alması sadece Bayramoğlu’nun dikkatini çekmez. Nedense aynı noktaya Abdülkadir Selvi de değinir. Selvi, Hürriyet (24 Nisan 2020) gazetesinde yer alan “Meclis’te Koronavirüslü Oturum” başlıklı yazısında şöyle yazar:
HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’ın Meclis’in 23 Nisan özel oturumunda yaptığı konuşmaya da dikkat çekmek istiyorum. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin dahi dikkatle takip ettiği bir konuşma yaptı. HDP’lilerin klasik konuşmalarından farklıydı. Birinci meclisi oluşturan ruhu anlattı. ‘En güçlü Meclis’in yüzüncü yılını en zayıf Meclis’te kutluyoruz’ gibi esaslı eleştirilerde de bulundu. Ama bunu yaparken Kandil’e, İmralı’ya selam çakan bir dil kullanmadı. Tam aksine hukuk profesörü Mithat Sancar birikimini konuşturdu. Bu dile ihtiyaç var.
Devlet Bahçeli’nin Mithat Sancar’ın yazıları vb. takip etmesi hiç kuşkusuz Bahçeli için bile müspet bir gelişme; insanlar (veya Bahçeli) her yaşta eğitime açık olmalılar. Ama siyaseten bunun ne önemi var; tartışılır.
Selvi’ye katılmamak mümkün değil elbette: “Bu dile ihtiyaç var.” Lakin, Selvi’nin çok sevdiği “bu dil” aynı üslupla değilse de eskiden de vardı HDP’de. Meraklısı TBMM arşivinden Selahattin Demirtaş’ın ya da Sırrı Süreyya Önder’in konuşmalarını tarayabilir; Sancar’ınkine benzer birçok konuşma bulacaklardır. 2015 öncesinde uzlaşma masasına çağrıldığında da koşa koşa gelmişti parti; bu mevzu başka bir yazının konusu olabilir. Mithat Sancar’ın bir siyasetçiden çok bir “hoca” üslubuyla sakin sessiz, tane tane anlatması Selvi’nin dikkatini çekmiş; zaten kendisi de “Sancar birikimini konuşturdu,” diyerek ifade ediyor bunu. Evet bu dile ihtiyaç var ama biraz da Sancar ve partisinin tam olarak ne dediğini, ne demek istediğini sakin, sessiz, tane tane anlamaya, bir siyasetçi gibi değil bir sosyal bilim tartışması olarak ele almaya ihtiyaç var. Kanımca HDP’ye yapılan en büyük haksızlık da bu: Partinin ya yok sayılmak ile yerden yere vurulmak arasında savrulmak zorunda bırakılması ya da parti yönetim(ler)inin ve Abdullah Öcalan’ın icraat ve düşüncelerinin sorgusuz sualsiz, eleştirisiz kabul edilmesi.
Toparlayayım, Mithat Sancar’ın konuşması bu kalibredeki ilk konuşma değildi. Belki de artık AKP-MHP koalisyonunun HDP nefreti üzerinden mahallelerini tahkim etmeye yönelik politikalarından da sıkılmaya başlamış olacağız ki Mithat Sancar’ın konuşması her kesimden insanın dikkat çekti. Artık koalisyon ortaklarının “PKK-FETÖ Terör örgütü destekçisi HDP” terennümleri, cıvıldaşmaları da pek müşteri bulamıyor gibi! Elbette bu konuşmanın 23 Nisan 2020 gibi özel bir günde yapılmış olması da ve koronavirüs ile eve tıkılmış bir Türkiye kamuoyuna hitaben yapılması da bu etkiyi perçinledi.
Yerel Kongreler ve TBMM
Mithat Hoca’nın konuşması (ki konuşmaya TBMM’nin sitesinden erişmek mümkündür) 1920 ile 2020 meclislerinin karşılaştırması ana fikri üzerinde bina edilmişti. Bu çerçevede Mithat Hoca, iki meclisle ilgili kimi değerlendirmelerde bulundu. Konuşmasının başlarında şu noktaya dikkatimizi çekti:
… işgal altında bir ülke ve Millî Mücadele’nin devam ettiği şartlar. Çok ağır şartlar fakat bu şartlarda yerel kongreler organize ediliyor, ülkenin bütün bölgelerinde kongre toplantıları düzenleniyor, bu kongrelerle Millî Mücadele organize ediliyor. Aslında Meclis’in kuruluşuna giden yol da bu yerel kongrelerden geçiyor. Birinci Meclis yerel kongrelerin neredeyse aktığı bir deniz oluyor, yerel kongreler birer nehir, Birinci Meclis bu nehirlerin toplandığı bir deniz.
Elbette TBMM’nin doğrudan doğruya yerel kongre iktidarlarının bir izdüşümü olduğunu söylemek mümkün değil. Ama 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra başlayan Milli Mücadele’nin takriben 23 Nisan 1920’ye kadar devam edecek ilk evresinin “Kongreler Dönemi”, “Yerel Kongre İktidarları Dönemi” olarak adlandırılabileceğini söyleyebiliriz. Tarık Zafer Tunaya’nın bu yerel örgütleri bir çoban ateşine benzettiğini de hatırlayalım. Bu konudaki en kapsamlı eser de zaten Bülent Tanör’ün Türkiye’de Kongre İktidarları (1918-1920) başlıklı çalışmasıdır.
Yerel kongrelerin Sivas’taki kongrede Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleşmesi, TBMM’nin teşekkülünde ARMHC’nin etkisi elbette Sancar’ın konuşmasında “deniz-nehir” metaforuyla anlattığı gibi dolaysız değil; girift ve sorunlu. Mustafa Kemal’in 19 Mart 1920 tarihli, Kolordu Kumandanlarına, Vilâyetlere ve Müstakil Livalara hitap eden ve “salâhiyeti fevkalâdeyi haiz” bir Meclis’in toplanacağı için acilen seçim yapılmasını istediği İntihap Hakkındaki Tebliğ’ini unutmamak gerekiyor; demek ki yerel kongreler doğrudan doğruya TBMM halini almamış. Zaten TBMM’nin önemli bir kısmı da kapatılan Mebusan Meclisi’nin azalarından geliyor. Tüm bunlara 1927’de CHP’nin 2. Kongresi’ni toplayarak ilk kongresini ARMH’nin teşekkül ettirildiği Sivas Kongresi olarak kabul etmesi garabetini de ekleyerek konuyu tartışabiliriz. Ancak şurası kesin ki TBMM havada, boşlukta doğmuyor; üç asker, beş de bürokratın kendi çalıp kendi oynadığı bir örgüt de değil; yerel kongreler ile TBMM arasındaki ilişki kopuk değil; TBMM, yerel kongre iktidarlarının yeni bir formu ise hiç değil.
İlk Meclis’in Heterojenliği
Sancar konuşmasında şu noktanın altını çiziyor: “Bir defa, o şartlarda ülkenin toplumsal, dinsel, etnik, düşünsel çeşitliliğini büyük ölçüde içeriyor, bu açılardan çoğulcu bir Meclis. Eksikler var elbette, kapsanmayanlar var. Bunlar da belki o günden bugüne bakarak değerlendirmemiz ve muhasebesini çıkarmamız gereken meselelerdir.”
İlk Meclis mi heterojendi, farklılıkları barındırıyordu; diğerleri mi otoriter ve tek sesliydi; elbette tartışma götürür. Sancar ilk Meclis’in heterojenliğine örnek kabilinden Mevlevî şeyhlerinden ve Kürt aşiretlerinden bahsediyor. Zaten tartışmada bu noktada kilitleniyor. Sancar’ın bu isimleri anmasının nedeni HDP’nin gizli mesajları olduğunu mu gösteriyor, rejime yamanmaya çalıştığını mı; bence ikisi de değil. Yeri gelmişken bu konudaki yaklaşık sayıları 1945 tarihinde TBMM tarafından yayımlanan Türkiye Büyük Millet Meclisinin 25.nci Yıldönümü Anış Albümü’nden yararlanarak bir de ben yazayım: TBMM’de 53 ordu mensubu var. Bunun 10’u paşa. İlginç ilmiye sınıfına mensup da 53 mebus var. Bunların 14’ü müftü, 14’ü müderris, 13’ü de şeyh. 5 tane de aşiret reisi var Meclis’te. Çiftçi, esnaf vb. dahil serbest meslek sahibi 120 mebus var; 125 tane de devlet memuru.
İlk Meclis’in bu heterojen yapısına bizzat Mustafa Kemal de vurgu yapar ama olumu değil olumsuz anlamda. Nutuk’ta uzun uzadıya Meclis içindeki siyasi gruplardan bu grupların muhalefetinden dolayı karar almanın zorlaştığından bahseder. Zaten 1927’ye, tam da Nutuk’un okunduğu yıllara gelindiğinde, TBMM bugünküne rahmet okutacak bir teksesliliğe bürünmüştür. Mithat Sancar’ı konuşmasında bu ayrıntılara yer vermemekle eleştirmek ne kadar haklı bir eleştiri olur; tartışılır. Unutmamak gerekiyor ki Meclis konuşmaları süre ile sınırlı konuşmalar; bir konferans değiller. Daha uzun bir konuşma olsaydı Mithat Sancar ne der, ne demez; kestirmek zor. Ancak şurası kesin ki, ilk Meclis, TBMM tarihindeki “en” değilse de ona yakın heterojen, farklılıkları içinde barındıran bir Meclis. Mithat Hoca bahsetmiyor ama güçlü bir sosyalist muhalefet de var o mecliste. Meraklısı gider, dahiliye vekaletine seçilen Nazım Bey’in atamasının neden yapılmadığına bakar.
1921 Anayasası, Halkçılık ve Özerklik
Mithat Sancar’ın konuşmasında belki de en çok tepki çeken husus da bu konudaki sözleri oldu. “Bölücülüğünü Atatürk’ün halkçılığına yaklaşarak gizlemek”ten “Atatürk’ün Kürtlere özerklik verdiği yalanını paylaşarak rejime yamanmaya çalışmak”a kadar geniş bir yelpazede toplanabilir bu eleştiriler: Sancar bu konuda şu cümleleri sarf etmiş:
1921 Anayasası'nın başına bir "Halkçılık Beyannamesi" ekler. Milli irade, halk iradesi tartışmasının ayrıntılarına burada girecek değilim elbette ama halk iradesinin ne anlama geldiğini belki de Birinci Meclis’in tatbikatına ve daha sonra çıkardığı Anayasa'ya bakarak daha iyi anlayabiliriz. "Halk egemenliği” ilkesi, halkçı yönetim demek ama aynı zamanda halk yararına yönetimin ötesinde, halkın her düzeyde yönetime katıldığı bir yönetim demektir. Nitekim Meclis’in kuruluşundan yaklaşık on ay sonra ilan edilen Anayasa bu anlayışa dayanıyor. Yerelde halkın kararlara katılımını garanti altına alan bir idare sistemi, bir demokrasi modeli kuruyor.
En sondan başlamak gerekirse 1921 de bir “demokrasi modeli kurulduğu” tamamen yanlış bir ifade. Eskinin tabirleriyle “murakıb ve müdekkik” yetkilerle sınırlamış bir parlamento yoktur 1920’de. Aksine bir konvansiyon meclisi vardır. Gerçek kimliğine padişah ve halifenin esaretten kurtarılmasından sonra karar vermeyi kayıt altına almış bir Meclis vardır. Bırakın bir demokrasi modeli getirmeyi, bir taraftan halk egemenliğini (hakimiyet bilâ kaydu şart milletindir) tesis etmek, diğer taraftan da Saltanat ve Hilâfeti kurtararak, bir monarşiyi devam ettirmek (Halkçılık Beyannamesi 1. madde) gibi birbirini inkâr eden iki amacı aynı anda tesis etmeye koyulmuştur bu Meclis.
Böylesine iyi hazırlanmış, her bir cümlesinin üzerinde uzun uzun çalışılmış olduğunu düşündüğüm bu konuşmadaki “demokrasi modeli kurmak” ifadesinin rastgele seçildiğini ya da sehven dile getirildiğini düşünmüyorum. Bu ifade ciddi bir hatadır, not etmek lazım.
Mithat Hoca -söylemeye bile gerek yok ki- Halkçılık Beyannamesi’nin 1921 Anayasası’nın layihâsı olduğunun farkında. Halkçılık Beyannamesi’nin kesif bir Bolşevik jargona sahip olduğu da aşikâr. Bunun, dönemin TBMM-Rusya ilişkisi ve dönemin solu ve Mustafa Kemal ilişkisi bağlamında okunması gerektiğini elbette ki Mithat Sancar da biliyordur. Bununla ilgili olarak da Mete Tunçay’ın Tek Parti (ve Türkiye’de Sol Akımlar) kitaplarını kurcalamak bile yeterli olacaktır. Oysa Mithat Hoca sanki Halkçılık Beyannamesi konjonktürel değil de, ilkesel bir metinmiş ve beyannameye sinen Bolşevik/sosyalist dil her daim varlığını korumuş gibi konuşmaktadır. Halkçılık Beyannamesi ile onun 1921 Anayasası’na yansıyabilen hali bile birebir aynı değildir; bunu da not etmek gerekiyor. Öyle olsaydı 1. maddesinin de günümüz Türkçesiyle “Türkiye Büyük Millet Meclisi ulusal sınırlar içinde yaşam ve bağımsızlığının sağlanması ve hilafet ve saltanatın kurtarılması amacıyla kurulmuştur” (Halkçılık Beyannamesi Madde 1.) olması gerekirdi.
Aynı şekilde Sancar, muhtariyetin 1921 Anayasası’nda da geçtiğini belirtiyor ki, bu da oldukça tartışmalı. Hoca, Halkçılık Beyannamesi’ndeki ifadeler ile 1921 Anayasası’nda muhtariyet kavramına yer verilen ifadeleri aynı kabul ediyor; oysa değil. 1921 Anayasası’nda topu topu iki kere geçer bu ifade: ilki 11. maddede “Vilâyet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir”; ikinci olarak da 16. maddede “Nahiye hususi hayatında muhtariyeti haiz bir manevi şahsiyettir”. Başkaca da bu kavrama yer verilmez. Mithat Hoca’nın bahsettiği emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadele eden TBMM algısı (Halkçılık Beyannamesi 2. Madde) 1921 Anayasası’na sirayet etmez.
Toparlamak gerekirse. Mithat Sancar’ın TBMM’deki konuşması üzerine epey söz etmek mümkün. Konuşmadaki maddi hatalardan, yorum eksikliklerinden de bahsetmek mümkün. Elbette Mithat Hoca’nın bu kadar kısa bir sürede her konuya detayları ile yer vermesini beklemek de gerçekçi olmaz. Her ne açıdan eleştirilirse eleştirilsin, Sancar’ın konuşması iki açıdan alkışı hak ediyor. İlki, Atatürk’ü, TBMM’yi övdüğü vb. için değil, sadece ve sadece bir siyasetçi dilinden çok akademik bir dil, üslup taşıdığı için; açık, sarih ve belagate kaçmadan, derdini sosyal bilimlerin diliyle açıklamayı tercih ettiği için; ikincisi de meclis iradesi ve halk egemenliği kavramlarının altını çizdiği için. Yazıda Mithat Sancar’ın söylediklerini eleştirmiş olsam da hasret duyduğumuz şeyin bu üslup ve kavramlar olduğunu bir defa daha belirtmek isterim.