Hastalık ve Tedavi Konseptlerimiz

I

Aynı acıyı her birey farklı yaşar ve aynı acı farklı kültürlerde başka yaşanır; yani acının da bireysel ve kültürel bir rengi vardır. Örneğin bizim toplumda hastalık ve hastayla kurulan ilişkilerimiz anormaldir. Hastanede yattıysanız ziyarete gelenlerden hep şunu duyarsınız: “Bayağı iyi görünüyorsun!” Ziyarete gelenler güzellik yarışmasının jüri üyeleri, siz de güzellik yarışması podyumundaki mankensinizdir sanki. Görünümü konusunda en çok iltifatı, hastaneye gelen ziyaretçilerden alıyor hasta. Her ne kadar bedeninizde yaralar, kablolar ve hortumlar olsa da orada “iyi” görünüyorsunuzdur. Bununla bağlantılı olarak, biz Türkiye’de çoklukla ve sözümona hastayı koruma amacıyla hastalıkla ilgili doğru bilgi vermeyiz, böylelikle hastanın moralini bozmamayı tercih ederiz. Bu tutum hastaya verdiğimiz bilginin her zaman doğru olmadığı ya da güvenilir olmadığı anlamına da gelir. Bu açıdan Korona ile ilgili verilen bilgilere olan güvensizlik beni şaşırtmıyor.

II

Bebekler ağladığında anne bebeğin gereksinimlerini gidererek onu rahatlatır. Yani anne hoş olmayanı değiştiren, dönüştüren kişidir. Acısı olan bir bebeği ya da çocuğu kucağımıza alıp onun dikkatini başka yöne çekerek ya da teselli ederek rahatlatırız; çünkü bedensel yakınlık ona yalnız olmadığı duygusunu verir ve böylece hoşnutsuzluğunu dönüştürür. Bizim kültürümüzde annelerin yaygın olarak kullandıkları bir aldatma vardır. Çocuklar acılarıyla anneye gittiğinde anne acıyan yeri öperek acıyı geçirdiğini iddia eder: “Öptüm geçti!” Anneler veya çocuğun bakımından birinci derecede sorumlu olup çocuğun yoğun duygusal ilişki kurduğu kişiler, çocukların acılarını gidermek ya da dönüştürmek yerine onları manipüle eder, yanıltırlar. Bu durumda çocuk bir ikilem yaşar: Sevdiği ve inandığı kişi acının geçtiğini söyler, bedeni ise acının devam ettiğini. Annenin iddiasıyla çocuğun algılamasındaki zıtlık çocuğa bir yandan anneye inanma/inanmama, öte yandan bedenine güven/güvensizlik ikilemi yaşatır. Çocuk bu ikilemden çoğu kez kendini yanıltarak çıkar. Böyle bir söylemin diğer bir özelliği, annenin somut olarak acıyı geçirmek yerine doğaüstü bir güç veya mucize sayesinde sorunu çözdüğüne çocuğunu inandırmak istemesidir. Psikanalist Christopher Bollas bu fenomeni “dönüştürebilen obje” olarak tanımlar ve psikolojik sorunu olan insanların böyle bir obje arayışında olduklarından söz eder. İnsanlar hayatla baş edemediklerinde ve acı, hastalık ya da korku yaşadıklarında kendilerine dönüştürebilen obje ararlar ve bu onları mucize aramaya yöneltir. Dualar, muskalar, nazar boncukları ya da doğaüstü güçlerden medet umma da buradan beslenir. Bunlar gerçek/reel olmasa da insanlar bu yolla “sembolik güvence” edinirler.

Çocukluğun zor anlarında “anne!” diye çığlık atmanın ve birileriyle gerilim olduğunda “babama söylerim, seni döver!” cümlesinin altında biraz da bu gelenekten geliyor olmamız yatar. “Babama söylerim” yaşını geçmiş gibi görünsek de “devlet baba”nın yardımını dört gözle bekleyen çocuklar gibiyiz biraz. Korona kriziyle birlikte dinsel ya da bilimsel bir mucizeyle hızlıca bir aşı bulunmasını ummak da bu çerçevede görülebilir. Hepimiz “öptüm geçti”nin peşindeyiz biraz da... İnsanların sonsuz çaresizliği olan acizlik ve pasiflik, yani elinin kolunun bağlı olması travmatik bir olgudur. O yüzden, örneğin bazı insanlar göremedikleri, nerede, kimde ve tam olarak ne gibi özelliklere sahip olduğunu bilemedikleri bir virüs karşısında, dolayısıyla her şeyin soyut olduğu bir ortamda, okuyacakları dua onlara etkin olma ve bir şeyler yapıyor olma duygusu verdiği için dinsel olana yöneldiler, her ne kadar virüsü duayla yenmek reel olarak mümkün olmasa da...

III

Bizim hastalık ve facia konseptlerimizde başa gelenlerden ve kötülüklerden olayın mağduru sorumlu tutulur. Grip olan birine “geçmiş olsun”dan önce dikkat etmediğini ve yeterince C vitamini almadığını söyler, bu durumdan kendisinin sorumlu olduğunu ima ederiz. Kanser olanlar mutlaka kötü besleniyor, spor yapmıyor, sigara ve alkol kullanıyor, temiz hava almıyordur! Nasrettin Hoca’nın “hırsızın hiç mi suçu yok” sorusu haklı bir sorudur aslında. Evine giren hırsızdan Hoca sorumlu tutulur ve itirazı onun içindir. Çok kez tanık olmuşsunuzdur, koşarken düşen bir çocuğa annenin ilk tepkilerinden biri, “koşma, düşersin demedim mi” sorusudur. Acı çeken çektiği acıdan kendisi sorumludur. Eğer doğru yoldan gidersek yanlışlar ve kötülüklerle karşılaşmayacağımızı; “hak yolundan” gider, büyüklerimizin dediğini yapar, hiçbir şeyi sorgulamaz ve asilik yapmazsak sorunsuz ve kötülüksüz yaşayacağımızı düşünürüz. Korona sürecinde bazı Müslümanların bu durumu ibadet yetersizliği ya da bazı günahlar nedeniyle yaşadığımızı iddia etmelerini, Çin’de ortaya çıkan bir virüsten Alaska’da yaşayanı sorumlu tutmalarını da bu çerçevede düşünebiliriz. Yani yeterince dua etseydik, “hak yolda” yürüseydik, sağa sola bakmasaydık, koşmasaydık, açık saçık gezmeseydik, rakı içmeseydik başımıza bu gelmezdi. Bu tutumla başka durumlarda da karşılaşırız: Sorgusuz şekilde cezaevlerine atılanlara yaklaşımımız, “mutlaka bir şey yapmıştır” şeklindedir. Mahkemelerin yıllarca delilsiz ve sorgusuz sualsiz zulmettiği insanları yaşadıkları zulümden sorumlu tutarız. Sadece Osman Kavala, Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş gibi kamuoyu tarafından tanınan isimlerden değil, pek kimsenin tanımadığı kişileri de kastediyorum. Bunu suçlulaştırma halini biraz daha genişletebiliriz. Örneğin vatandaş olsalar bile Kürt, Arap, Ermeni, Alevi... olduğu için suçlu hissetmesi beklenen kişiler aramızda yaşamaktadır, kendini gizlemesi onun iyiliği içindir. Ya da tacize uğrayan kadın kesin “tacize davetiye” bir davranış sergilemiştir, dayak yiyen çocuk mutlaka bir yaramazlık yapmıştır! Her zulüm sonrası zulmü yaşayanlar yaşadıkları acıdan ve zulümden sorumlu tutulmuşlardır. Unutmayalım, Madımak Oteli alevler içindeyken, “Aziz Nesin’in Sivas’ta ne işi var!” diye tartışmış bir toplumuz biz...

IV

Bir annenin çocuğunu doktora götürdüğünü, doktorun da iğne vurmak gerektiğini söylediğini düşünelim. Bu durumda birçok anne çocuğa sormadan, açıklama yapmadan hemen onay verir ve cebren çocuğa iğne vurulur. Yani yetişkinler doğruyu bilir ve uygularlar; bize düşen görev üzerimize düşeni yapmak, sonuçlara katlanmaktır. Yetişkinler de bazen bu çocuğun durumundadır: “Büyüklerimiz (yöneticiler, reisler, hocalar, şeyhler, bilim insanları) bilir.” Söylediklerine uyduğumuz sürece yaptığımız “doğru”dur. Bu konseptte insan kendisiyle ilgili sorumluluğu üstlenmez.

Yine anne ve iğne örneğine dönelim, başka bir anne çocuğunu ikna etmeye çalışırken ona “hiç acımayacak” ya da “hemen geçecek” diye yalan söyler, onu manipüle etmeye çalışır. Aslında anne ve çocuk aynı dili konuşamadıkları için anlaşamazlar. Anne vurguyu acıya yaparken çocuğun derdi acı üzerinden korkudur. Bu tür hikâyeler genelde annenin çocuğu ağlatıp bağırtarak sıkıca tutması ve iğnenin vurulmasıyla biter ve bizim hastalıkla ilgili deneyimlerimizi ve bu deneyimlerin bizdeki izlerini gösterir. Korona meselesinde korkudan ötürü bu izlerin belirginleştiğini izliyoruz. Belirli bir konseptin yokluğu sorunu, kendisini, hastalıkla ilgili anlatılan hiçbir şeye inanmamak, otoriteye güvenmemek ve iyileşme (iğne vurulma) konseptini hileli bulmak şeklinde gösteriyor. İnsanda çeşitli konseptlerin ruh haline göre etkin hale gelmesi, insanın hiçbir konsepte güvenemiyor olması, bilgilerin çeşitliliği ve bu çeşitliliğin medya üzerinden sürekli yayılması, üzerinde durduğumuz zemini gittikçe kayganlaştırıyor. Buz pateni yapmayı bilmeyen insanlar gibiyiz; buz pistindeyiz ve sürekli dengemiz bozuluyor, bu da yönelimimizi zorlaştırıyor. Biz daha kavrama aşamasındayken bilgi değişiveriyor, böyle olunca bilgiyle aramızda ilişki olmuyor. İlişki, yani duyma, anlama, kavrama, kendi davranışımıza ve yaşamımıza eklemleyip entegre etme. Çok sayıda bilgi dolaşımda olmasına rağmen elimizde dayanak olacak bilgi yok ve bu ciddi bir sorun.

V

Özgüven ve güven duygusu anne-baba ile çocuk ilişkisinde çocuklukta edinilir ve geliştirilir. Ebeveynlerin çocukları manipüle etmeleri kendimize ve ötekine güvensizliğe yol açar, kendimizi birine bırakmayı da zor hale getirir. Mesela hastayız, doktorlar bize ameliyat olmamızı öneriyor. Biz bu durumda tanıya ve tedaviye sınırlı güvenir, seçenek arayışına başlarız: Tıpla beraber alternatif tıp ve dinsel iyileşme tasarımlarını da iyileşme sürecine sokarız. Muskalar, dualar, çeşitli bitkiler (doğal iyileşme tasarımı) ve doktorun önerdiği ilaçlar (modern tıp). İşler yolunda gittiğinde bu tedavi yöntemlerinden birini ya da birkaçını başarıya kanıt olarak tasarlayabilirsiniz. Aynı şey tedavi kötü gittiğinde de olur; ama bir şey olmaz: Kutsal sorgulanmaz ve kötüden sorumlu tutulmaz. Zaten sizi tedavi eden doktor da kendine ya da kendi yöntemine yeterince güvenmez ve o da sağlıklı olma tasarımını çeşitlendirmiştir: Duasını eder, kurbanını keser, köylülerden aldığı hakiki zeytinyağlı yemekler yer, ayrıca bilimin geliştirdiği vitamin ilaçlarını tüketir. Muskamızı yazan hoca da zaten kendi rahatsızlığı için röntgen çektirmiştir ve sonografiyle içine bakmışlardır. Tedavi yöntemlerine tam güvenmememiz tedavi süreçlerindeki ikilemi çoğaltabiliyor, tedaviyi zorlaştırabiliyor.

VI

Hastalıkla paranoyak bir ilişki kuruyoruz: Hastalık âdeta bizi yok etmek için pusuda bekleyen, zayıf ânımızı yakalamaya bakan bir kötülük ve bu zayıflıktan da kendimiz sorumluyuz. Bu sorumluluk hastayı zayıf ya da zaaflı kişi ilan ederken, hasta olmayanı kahraman, güçlü ve sorumluluk bilincine sahip bir kişi konumuna getiriyor. Hastalığın ve ölümün hayata dair şeyler olduğunu kabul etmekte zorlanıyoruz. Hastalığa övgü değil bu yazdıklarım. Titizliği bir meziyet gibi sunan, temizliği “sembolik sermaye”ye dönüştürüp öven obsesif davranışlardan bahsediyorum. Kalori savaşları, günahtan korunma çabaları, mikroplara karşı önlem almalar, “sağlıklı yaşam”ın dinsel bir söyleme dönüşmesi... Hastalığı güçlü bünyelerin atlatabildiği bilgisi, bünyemize olan güvenimizle ilgili başka bir korkuyu da beraberinde getiriyor. Korona konusundaki bilgisizlik tedirginliğimizi çoğaltıyor, virüsün görünemez olması ve sadece testlerle anlaşılabilmesi belirsizliğe neden oluyor. Savaştığımız bir düşman var ve biz bu düşmanı göremiyoruz. Bu gibi durumlarda biz düşmanı kişiselleştirmeyi ve görünür hale getirmeyi deneriz. Böyle bir ortam komplo teorilerine alan açar. Bizzat devletin kurumları komplo teorileri üretince bunun sorgulanması da zorlaşıyor. Son haftalarda karşılıklı suçlamalar, politik parçalanmalara ve çatışmalara dönüştü ve düşman “öteki” oluverdi. Suçlu olarak söz konusu edilen Çinliler, eşcinseller, yaşlılar, günahkârlar saçmalığı da buradan kaynaklanıyor.

VII

Hastalıkla inandırıcılık arasında da bir ilişki vardır. Tıbbi gereçlerin şimdiki kadar gelişmiş olmadığı dönemlerde bir köylü hastalığını gerekçe göstererek üretim (iş) dışına çıkmak için neler yapabilirdi? Ayağı ağrıdığında röntgen cihazı olmadığından hastalığını görsel ve işitsel hale getirerek acısına inandırıcılık kazandırmaya ve böylece kendisini bugünkü anlamda “raporlu” durumuna getirmeye çalışırdı. Bize histerik gibi görünen inlemeler (işitsel) ve ayağı sarmalar (görünür kılmak) vücutta görünmeyen bir acının başkaları tarafından da algılanmasını sağlardı. Tarım toplumunda insanlar önemli şikâyetleri varsa hastaneye götürülürdü. Hastaneye götürmek de yakınların göreviydi. “Refakatçi” konsepti insanların ciddi şikâyetlerinin olması ve bu ciddiyeti somutlaştırma (objektivierung) gereksiniminden ortaya çıktı sanıyorum. İnsanın kendi başına hastaneye gitmesi, hastalığından şikâyetlerinin hafif olması ve bu anlamda da önemsizliği demekti. Buna karşın hastaneye başkaları tarafından götürülmek, “hayatımı kendim sürdüremeyecek kadar hastayım, birilerine bağımlıyım” da demek. Bu, hastalığın önemini somutlaştırma amaçlı aynı zamanda. Son yıllarda bu götürme işlemi kurumsal hale geldi; artık bu işi ambulanslar yapıyor. Buna rağmen ambulansla tek başına hastaneye giderek tedavisini olup eve dönen insanların sayısı az. “Kolektif kültür”ün özelliklerinden biri de yapılan işlerin bireyler değil, grup tarafından yapılmasıdır. Ambulans olmasına rağmen hastamızla hastaneye gitmeye özen gösteririz. Bu çerçevede refakatçi konsepti tedavi konseptimizin hâlâ önemli parçasıdır. Gelişen tıp teknolojisine rağmen geleneksel konseptlerimiz geçerliliğini hâlâ yaygın şekilde sürdürüyor.

Korona günlerindeki sorun şu: Medya bize hastalığın çok önemli, bazen ölümcül olduğunu söylüyor. Devletler yaşamı başka türlü organize ediyor. İnsanlık tarihinde ilk kez bu kadar geniş çaplı önemsenen ve önlemler alınan bir hastalık söz konusu ama bundaki bir diğer fark, bu kadar önemli bir hastalıkta hastaneye yalnız gitmek, iyileşmek ya da belki yalnız ölmek. Refakatçi otomatikman ortadan kalktı. Bu durum yeni ve iç dünyamızda bir karşılığı yok. Sadece hastalıkla değil, bu zor anlarda hissedilen yalnızlık ve bu durumun getirdiği tecrübesizlikle de baş etmeye çalışıyoruz. Psikanalizde “ikincil hastalık kazanımı” kavramı vardır. Bununla kastedilen, insanların hastalık döneminde biraz nazlanması, önemsenme ve ziyaret edilme isteğidir. Çektiğimiz acının yanında bu önemsenme insanın acısına biraz merhem olur, insanın var olma ve hastalıkla mücadele etme gücünü artırır. Korona günlerinde sosyal ilişkilerin sınırlanması, özellikle hasta olanların karantinaya alınması bu imkânı sıfıra indiriyor. Ayrıca bulaşıcılığından ötürü insanlar hastadan kaçıyor. Bu izolasyon bir psikolojik yüke neden oluyor ve hasta olmayanlarda da izolasyon korkusuna yol açıyor.

VIII

Göçmenlik sürecinin psikanalitik incelemesini yapan L. Grinberg ve R. Grinberg’in (Psychoanalytic perspectives on migration and exile, Yale University Press, 1989) özellikle vurguladıkları önemli bir konu var: Sürgündeki insanların baş edemedikleri şey vedalaşma ve helalleşmedir. Yurtdışına çıkış çoğu kez gizli organize edildiğinden veda ve helalleşme gerçekleşmiyor ve sevdiğimiz insanlardan aniden ve vedalaşmadan ayrılmak ömür boyu sürecek bir yük oluşturuyor. Ben de psikanalitik çalışmalarda vedalaşmamanın, yası tutulmamış kayıpların psikolojik bunalımlara yol açtığına yeterince tanık oldum. Şimdi canımızın derdine düştük, çevremizi korumanın derdindeyiz; böylesine kabul edilebilir gerekçelerimiz varken helalleşme ve vedalaşma birincil meselemiz değil ama bu süreçten sonra, bir şarkıda denildiği gibi “ayrılık sonradan kor yavaş yavaş”. Şayet onlarla bir bağ kurabilmişsek, ritüelsiz ve sessiz sedasız hastanelere ve mezarlıklara götürülenlerle ilgili bir derdimiz olmalı. Biz yaslarımızı ve kederlerimizi tehir ediyoruz biraz da; çünkü can derdindeyiz...