Şu itirafla başlayayım: Yeni normal dönem başladığından beri eski karantina günlerini özleyenlerdenim. Bunda hem “normal” denilen şeyin dayanılmaz ağırlığı ve yavanlığının geri dönmesi, hem de “anormal” ya da olağanüstü olana duyulan, yıllardır kitaplardan, filmlerden edindiğim bir eğilimin etkisi var herhalde. Normalin geri dönüşünün başka bir yönü daha var: Son zamanlarda insanların aniden “normalleşen” hayata akın etmesi salgını bir kırılma noktası olarak kayda geçirmeyi isteyenlerin hülyalarını da boşa çıkardı.
Salgın sonrası dünyada bir “kırılma”, hatta kopuş yaşanacağını, Badio'nun kastettiği anlamda bir “olay” olan bu salgının belki de dünya-değiştirici potansiyellerinin açığa çıkacağını gizli gizli ya da açıktan hayal etmiş olanlar, yanıldıklarını, normal hayatın acımasız olağanlığıyla geri döndüğünü görmeye başladılar. Zaten felaketler dünyayı değiştirebilseydi tarihteki doğal ya da kültürel-siyasi felaketler bir şeyleri değiştirirdi herhalde. Camus bir salgın-anlatısı klasiği olan Veba'da felaketin hiçbir şeyi değiştirmediğini, hatta nihayet insanların olağanlıkla baş başa kaldıklarını anlatmıştı. İnsanlar veba-sonrası bir kırılma yaşamaktansa bir an önce, âdeta “can havliyle” normal sulara dönüyorlardı.
Dünyanın yaşadığı bu radikal ve uzun andan sonra, milli ya da ulusal sınırlar ya da ekonomik sınıflar infilak edecek öngörüsü ya da arzusu da (Zizek ve diğerlerinin komünist ufuk arzusu) şimdiye kadar boşa çıktı. Bu ısrarlı değişmezlik aslında toplumsal yapıyı daha da görünür kıldı ve var olan yapının altını daha da çizdi. Yani kültürel-siyasi pozisyonlar pek değişmedi, kültürel-siyasi harita çalkalanmadı, aksine herkes ne biliyorsa bir “felaket” ihtimali karşısında ona daha da çok sarıldı. Buna “statükoya dönüş” refleksi de diyebiliriz.
Dünya genelindeki bu “değişmeme”nin örnekleri uzun uzun sayılabilir ama ben buradaki bir değişmezden ya da statükodan bahsetmek istiyorum. Statüko denilen şeyin toplumsal bilinçdışında yer etmiş güvenlik alanlarını temsil ettiğini, Yasa'ya, kurucu figürlere, Baba'nın Adı'na yakın olma arzusuna karşılık geldiğini unutmadan, normalleşme sonrası statükoyu sürdürmek isteyen iki gruba bakalım. Aynı ismi farklı etimolojilerle taşıyan iki gruba: milliyetçiler ve ulusalcılar. İlk grupta AKP-MHP'ye yakın duran sosyolojik grup varken, ikincisi grupta genelde CHP'li “Atatürk milliyetçileri”, nam-ı diğer ulusalcılar var. İşin ilginç tarafı birbirine “burun kıvıran” bu iki grubun aynı “normalleşme” refleksini göstermiş ve hatta kucaklamış olması.
Milliyetçilerin “statükoya dönüş” refleksine örnek olarak “asker uğurlamaları”na bir bakalım: Asker uğurlaması denilen şey normal zamanlarda da bir garabet sofrasıdır. Ölçüsüz bir taşkınlık ve toksik bir eril mit patlaması eşliğinde sokaklarda, âdeta hayalî bir düşmana karşı ilerleyen konvoylar, Cemil Meriç gibi sosyologların ve sonradan İsmet Özel gibi şairlerin hayalini kurduğu o muhteşem “savaşçı Türk”ün cisimleşmiş hali gibi sokaklarda dolaşır. Askerlik mitinin (her Türk asker doğar) bir kahramanlık ve erkeklik gösterisi olarak sergilendiği bu “uğurlamalar” genelde yoksul sınıf arasında bir katarsis şölenine dönüşür ve askere gidecek olan gençler için de korku-manzaları öncesi bir parlama ânıdır. Bir asker uğurlaması esnasında kalabalığın “sosyal” mesafeyi nasıl yok ettiğini İstanbul'un orta yerinde gözlerimle gördüm ve her şeyin mubah olduğu o toplumsal-militer histeri ânında salgının “dünyayı değiştireceğine” dair umutların nasıl buharlaştığını bizzat hissettim. Milliyetçilik Anderson'un meşhur ifadesiyle “hayalî bir cemaat” ya da daha doğru bir çeviriyle “hayal edilen cemaat”tir. Bu hayal, bu militer-hayal, salgının milli sınırları, milli mitleri ya da milli anlatıları düzleyeceği “hayali”ne baskın çıkıyor.
Bir örnek de ulusalcılardan. Kısmen daha “eğitimli” üst-orta sınıfı temsil eden ulusalcılar da hızlı “normalleşme” ve statükoya dönme semptomları göstererek salgın-sonrası-değişim ihtimallerini boşa çıkardılar. Bu genç ulusalcılar İstanbul'da Moda sahili ya da Bostancı sahili gibi yerlerde ya da İzmir Kordon’da arz-ı endam ettiler. Katlanır sandalyeleriyle parklara ve deniz kenarlarına akın eden bu genç akıncıların statüko aşkı kendini o meşhur İzmir Marşı’yla belli etti. Hem Moda'dan hem de İzmir'den parklarda hep bir ağızdan şu sesler yükseldi: “İzmir'in dağlarında çiçekler açar... yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşaaaa...”
Salgın sonrası yaşanması beklenen ya da hayal edilen o epistemolojik ve politik kırılma (sınır tanımayan virüsün ulusal anlatıları geçersizleştirmesi vs…) yaşanamadı: Aynı “ulusalcı” refleksler bir karikatür gibi geri geldi. Durumun abesliğini görmek için önce bunu ciddiye almak, bu durumun işaret ettiği arızaları da düşünebilmek gerekiyor. Böyle bir sahneyle bir salgın romanında ya da filminde karşılaşsaydık bunu nasıl okumamız, neyin semptomu olarak görmemiz gerekirdi? Hayatı da bir romanı ya da filmi okur gibi okursak burada ne görürüz?[1]
Marşın nakarat dışında kalıkalan sözlerine de bakarak, bu okumayı genişletelim, vahameti daha iyi görmek için:
Türk oğluyum ben ölmek isterim.
Toprak diken olsa yatağım yerim.
Allahından utansın dönenler geri
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa.
Buradaki bu “ölmek isterim”in ve maskülen Türklük böbürlenmesinin asker uğurlamasında hayalî ya da sonu gerçekle bitecek bir ölüme koşanlarla olan bağlantısını kurmak için âlim olmak gerekmiyor. Bu ortak “Ölürem Türkiyem” hamaseti, yeni bir dünya hayalini eski bir milli/ulusal fantezide boğuyor. Etimoloji bize bu noktada, bu zıtmış gibi görünen iki toplumsal grubu ve ulus yerine millet lafını yerleştirme çabasını (ulus parkı yerine millet bahçesi, mesela) anlamak için yardımcı olabilir: millet (dolayısıyla da milliyetçilik) kelimesi Arapçada "din, mezhep, bir din veya mezhebe mensup cemaat" anlamına gelen “milla”dan geliyor. Buradaki “din” vurgusunu not edelim, Türk-İslâm sentezini de unutmayalım. Milletin Cumhuriyetçi güya “modern” versiyonu olan ulus ise daha Türk-tarih tezine yakın bir kökene sahip: “Moğollarda ulus kağan ailesinin her bir üyesine tahsis edilen ülke, devlet, pay, ülüş.” Burada da Türkleştirme damarını, azınlıklara şiddeti not edelim. İngilizcedeki “nation”ı hangi kelimeyle karşıladığınız bu çok derinlerde yatan etimolojik bilinçdışına bağlı.
Milliyetçilerin kökeni ümmet ideolojisine dayanırken, İzmir Marşı’nı söyleyenlerin yakın tarihi Mavi Anadoluculara dayanır: Bilirsiniz Mavi Anadolucular İzmir ve çevresindeki aydınlanma hareketini “Sarı Anadolu”ya yayma niyetindeydi. Geçenlerde Ece Ayhan ve “avamlar” üzerine bir yazı yazan Barış Özkul Mavi Anadolucu “aydınları” çok iyi özetlemişti: “Mavi Anadolu, Cumhuriyet’in modernleşme projesine uygun şekilde yukarıdan aşağıya ve Ege Kıyıları’ndan Sarı Anadolu istikametinde yürürlüğe konacak bir hiyerarşik toplum mühendisliği ve toplum terbiyesini savunmuştur.”
Şimdi ilginç tarafı, Mavi Anadolu geleneğini (farkında olmasalar da sürdüren) ulusalcı gençlerin “sarı Anadolu”yu temsil edebilecek “milliyetçi” gençlerle aynı refleksleri sergiliyor olmaları. İki tarafın da “normal-dışına” doğru bir pencere açmaya takati ve arzusu yok ve statükoya dönüş arzusu bu iki kesimi eski normalde bir araya getiriyor. İzmir'in dağlarında açacak çiçeklerin hayalini kurarken, Yaşar Kemal'in “sarı sıcak”ından bihaber olan gençlerin düştüğü statüko tuzağıyla fetih hülyasını devam ettiren milliyetçilerin azınlıklara neler çektirdiğini hiç anlamayan gençlerin reddi-miras yapıp kendi “büyük anlatı”larının dışına adım atabilecekleri günler yakın olsun diyelim. Gezi olayları (ya da Badioucu anlamda “olay”ı) zamanında, herkesin bir toplumsal kırılma ve dönüşüm beklediği dönemde eski statükoya sıkı sıkıya bağlı kalmakla ilgili bir yazı yazmıştım, eski bir yazıdır ama halen (maalesef) geçerliğini koruyor: “Yeni Bir Kafa İçin Buradayız, Eskiye Dönmek İçin Değil”.
O yazı çıkış noktasını Allen Ginsberg'den ve toplumsal kırılma anlarını “yeni bir kafa” ihtimali olarak görmesinden alıyordu. Şimdi yeni bir “kafa” isteyenlerin güzel bir sloganı var, ilginç bir şekilde Hong Kong'dan gelen bir duvar yazısı, meali şu: “Normale dönemeyiz çünkü normal sorunun ta kendisiydi.” İzmir Marşı’nın yerini bu sloganın alacağı günler de yakın olsun.
[1] Sinema yazarı arkadaşım Yeşim Tabak'la salgından bahsederken böyle bir noktaya gelmiş, neredeyse aynı anda hayatı filmleri ya da romanları “okuduğumuz” gibi okumamızın vaktinin geldiğini söylemiştik. Hayata semptomatik okuma yapmak sosyologların işi olabilir ama film ya da edebiyat eleştirmenleri de bu sahaya girebilir pekâlâ, hatta girmelidirler.