Can güvenliğiniz tehlikedeyken, meslekî hayatınızı şekillendirecek bir sınavda, birikiminizin hakkıyla yansıtılabileceğini düşünmek ve bu düşünceyi olumlamak, kriz durumunun bir alışkanlık haline geldiğinin, toplumsal travmaların normalleştirildiğinin göstergesidir. Halihazırda, ilgili bütün bilgi dağarcığının birkaç saatte en iyi şekilde sergilenmesi mantığına karşı çıkıyorken, pandemi sürecinde üniversite sınavlarına giren öğrencilere kobay faresi muamelesi yaparak "hadi bakalım, ne kadar başarılı olacaklar görelim" anlayışının oluşturulmasının, insan hakları ile bağdaşmadığını düşünüyorum. Çünkü bu sistem, rızası baskılanan bireyin, yaşamı tehdit altındayken en iyiyi yapmaya zorlandığı bir sistemdir. İdraki zor değil. Bir eğitim yönetimi uzmanı olarak diyebilirim ki sınavın ertelenmemesinin Yüksek Öğretim Kurumu’ndaki (YÖK) koordinasyonsuzluk, kriz yönetiminin yetersizliği ve uzun vadeli detaylı eğitim planlama, yapılandırma eksikliği sonucunda onaylandığı ortada. Elbette sınava girecek olan gençlerle empati yapmak da algı kapılarını açardı, lakin burada mevzu bahis olan, karar verici bir grup insanın eksik koşma durumudur.
Dünyada pandemi süreci yaşanırken örneklerini gördüğümüz üniversiteye giriş sınavları ertelemelerinin incelenmesi, eğitimde formal yapılanmanın nasıl olması gerektiği hususunda bizlere örnek oluşturabilir. Gelin örneklemimizi Amerika Birleşik Devletleri’ndeki üniversiteler üzerinden seçelim. Northeastern Üniversitesi, Oregon'daki tüm devlet üniversiteleri, Texas Christian Üniversitesi ve Western Michigan Üniversitesi, pandemi nedeniyle, üniversite giriş sınavında 2021 esnekliğini test eden üniversitelerden sadece birkaçı oldu. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunan Williams, Amherst, Haverford, Davidson, Pomona, Rhodes, Scripps, Vassar gibi üniversiteler, inisiyatif alarak kendi bünyelerinde yaptıkları giriş sınavlarını bir yıl ertelediler. Gerekçeleri, “olması gerekenin bu olduğu, zira öğrencilerin halihazırda çok fazla stres yaşadıkları, sınavı ertelemenin bu stresi azaltacak bir etmen olacağı” idi. Aldıkları bu kararlar elbette kendinden menkul değil. Ertelemeye dair fikirler, eyaletten ve yerelden sağlık yetkililerinin, üniversite akademisyenlerinden oluşan kurulların ve yükseköğretim uzmanlarının tavsiyeleri ile evirilmiştir. Ayrıca üniversite bünyelerinde bu süreçte kurulan Covid-19 birimi sağlık iletişimcilerinden, Çevre Sağlığı ve Güvenliği bölümü gibi bölüm koordinatörlerinden destek alınmıştır.
Burada dikkati çeken nokta, sınavı erteleyebilen üniversitelerin, kendi giriş sınavlarını yapabilmeye muktedir olmaları, merkezî yapılanmadan özerk karar verebildikleridir. Bu durum, ülkemizde 1974 yılında Üniversiteler Arası Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) kurulup sınavlar merkezî olarak gerçekleşmeden evvel, üniversitelerin kendi giriş sınavlarını yapabildikleri dönemi çağrıştırıyor. Çağrıştırıyor diyorum, çünkü yerel yönetim yapılanması birbiri ile uyuşmayan iki ülkeyi kıyaslamak hata olur ve elbette üniversitelerin özerkliği, ülkenin yönetim sistem ve biçimleri ile doğrudan alakalıdır. Türkiye'de ÖSYM kurulmadan evvelki elemeden ziyade seçme sistemi, uluslararası standartlara uyumlu bir şekilde devam etse idi, ülkemizdeki çoğu nitelikli üniversite, giriş sınavlarını bir yıl erteleme inisiyatifini gösterirdi. Aynı şekilde, Türkiye’de 1960’lı yıllara kadar devam eden bu sistem, üniversitelerin özerkliklerini insan haklarını gözeterek korumaları ile sürdürülseydi, eminim öğrenci yetiştiren yetkin akademisyenler ve yöneticiler, öğrencilerin yaşam haklarını öncelikli kılmayı ilke edinirlerdi. Bu yüzden üniversite özerkliği mevzusu, pandemi sürecinde bir de bu açıdan tartışılmaya değer bir mevzudur. YÖK’ün kararlarına koşullanmış üniversitelerin tanıklığında kriz zamanı ortaya çıkan durum, giriş sınavlarının ertelenmesi halinde bir B planı olmayan ve doğacak kaostan çekinen karar alıcılardan oluşan koordinasyonsuz merkezî yapının, doğaçlama cümlelerinden etkilenen travmatize olmuş gençlerdir. Pandeminin yol açtığı kriz yönetişimsizliği tartışmalarında üniversite özerkliği, bu özeklik ile birlikte nicelikte değil, nitelikte değerli üniversitelerin, insan haklarını önceleyen karar alıcı akademisyen ve yöneticilerin varlığı değer kazanmalıdır. Maalesef, literatüre ulusal ve uluslararası düzeyde katkı sağlamış akademisyenlerin üniversitelerden uzak tutularak kimi gerekçelerle cezalandırılmaları, pandemi sürecine imkânları dahilinde olumlu katkı sunmalarını engellemiş, merkezî sistemin eleştirilmesinin önünü kapatmıştır.
Diliyorum ki gençler, hayatlarında önemli izler bırakacak bir iki cümlenin ne kadar değerli olduğunu kavrayıp, o iki cümlenin sonucu ortaya çıkan kararların üzerinde hak iddia ederler. Bu hak iddiası sürecinde de örneğin, mottosu “Skordan Fazlası” olan, eğitimde insan hakları merkezli uygulamaları teşvik ve takip eden “FairTest” veya “StudentVoice” inisiyatifi gibi, pandemi sürecinde üniversiteye giriş sınavlarının ve üniversite bünyesinde yapılan sınavların ertelenmesi kampanyalarını yürüten sivil bir aradalıklar örnek alınabilir. Politik kültürümüzün itaati teşvik eden karakterini, sınıfsal algılarımızın ve savunumuzun yetersizliğini bilmek ile birlikte, bir iki slogandan öteye geçemeyen var olamayışın, protest bir karakteri olan sosyal medya monoloğunun ve kamusal alanda görünür olamayışın verdiği rehavetin geçici olduğunu düşünüyorum. Gençler, alanında yetkinliğe bakmadan torpil ile yapılan atamalara, kendi arkalarındaki itici ele güveniyorlarsa ne yazık. Zaten o halde hangi bölüme girdiğinin bir önemi yok, prosedür icabı kazanılmış bir diploma (para verip de alınabilen) yeter de artar bile. Ben, alınteri ile kendi hayatını tayin etmeye çalışan emekçi gençlerin alması gereken tavırdan bahsediyorum. Karantina koşularında sınava hazırlanırken, ekonomik yetersizlikten dolayı bilgiyi evine taşıyamayan gençler, sınıfsal dengesizliklerin ne denli kuvvetli olduğunu bizzat deneyimlediler, çoğu depresyona girdi. Bu psikolojik hasar geçici de değil. Balık istifi bir odaya doldurulup, hastalanıp ölme korkusuyla sınav kitapçığını açanlar, sınavda tüm potansiyellerini kullanıp başarılı olsalar dahi, bu deneyim onlarda kalıcı travmalara sebep olacaktır. İleriki yaşamlarında deneyimleyecekleri psikolojik sorunlar, birkaç saat içinde çevreden duyumsadıkları tehdit algısından dolayı, aldığı nefesi baskılayarak en iyisini yapmaya koşullan kişilerin, hayatta kalmak için vereceği tepkileri şekillendirecektir.
“Bu durumun sorumlusu kimlerdir?” sorusu iyi düşünülmelidir. Bu soru sorulurken, üniversite özerkliği konusu başat mevzu olmalı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde YÖK’ten ve ÖSYM’den önce deneyimlenen merkezî olmayan sınav sistemleri incelenmeli, çözüm üretilmelidir. İnsanın yaşam hakkı bu denli kolay yok sayılabiliyorsa, bu noktaya değin geçen süreç, zaten mevcut koşulları öncelemiş demektir. Hak mücadelesi yetersiz kalmış, insan hakları bilinci sorunlu demektir. Gençlerimizi, kendi hayatları üzerinde söz sahibi olmaya çağırıyor, hak mücadelesinde olumlu örnekleri kendilerine referans almalarını diliyorum.