Tanıl Bora: Hürriyet Partisi’ni evrensel siyasi ölçülerle nasıl vasıflandırır ve nerede konumlandırırsınız? Yani liberalizm, sosyalizm, muhafazakarlık vb. evrensel ideolojiler açısından ve sol-şeması içinde…
Hürriyet Partisi, Demokrat Parti’den kopan bir hareket. Kurucuların hemen tümü, “Tek Parti” otoritesine karşı çıkarak siyasete girmiş. 1946’da özgürlükçü ve kalkınmacı söylemle yola çıkan DP’de bu nedenle yer almışlar. DP’nin, özellikle ikinci seçimi de kazandıktan sonra otoriter bir yapıya evrilmesi karşısında -başlangıçtaki ilkelerine sahip çıkarak- ayrılmışlar ve yeni bir siyasi parti kurmuşlar. Bu parti, devlete ve yurttaşa bakışı açısından özgürlükçü, ekonomik alanda özel girişimi önemsiyor; ancak o zamana kadar Türkiye siyasetinde söylemin ötesine geçememiş olan emek hakları konusunda oldukça ileri bir “sosyal siyaset” programına sahip. Bütün bunlara bakınca, 1950’lerin ikinci yarısında Hürriyet Partisi “Tek Parti” mirasının izlerini henüz üzerinden atamamış CHP’den de, biraz güçlenince yeni bir “Tek Parti” olmaya öykünen DP’den de ilerici, özgürlükçü, gelişmeci, sosyal adaletçi, evrensel tanımlarla bir “sosyal-liberal” siyasi hareket olarak görünüyor.
Aybars Yanık: “Başarısızlık, Hürriyet Partisi’nin siyasi, iktisadi, toplumsal görüşlerinde değil, siyaset yapma becerisi ve usullerindeydi,” diyorsunuz. Programı, vaatleri bir yana, başlı başına özgürlükçü siyasi girişimlerin Türkiye’deki akıbeti hakkında neler söylemek istersiniz? Neden toplumdan “yeterli” desteği göremiyor bu girişimler?
Kırk yıllık kişisel gözlemlerime dayanarak -biraz da üzüntüyle- söyleyebilirim ki, özgürlük (hürriyet) kavramı bizim toplumumuzda yeterince anlaşılmış, içselleştirilmiş bir kavram değil. Belki “adalet” ve kanunlar önünde “eşitlik” kavramları daha anlaşılır geliyor, daha kolay karşılık buluyor. Oysa özgürlük, insanın doğuştan gelen en temel hakkı, kendisini ifade etmesinin, geliştirmesinin, haklarını -bu arada adaleti ve eşitliği de- aramasının ve korumasının temel koşulu. Özgürlük olmadan halkın iradi olarak katıldığı bir yönetim, bu anlamda gerçek demokrasi olamaz. Onun için, “özgürlük” talep ve söyleminin hemen ardından bu talebin ekonomik ve toplumsal yaşamda kazandıracağı olumlulukları da uzun uzun, örnekler vererek, sabırla anlatmak gerekiyor. Çoğu kez bu alanda eksikliklerimiz var. Ayrıca, bizde özgürlükçü akımların akıbetini değerlendirirken, otoriter düşüncelerin toplumumuzda derin tarihi kökleri olduğunu da gözden uzak tutmamak gerekiyor.
Aybars Yanık: Gazeteci Cihat Baban’ın belirttiği husus önemli: “Parti biraz da fikir tartışmalarının yapıldığı bir akademik manzara arz ediyordu”. Bir aydın hareketi diyemesek bile, siyasetçi-fikir insanı terazisinde entelektüel yönü ağır basan HP’yi temel alarak, aydınlar-siyaset ilişkisine dair neler söylersiniz?
Hürriyet Partisi, döneminin oldukça tanınmış, seçkin aydınlarının bir süre ilgi odağı olmayı başarmış bir siyasi hareketti. Özellikle kurucuların bu niteliği açıkça öne çıkıyor. Aydınların, iyi eğitimli, bilgi sahibi insanların siyasette yer alması kuşkusuz çok güzel ve yararlı. Ancak, toplumun bütünü yeterince iyi eğitimli, aynı ölçüde bilgili, hatta ortalama kültür düzeyinde bile değilse, sadece aydınlardan oluşan bir kadro siyasette mesafe kazanmak için yeterli olmuyor. Bir konuyu iyi bilmek yanında, onu anlatabilmek de ayrıca beceri ve gayret istiyor. Bu aydın çekirdeğin, kendileriyle aynı amaç ve hayalleri paylaşan, ama farklı meslek ve kültür çevrelerinden çok sayıda insana ulaşarak toplumun kılcal damarlarına kadar uzanması gerekiyor. Siyaset büyük bir örgüt ağı ve sabırlı, özverili, uzun soluklu bir emek gerektiriyor. Hürriyet Partisi, özellikle örgütlenme aşamasında ağır ve aşırı seçici davranarak galiba bu gerekliliği yeterince yerine getirememiş görünüyor. Parti kurucuları içinde böyle düşünen ve sonra bu görüşlerini yazılı hale getirenler var. Siyasete ilgi duyan aydınların bu yaşananlardan ders çıkarması yararlı olabilir.
Tanıl Bora: Hürriyet Partisi, Demokrat Parti’den kopmuş bir siyasi girişim olarak, doğrudan doğruya CHP’yi etkilemiş, hatta onun “Ortanın Solu” yoluna koyulmasında etken olmuş. Peki Hürriyet Partisi’nin merkez sağ gelenek üzerinde, DP-AP ve devamı üzerinde o kadar etkili olmaması bize ne anlatıyor? Bunu nasıl yorumlarsınız? Ya da belki, etkili olduğu noktalara işaret edeceksiniz…
Haklısınız, asıl beklenen Hürriyet Partisi’nin içinden koptuğu DP’yi etkilemesi; işin doğal akışı budur. Örneğin, CHP’den ayrılanların DP’yi kurması hemen 1946-1950 yılları arasında CHP’yi etkilemiş görünüyor. İsmet Paşa’nın “değişmez genel başkan” ve “milli şef” sıfatlarından vazgeçmesi, Prof. Şemsettin Günaltay’ın başbakanlığı döneminde yapılanlar bunun örneği… Hürriyetçilerin kopuşundan sonra DP grubunda yaşananlar orada da etkilenmeler, hatta önemli sarsıntılar olduğunu gösteriyor. Menderes’in otoriter yönetimi buna pek olanak vermiyor, ama yine de örneğin 1959-1960 yılları arasında eski bakanlardan Sıtkı Yırcalı çevresinde yeni bir kümeleşme oluşmaya başlıyor. Ancak 27 Mayıs darbesi bütün bu arayış ve oluşumların önünü kesen etki yapıyor. 1961’de bir anlamda “nerede kalmıştık” ruh hali egemen oluyor. Yine de AP’nin, her bakımdan DP’nin tekrarı olduğu söylenemez. DP’nin son dönemlerdeki “tek adam” partisi görünümüne karşın, AP hiçbir zaman öyle bir görüntü vermedi; bir ekip ve kadro partisi görünümünü korudu.
Tanıl Bora: Parti liderlerinin mutlak söz sahibi değil, “eşitler arasında birinci” olmayı içselleştirmiş biri olmasını önemsiyorsunuz. Bunu Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce dizisinin “Liberalizm” cildinde Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu hakkında yazdığımız makaleden de biliyoruz. Üzerine biraz konuşur musunuz, bunu neden önemsiyorsunuz? Böyle bir lider profili, Türkiye’nin siyasi kültüründe imkânsız mı? Yoksa biz mi bunun imkânsızlığına fazla inanmışız?
Modern siyasette partiler bir fikir etrafında, bir dünya görüşü çevresinde buluşan insanların oluşturduğu yapılar. Fikir yerine kişiler öne geçmeye, baskın olmaya başlayınca hareket parti değil, hizip, tarikat benzeri arkaik yapılara dönüşüyor. Lider dışındaki kişiler önemlerini, etkilerini yitiriyor; tek adam kültü oluşmaya başlıyor. Partilerde, -monarşik değilse bile- en azından oligarşik diyebileceğimiz yapılar ortaya çıkıyor. Bu yönetim tarzı siyaseti tıkayan bir etki yapıyor, arayışı, hele sorgulamayı imkânsız hale getiriyor, aklı köreltiyor. Oysa, yönetim bir kişi veya birkaç kişi yerine geniş bir danışma, oydaşma anlayışı üzerine kurulabilse yeni fikirlerin oluşması, yanlışların görülmesi, düzeltilmesi mümkün olabilir. Batı’da bu tür kişi egemen yapılar, ağır bedeller ödendikten sonra sakınılması gereken ibret örnekleri olarak tarihte yerini aldı. Bizde -solda da sağda da- hâlâ bu arayış ve anlayışlar zemin buluyor. Demokratik bir siyaset oluşturmanın en büyük engellerinden biri olan bu yapılar aslında aşılmaz değil; Türkiye’nin, yaşadığı bunca olumsuz örnek ve deneyimden sonra, önümüzdeki yıllarda bu tür kişi sultalarından özellikle sakınacağını, siyasi metinlerinde bu sakınmanın güvencelerini oluşturan kurumsal düzenlemelerin yer alacağını umuyorum.
Aybars Yanık: Aynı konuyu devam ettirerek bir şey soracağım. HP, ironik biçimde şahsi yönetime, tek merkezli siyaset tarzına karşı çıkan bir partinin (DP) içinden yine şahsi yönetime karşı durarak doğuyor ve demokrasi kavrayışını biraz da buna dayandırıyor. Bunu, tek adam yönetimlerinin sınırlandırılmasına dair günümüz tartışmaları açısından değerlendirmenizi istesek?
Gerçekten ortada vahim bir durum ve bugünle ilginç benzerlikler var. DP, “Tek Parti” zihniyetine karşı yola çıkmış “democrat” bir partiydi. Üst üste seçim kazanıp güçlenince, talihsiz biçimde “Tek Parti”ye öykünmeye, benzer bir yönetim kurmaya kalktı. Bu açıdan Hürriyet Partisi, bu sapmaya siyasi bir itiraz olmanın ötesinde vicdani ve ahlâki bir karşı çıkış olarak da değerlendirilebilir. Bugün de oldukça benzer bir durum var. Adalet ve Kalkınma Partisi, 2003’te Meclis’te bulunan tüm partilerin baraj altında kaldığı, bir anlamda eskimiş siyaset anlayışlarının millet tarafından tasfiye edildiği bir ortamda ortaya çıktı. Bir süre iyi umutlar da yarattı. Ancak süreç ilerledikçe ilk vaatlerini gerçekleştirmek yerine eskinin de eskisi bir yola saptı; şu anda ülkeye sadece bir “tek adam” değil, 90’ların ikinci yarısının köhne zihniyeti ve sabıkalı aktörleri de hakim. Bu ortamda AKP’den kopan ve partileşen karşı çıkışları 1955’in Hürriyet Partililerine benzetmek mümkün. Umarım hem iktidarın, hem de onların sonu tarihin tekrarı gibi olmasın; Türkiye bütün bu yaşananlardan dersler çıkararak bu kez demokrasi içinde esenliğe çıkabilsin.
Tanıl Bora: Hürriyet Partisi tecrübesini yaşamış siyasetçilerle tanışıklığınız oldu, birlikte siyaset yaptınız. Başta tabii Turan Güneş. Onların siyaset etme tarzında, anlayışında, HP tecrübesini, etkisini yansıtan bir şeyler gördünüz mü?
1977 Meclisi’ne -en genç üye olarak- girdiğimde hem CHP’de, hem AP’de 27 Mayıs öncesini yaşamış, kıdemli eski siyaset adamları vardı. Prof. Turan Güneş, Prof. Muammer Aksoy Hürriyet Partisi, eski bakanlardan Ahmet Tahtakılıç CMP, Sebati Ataman, Zeyyad Mandalinci DP kökenli tecrübeli parlamenterlerdi. Tümü hoşgörülü, diyaloğa önem veren, sabırla dinlemeyi bilen ve bildiklerini anlatmaktan yorulmayan kişilikleriyle genç milletvekilleri için birer öğretmen gibiydiler. Turan Güneş ve Ahmet Tahtakılıç’la yakınlığım onlar bu dünyadan ayrılana kadar sürdü (aslında Turan Hoca vefat ettiğinde ben tutukluydum; o süreçte Ahmet Tahtakılıç her hafta ziyaretime geliyordu). Meclis’te -DPT konulu- ilk bütçe konuşmamı hemen kutlayanlardan birinin Sebati Ataman olduğunu da hiç unutmam. Merhum Ataman DP’nin eski bakanlarından biriydi ve plan fikrini ilk savunanlardan olduğunu söylemişti. 1980’de ülke Soğuk Savaş’ın -terör yoluyla kurduğu- tuzaklarında bir karanlığın içine çekilirken iki büyük partinin, CHP ve AP’nin koalisyon kurarak bu tuzakları bozmasını önerenler de, yaşanmışlıklardan dersler çıkarmış olan bu tecrübeli isimlerdi. Kendi payıma onları tanımaktan, konuşmaktan yararlandım; hele dostluklarından onur duydum.
Tanıl Bora: Belki biraz erken ama, bu kısa ömürlü küçük partiyle ilgili kitabınızı okuyanlardan veya bu tecrübeyi anlattığınız insanlardan nasıl yankılar alıyorsunuz, nasıl yorumluyorlar?
Bir “Hürriyet” Hikâyesi kitapçı raflarında henüz yeni. Buna karşın ilgi gördüğünü söyleyebilirim. Hürriyet Partisi’nin kurucularının, adaylarının çevresinden, çocuklarından tanıdıklarım arasından hemen arayanlar oldu. İzinlerini almadığım için adlarını sayamam; tanıdığınız değerli insanlar, politikacılar, bilim insanları. Hürriyet Partisi ve dönem siyaseti üzerinde uzunca konuşuyoruz. Kitap eleştirmenlerinden, akademisyenlerden olumlu görüşler geldi. Bir kısmı sosyal medyada da yazdı; umarım devam eder. Sanırım bu özel ilgide, kitabın konusu olan dönemle bugünler arasında -hayret uyandıracak derecede- benzerlik olmasının da çok etkisi var. Kitabın içeriği ile ilgili bazı olayları aktardığım arkadaşlarım, bugüne ilişkin çarpıcı örnekler anlatıyor; konu güncelleşiyor. Hemen herkes yarım asırdan sonra siyasetin daha iyi bir yerde olmadığı kanısında hemfikir. Umarım artık yaşananlardan ders alma olgunluğuna gelmişizdir ve sorunları demokrasi içinde aklı selimle çözme yollarını buluruz.