2021 Türkiye’sinde Gençlik Aktivizminin İmkânları ve Bir Eylemin Anatomisi

Sıkça referans verilen bir tespit olarak, 80 Darbesi’ni yaşayan ebeveyn kuşağın büyüttüğü nesiller için protesto eylemlerinin somut bir amaca ulaşmak için etkili bir yol olarak uzun zamandır revaçta olmadığı bir gerçek. Ülkenin en büyük kitle mobilitelerinden biri olan Gezi Protestoları’nda dahi somut kazanımlar çok sınırlı kaldı. Hatta total olarak kazanım oranı çok düşük de olsa Türkiye’de birçok sıradan insan için müzakere ve nümayişsiz bir şikâyetle sorunlarının çözülebilme ihtimali daha yüksek görülüyor. Dahası nümayişin bedeli özellikle 15 Temmuz sonrası yaratılan siyasi iklimle birlikte ancak ideolojik bir aidiyetteki serdengeçtilikle ödenebilir hale geldi. Nitekim son dönemlerde Kaz Dağları’ndaki nöbet eylemi, Somalı ailelerin Ankara’ya yürüyüşü, Baro Yasası’na karşı örgütlenen kampanya ve feminist hareketin eylemleri dışında insanların sınırlı da olsa kendini sokakta ifade edebileceği bir protesto olmadı. Olanlar da orantısız bir polis müdahalesiyle ânında baskılanan görece küçük sol ve gençlik örgütlerinin eylemleriydi. Fakat diğer yandan da öyle bir siyasal gündemle uğraşıyoruz ki demokratik bir ülkede aylarca tartışılabilecek bir aksiyondan neredeyse her hafta birkaç tanesini yaşıyoruz. Twitter savaşlarına, hashtag mücadelelerine, yandaş ve muhalif basının sansasyonel habercilik yarışlarına veya sosyal medya hesaplarında konuşulan konulara baktığımızda aslında Türkiye toplumunun tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar derinlemesine siyasallaştığını görebiliriz. Neredeyse herkesin siyaset veya siyasal iklimin belirlediğini düşündüğü diğer olaylar hakkında bir görüşü var. Fakat böylesine kaynayan siyaset kazanında insanların hem kendini ifade etme alanları hem de kamusal olarak ifade edebilecekleri sözler iktidar tarafından ciddi şekilde kısıtlanmış durumda. Çünkü politik aktör olarak en sıradan öznenin bile iktidarın cımbızlı ideolojik araçları tarafından ülkenin gündemine sokulması mümkün. Hakeza karşı taraf için de bu geçerli, fakat hem imkânlar asimetrik hem de sonuçlar. Nitekim bu asimetriyi Boğaziçi Üniversitesi rektör ataması sonrasında yaşananlarda da gördük. İki farklı cımbızlayarak abartma vakasını sonuçları bakımından kıyaslamak istiyorum.

İlki, atanmış rektör Melih Bulu’nun "İş fikrinizi annenize anlattığınızda anlıyorsa o işi yapmayın," sözünden hareketle kendisine cinsiyetçilik yaftası yapıştırılması… (Eylemlerde de “cinsiyetçi rektör” ifadesi ekseriyetle kullanıldı.) Nihayetinde bu ifadeyi “cinsiyetçi” bulanlar olabilir ama kabul etmek gerekir ki bu ifadenin vurguladığı şey “inovatif işlere, yeni ortaya çıkan sektörlere yönelin” gibi bir niyeti içeriyor. Bunu ifade ederken anne referansı vermesinin cinsiyetçi bulunması da ancak “anneler kadın olduğu için her şeyi anlamazlar” gibi oldukça dolaylı bir niyet okumayla mümkün. Fakat ne kadar haksız bir yakıştırma olursa olsun kamusal alanda bir ifade biçimidir ve sonuçları kamuoyunun takdirine bırakılır. Bazıları cinsiyetçi bulur, bazıları bulmaz. Ama kimse cinsiyetçi bulundu diye sabaha karşı rektörün evini basıp, bütün ailesini yere yatırıp, hatta kapıyı kıramayınca duvarı yıkarak evinin altını üstüne getirmez. Örneklemimin kara bir mizah kurgusu gibi geldiğinin farkındayım ama mevcut durumda teröristlik ithamı ülkedeki en yaygın itham ve başka ithamlara karşı en fazla sözle etki etmeye çalışırken teröristlik ithamının muhatapları inanılmaz bir devlet baskısına maruz kalıyorlar. AKP basını hedef gösteriyor, emniyet zaten hazır kıta, ânında bir gözdağı operasyonu yapıyor ve operasyonun büyüklüğüne göre çok gerekirse yargıya da talimat verilebiliyorlar. Gezi’de keşfettiklerinden beri son yılların sürekli tekrarlanan politik operasyon döngüsü bu… Burada da hazır şablonlarının boş bırakılmış sütunlarını dolduracakları görüntüleri bir solcu halayı ve bir sloganda buldular. AKP medyası tarafından servis edilip hızlıca dolaşıma sokulan videoda[1] öncelikle bir grup gencin “ellerinde pankartlar” isimli Ruhi Su şarkısının şehir militanlığı kültürüne uygun olarak modifiye edilmiş versiyonunu söyleyerek halay çektikleri görülüyor. (Ki anımsayanlar olur, bu şarkı 10 Ekim Ankara Katliamı’nda, bombaların patlatıldığı anda da söyleniyordu.) Şarkının orijinalinde olmayan “ellerinde sapanlar, vuruyor bu çocuklar” dizeleri söyleniyor halay sırasında da… Tahmin edileceği üzere, “sapan” imgesinin özellikle Filistin İntifada’sının bir simgesi olarak tüm dünyada anti-emperyal söyleme sahip sol grupların tahayyülünde bir yeri var. Aslında bu sapan imgesi, uzun yıllar tanklara karşı taş atan Filistinli çocuk konseptinde İslâmcı gruplarca da kullanılagelmişti. Hatta sapan imgesinin Davut ve Golyat hikâyesinden ötürü dinî bir referansı da var; ki o referansta da haklı ve güçsüzün, haksız ve güçlüyü yenebileceği yönlü bir kıssanın enstrümanıydı sapan. Ama bu görece etkisiz ve hatta çocuk oyuncağı olarak algılanabilecek aletten terör propagandası çıkarmak AKP’nin yıllardır neredeyse motor becerileriyle yaptığı bir strateji. Zaten bazı örgütlerin “şeytanlar”, “canavarlar” ve “günah keçileri” olduğu bir okumayı kendi partisel sınırlarını da aşarak toplumun geniş bir kesimine benimsetebilmiş durumda. Herhangi bir örnek vakada da bütün farkları silikleştirerek bu örgütlerin simgesel dünyalarının yakınında dolaşan her şeyi o torbaya atabiliyorlar. Ve neredeyse her seferde de hedef kitlesinin nefretini perçinlemeyi başarıyor bu. Fakat bu başarı oranın eksponansiyel olarak azaldığı da bir gerçek. Artık “Her sevmediğimize de terörist demesek mi?” şeklindeki iç sesleri daha sık duyar olduk.

İkinci kriminalize etme başlığı da görüntülerdeki “katil polis” sloganı… Polise katil denilip denilemeyeceği aslında evrensel demokratik prensiplerde cevabı olan bir sorun. Devletin herhangi bir kurumu, aleni bir şiddet çağrısı içermedikçe haksız veya aşırı bulduğu eleştirilere ve ithamlara müsamaha göstermek zorundadır. (Nitekim Türkiye’de de bu yönlü ifade özgürlüğüne gönderme yapan AYM kararları vardır.[2]) Bu sorun da ancak kamuoyunun vicdanında ve muhakemesinde çözülür. Fakat, “polis=katil” denklemini veren bir sloganın haklılığını tartıştığımızda konu biraz daha çetrefilleşiyor. Elbette mesela Berkin Elvan, Kemal Korkut veya Dilek Doğan gibi olaylardan sonraki eylemlerde “katil polis” sloganı atmak görece ne demek istediğini daha berrak anlatan bir ifade. Bu tip olaylarda neredeyse hukuken cinayet tanımı içine girecek hoyratlıkta eylemler mevcut. Ve vurgu yaptığınız olay bağlamında da katil polis deyince aslında kişi kişi bütün polislere katilsiniz demiyorsunuz. Bilakis ortadaki cinayetten kurumsal olarak bir yapılanmayı sorumlu tutuyorsunuz. Yine de eğer anarşizan bir toptancı bakışınız yoksa tam olarak oturan bir yargı da değil gibi... Ama sonuçta Twitter’da bile karakter sınırı yüzünden insanlar fikirlerini en doğru şekilde ifade edemediklerinden yakınıyorsa, bir yargının slogan olma kısıtlarını düşündüğümüzde bu niyet edilenle ifade edilen arasındaki nüans tolere edilebilir kalıyor.

İşin esas irdelenmeye değer bulduğum bir başka boyutu da eylemin akışı içerisinde bu tarz tartışma konularının katılımcı kitle arasında yarattığı uyumsuzluklar olacak. Fakat bu tartışmaları sağlam bir zemine oturtabilmek için öncelikle eylemlerle ilgili belli gözlemlerimi de anlatmam gerekiyor.

İlk Gün Protestosu

İlk günkü protestoya belki de birçokları gibi ben de çok ümitvar gitmemiştim. Dışarıdan gelen öğrencileri içeri sokmazlar, içerden gelen öğrencileri de dışarı salmazlar; tam kapının civarındaki sınırlı bölgede bir basın açıklaması okunur ve ufak birkaç gerginlikle eylem yavaşça okulun içine kayar diye tahmin ediyordum. Nitekim daha önceki rektör ataması protestosunda da aşağı yukarı bunlar olmuştu. Fakat o dönemde resmî olarak Olağanüstü Hal yürürlükte olduğu için bu eylemde o zamanki kadar sert olamayacaklarını da düşünüyordum. Sonuçta polis epeyce yığınak yapmasına ve ellerinde yasaklamaya bahane olarak kullanabilecekleri “pandemi” gibi bir gerekçe olmasına rağmen muhtemelen hem ulusal ve uluslararası kamuoyunu düşünerek, hem de Melih Bulu’nun okul içindeki pozisyonunu daha fazla zora sokmamak için müdahalede bulunmadı. Ve sanırım eylemci kitlenin sayısının tahminlerinin ötesindeki fazlalığı da kitleyi dağıtmak için verilmek zorunda kalınacak görüntüleri arttıracağından da çekinildi. Nihayetinde Güney Kampüs kapısında buluşan kitle daha önce böyle bir eylem planı çağrısı olmamasına rağmen (en azından ben duymadım) Kuzey Kampüs’e doğru yürüyüşe geçti. Kitlenin en büyük bileşeni ise muhtemelen benzer düşündüğü insanlarla kamusal alanda ortak bir sloganı bağırmanın büyüsünü ilk defa yaşayan ve Tayyip Erdoğan’ın her şeyin merkezi olduğu bir siyasal iklimde dünyayı tanımaya başlayan öğrencilerdi. Özellikle bu kitlede, ülkedeki gidişata karşı kendini kamusal olarak ifade edebilmenin ve okulların kapalı olmasından dolayı yaşayamadığı sosyal ortamın içinde olmanın sevinci okunuyordu. Açıkçası benim açımdan da duygu düzeyinde aynı his hakimdi. Katıldığımı anımsadığım son kitlesel eylem Demirtaş’ın gözaltına alınmasına karşı olan eylemdi ve polis müdahalesi de hiç gecikmemişti. Seçim programları dışında en son ne zaman müdahale edilmeyen bir eyleme katıldığımı ise hiç anımsamıyordum. Eylemi kendi sınırlarının ötesine taşıyan en önemli itkinin de bu sevinç öğesi olduğunu düşünüyorum. Ülkede hükümet yanlısı olmayan insanların mutlu ve etkili hissetmeye her şeyden fazla ihtiyaçları var sanki.

Her ne kadar eski tarz siyaset kalıplarıyla “örgütsüz” ve hatta biraz “apolitik” görünse de bu kitle, karışık bir eylem komitesi yapısı olmasına rağmen hem iyi bir organizasyon yetisine sahipti hem de söz verildiği zaman Türkiye gerçeklerine büyük oranda hakim oldukları görüldü. Bu ana sosyoloji yanında bir kısım akademisyen, olaylara rasgelen mahalleliler (ki sol geçmişi olan bir mahalledir) ve bir de konvansiyonel sosyalist örgütlerden, feminist hareketten ve LGBTİ hareketinden örgütlü öğrenciler vardı.

Eylem Kuzey Kampüs’teki forumla sürerken rektörün Güney Kampüs’teki rektörlük binasına geldiği haberi geldi. (Doğruluğunu kontrol edemedim bu bilginin.) Ve hızlıca tekrar Güney Kampüs’e yürünme kararı alındı. Güney Kampüs kapısının önünde bekleyen polis de iki katmanlı bir sıra yaparak topluca girmek isteyen grubun önünde set oldu. Eylemin ilk aşamasında Kuzey Kampüs’e girişte de uygulanan Boğaziçi kimliği göstererek içeri girme usulüne yönlendirilmeye çalışıldı kitle. Hatta bu yönlendirmenin anonslarını otoriter ve kaba sesli polis amiri yerine “sevgili öğrenciler” hitabıyla başlayan ve rica eden bir kadın sesiyle yaptılar. Bu durumda kitlenin önemli bir kısmı eylemin daha önceki aşamasında da yaptığı gibi gevşek bir kimlik kontrolüyle kampüsün içine girdi ve diğer arkadaşlarını içeri davet eden ve aynı zamanda polis barikatının açılmasını isteyen sloganlar atmaya başladı. Bir süre bu belirsiz durum devam ederken dışarıdaki bir grup öğrenci polis barikatına yüklenerek zorlamak istedi. Polis son dönemlerdeki ofansif sicilinin aksine yalnızca kalkanlarla blokaj kurma usulüyle kitleye direndi. Kitleyi dağıtmaya yönelen bir gazlama ve coplama süpürmesi de yapılmadı. Polis barikatı geriye doğru esnerken okulun zaten bir bahçe kapısı gibi anahtarsız elle açılıp kapanan mekanizması bir miktar açıldı. O sırada kapının iç kısmında bulunan öğrenciler de polise tepki göstererek kapıyı içerden de açmaya çalıştılar. Nihayetinde o meşhur kelepçeli kapı fotoğrafı ortaya çıktı. Bir süre sonra da olayın simgesel boyutunu idrak eden bir amir kelepçeyi söktürüp plastik kelepçeler taktırdı. Sonuçta bir pat durumu oluştu ve eylemcilerle polis karşı karşıya beklemeye başladı. Bekleme uzadıkça bir karar vermek durumunda kalan kitle içinde “o alandaki eylemin bitirildiği ama mücadelenin devam edeceği” yönlü birkaç duyuru yapıldı. Fakat sanırım her seferinde alanı terk etmeme kararı veren bazı öznelerce uygulanmaya konamadı. Zaten birileri eylem alanında kaldığı sürece alandan ayrılmak da halihazırdaki protestocu öğrenciler ve dışarıdan gelen azınlık provokatörler algısını daha fazla destekleyecekti. Nihayetinde uzun bekleyiş polisin gaz atması ile sonlandı. Ve bu eylem günlüğünden geriye eylemleri devam ettirme iradesi dışında sosyalist örgütlerin tutumuna dair bazı tartışmalar da kaldı. Bu tartışmayı, sosyalist örgütlerle bu tarz bir “grand theory”ye bağlı olmayan daha eklektik ve siyasal cephelenmesi daha esnek öznelerin uyumsuzluk alanları olarak tarif etmek mümkün. Zaten “Z kuşağı”nın siyasete bakışı tartışmalarında da bu başlığa vurgu yapan analizleri görebiliyoruz. Bu eylem bağlamında da bu uyumsuzluğun emareleri okunuyordu. Bunun en önemli sebebinin siyasal alanı uzun bir süredir domine eden devlet destekli, “terör” konseptli propaganda dilinin turnusolundan geçebilen kitlenin azlığı olduğunu ilk elden tespit edebiliriz. Yani zaten sosyalist örgütlerin terör torbasında ciddi bir algısal yeri var ve meşru kalmak isteyen her talep “terörist” olarak görülebilecek unsurlarla mesafelenmeye gayret ediyor. Örneğin polisle karşı karşıya gelme durumundan sonra eylemcilerin tavırları için polisten özür dileyen eylemci öğrencilere bile şahit oldum…

Bu mesafelenme ihtiyacının karşı cephesinde de sosyalist örgütlerin kendi örgütsel kimliğinin propagandasını bazen de dışarıdan iğreti gözükecek derecede yapması (kendi flamasını veya dövizini göstermeye dair çabalar veya söylediklerinin ekseriyetle sloganik ve didaktik kalması gibi…) ve genel kitlenin o devrimci simgesel dünyaya uzaklığı gibi faktörler olunca bu ilişki daha da uyumsuz hale geliyor. Eskiden sol tandanslı herhangi bir gençlik eyleminin normu olan devrimci marşlar, halaylar ve sloganların yerini daha olay bazlı, spontan sloganlar ve pop/rap kültürünün eğlenceli ve protest müziklerine bıraktığı bir ivmenin olduğunu görmek çok zor değil. Mesela, Boğaziçi’ndeki eylemlerde de Hande Yener veya Grup Hepsi gibi apolitiklik vaaz ettiği farz edilen şarkıcıların bu kadar yaygın çalınması da daha önceden örneğini gördüğümüz bir durum değil. Bu durumun Boğaziçi özgüllüğüyle de bir ilişkisi kurulabilir. Sonuçta buradaki siyasal ortam her zaman emsallerine göre biraz daha “soft”tur; İstanbul Üniversitesi’nde Grup Yorum çalarken Boğaziçi’nde Kardeş Türküler filan çalar. Ama herhangi bir dönemin öğrenci eyleminde Hande Yener’in büyük tartışmalar yaratmadan çalınacağını hayal etmek bile güçtür. Ve bence artık daha sert politik ortamlarda bile kitleselleşen bir hareketin bu tarz amorf durumlarla daha fazla yüzleşeceğini öngörmek zor değil. Bu, bir yanıyla iletişim devriminin popüler kültür öğelerini kılcallaştırmasının bir sonucu olarak okunabilir. Fakat bence bundan daha büyük bir siyasal durumun yansımasını da içinde taşıyor. Muhalif zihinlerde AK Parti’nin toplum mühendisliğinin yarattığı insan tipine karşı “kendi olabilmenin” bir ifadesi olarak kodlanıyor bu daha ziyade. AK Parti’nin militarist bir muhafazakâr otoriteryenlik üzerine kurduğu siyaset hattı ülkeyi Ortaçağ toplumlarının karamsar, tutucu, gülmez, konuşmaz, eğlenmez ruh haline yaklaştırdı yıllar içinde. Fakat hükümetin en vulgar hamleleri dahi en çok mizah öğesiyle eleştiriliyor gençler arasında. Bütün bu otoriter, poz veren, esnek olmayan, asık suratlı, öfkeli, bedel ödemeyi ve ödetmeyi kutsayan ve nihayetinde “party killer” olarak ortamı bozan arkadaş muamelesi gören “The Devlet”e karşı mermer değil de mozaik olmanın bir tepkisini de barındırıyor bu haller.

Nihayetinde AK Parti iktidarı toplumsal birçok yaranın müsebbibi; bu yaralardan biri de gençliğin yaşam enerjisini ve geleceğe dair pozitif iyimserliğini yıkması… “İktidar sizi nerenizden yaralıyorsa orası kimliğiniz olur” denklemin verdiği sonuçlardan biri de bu olsa gerek. Bunca yasağın, baskının, hukuksuzluğun, düşmanlaştırmanın ve kutuplaşmanın ortasında toplumsal muhalefet, otoriteryenizmin kitlelere veremediği bir neşenin ve umudun da temsilcisi olmak durumunda. Bu yüzden de sol ideallerin taşıyıcı öznelerinin hem daha aktüel ve stratejik bir siyasal analiz ve aksiyonu öncelemeleri hem de bunun nasıl mümkün olabileceği yönlü tartışmaları açmaları gerekiyor sanırım. Nasıl ki “güleryüzlü sosyalizm” tartışmaları sosyalizmin bürokratikleşmesine karşı bir tepkiden doğduysa bu dönemin halkla ilişkiler ihtiyaçlarına binaen de bazı tartışmalar yapılmalı. Aksi durumda toplumsal değişimin dinamosu olabilecek kitleler için örgütlü yapılar daha da arkaik kalacak.


[1] “Boğaziçi Üniversitesi'nde olay çıkaran organize öğrenciler DHKP-C marşı okuyup halay çekti!”, Takvim, 5 Ocak 2021, https://www.youtube.com/watch?v=Fj5SnC_WVc4

[2] “‘Katil polis hesap verecek’ sloganı beraat etti”, BirGün, https://www.birgun.net/haber/katil-polis-hesap-verecek-slogani-beraat-etti-280460