Boğaziçi Üniversitesi’ne (BÜ) rektör atanmasıyla ilgili protesto gösterilerinin yeni bir Gezi olayına yol açabileceğini düşünenler çıksa da, bu ihtimalin fazla yüksek olmadığını görmek zor değil. Hoş, hangi kıvılcımın nerelerde ne yangınları ateşleyeceği önceden kestirilemez, ama Gezi’den bu yana şartlar hayli farklı gibi. Paranoyası o noktaya varmış durumda ki, Gezi türü alevlenmelerin önünü kesmek için iktidarın baştan davranıp göze almayacağı müdahale ve baskı yok. Ayrıca, uzun bir zamandır toplum üzerindeki ölü toprağı pandeminin de etkisiyle daha da katmerlenmiş durumda. Ancak, yeni rektör ve atanma tarzıyla ilgili tartışmalar hemen söneceğe de benzemiyor.
Sınırlı dönemlerle de olsa, hem öğrenci hem öğretim görevlisi sıfatıyla Boğaziçi Üniversitesi’nin havasını solumuş biri olarak, bir çift söz söylemeden geçemeyeceğim.
Konunun iki veçhesi var. Birincisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından atanan Prof. Melih Bulu’nun liyakati ile ilgili. BÜ camiasında tanınmaması, dahası, tatminkâr akademik niteliklere sahip olmadığına ilişkin şüpheler uyandırması, başlı başına bir sorun. Ama daha önemlisi, AKP iktidarıyla olan bağlantısı. Kuşkusuz, bir akademisyenin bir siyasal partiye veya siyasal iktidara yakın olması yahut hizmet sunması az görülen bir durum değildir ve gayet doğaldır; bilimsel özerkliğini koruduğu sürece, akademik duruşuna da halel getirmez böyle bir durum (tam tersine, çoğu kez akademik hayatını zenginleştiren bir deneyim olduğu da söylenebilir). Fakat kişinin akademik kimliği daha başından itibaren kendi bilimsel çalışmalarından değil, doğrudan siyasal bağlantı ve faaliyetlerinden kaynaklanıyorsa, o kişinin akademik çevrelerde fazla bir saygınlık görmesi beklenemez -hele bir de bağrında yetişmediği veya çalışmadığı bir kurumun tepesine gelmişse. Bu saygınlıktan yoksun birinin, sadece rektörlük makamının gücüne dayanarak, kendinden daha donanımlı ve yetkin kadrolara söz geçirmesi ve koca bir üniversiteyi çekip çevirmesi pek mümkün olmasa gerek. İşleri zorlama ve dayatma ile yürüttüğü takdirde ise, bundan üniversitenin fazlasıyla zarar göreceği kesin.
Sorunun rektörün şahsi niteliklerinden bağımsız olarak, rektörlüğe geliş tarzında yattığını söyleyenler haklı kuşkusuz; ancak zarf tamam da, mazrufun kendisi de göz ardı edilmemeli: yukarıdan paraşütle de gelse, BÜ’lüler tanıdıkları yahut saydıkları bir profesöre acaba aynı tepkiyi gösterirler miydi? Sözgelimi, Erdoğan Boğaziçi rektörlüğüne Daron Acemoğlu’nu davet etseydi (elbette etmezdi, ama bir an için ettiğini varsayalım), Acemoğlu da bu davete icabet etseydi (elbette etmezdi, ama bir an için ettiğini varsayalım), BÜ’lüler Bulu’ya gösterdikleri tepkiyi bu atamaya gösterirler miydi? Herhalde hayır. Erdoğan, BÜ’nün atmosferine hayli yabancı olmasına rağmen akademik varlığından şüphe duyulmayan muhafazakâr bir profesörü (sözgelimi Ekmeleddin İhsanoğlu’nu) tayin etseydi, BÜ’lülerin ona bile tepkisi muhtemelen aynı şiddette olmayacaktı.
Lakin, problemin esasen rektörün geliş tarzında düğümlendiğini teslim etmek gerek. Nihayetinde, allâme-i cihan da olsa, bir akademisyenin kendi kurumu tarafından seçilmek yerine sorgusuz sualsiz yukarıdan siyasi atamayla rektörlük koltuğuna oturmasının prensipte kabul edilir bir yanı yok. O bakımdan sapla samanı karıştırmamak lazım: protestocuların da ısrarla vurguladığı gibi sorun, Prof. Bulu’un kifayet yahut kifayetsizliğinden bağımsız olarak, üniversitenin özerkliği ve üniversiteyi oluşturan öğretim/öğrenci kadrolarının (“paydaşlar”ının) insan yerine konup konmamasıyla ilgilidir. Bunun da ötesinde, üniversiteyi üniversite yapan başlıca değer olan özgürlük mevhumuyla ilgilidir sorun.
Prof. Bulu, atanmasının normal olduğunu, dünyadaki uygulamaların da farklı olmadığını söylemiş ayağının tozuyla. Şimdi, üniversitelerin mükemmel demokrasi örnekleri olduğunu iddia etmek doğru değildir elbet. Dünyadaki en prestijli üniversitelerin bile işleyişinde türlü arkaik pürüzler ve tıkanıklıklar bulunabilir. Rektörlerin de, ister bakan, ister başbakan yahut devlet başkanı tarafından olsun, bir şekilde siyasi otorite tarafından genellikle resmen “atandığı” doğrudur. Ama usulen yapılan, sembolik atamalardır bunlar; uzun ve titiz seçim süreçlerinden çıkan sonuçların devlet tarafından onanmasının -ve hiç değilse zımnen desteklenmesinin- ötesinde pek bir anlam taşımaz. O bakımdan Bulu’nun protestocular karşısında can havliyle söyledikleri asılsızdır (Prof. Burhan Şenatalar’ın Bulu’nun iddialarının asılsızlığıyla ilgili açıklayıcı yazısı ve ayrıca mükemmel televizyon konuşmasına bakabilirsiniz.
Bulu’nun bir başka iddiası var ki, gerçekten de iddialı bir vaadi içeriyor: rektörlüğü döneminde BÜ’yü dünyanın ilk yüz üniversitesi arasına sokacağını müjdelemiş. Maalesef duyanlarda buruk bir gülümsemeden başkaca bir etki yaratamayacak bu iddia, Bulu’nun kendine nasıl bir misyon biçmiş olduğuna da ışık tutuyor: tökezleyen, patinaj yapan bir kurumu şaha kaldıracak bir teknokratı, yahut iflasa sürüklenen bir şirketi kâra geçirecek bir CEO’yu tarif eden bir misyon bu. Böyle bir misyonda, bir kurumun başına geçen kişinin o kurum ve meslekten olup olmamasının önemi yoktur. Bir hastane yöneticisinin doktor, ya da bir motor fabrikası yöneticisinin makine mühendisi olması nasıl gerekmiyorsa, bu çerçevede rektör seçilen kişinin akademisyen olması da gerekmez. Dahası, böyle bir rektörün, yönettiği kurumun gelenek ve teamüllerine uyması da gerekmez. Tersine, şaha kaldırmayı hedeflediği üniversiteyi sarsacak, icabında hallaç pamuğu gibi atacak tıynette biri olması beklenir.
Rektör Bulu’nun "verimliliği yükseltme"ye odaklanmış bir "teknokrat" kimliğiyle BÜ’deki iğreti konumunu gizlemeyi başarması kolay değil. Böyle bir kimliğe uygun olup olmadığı bir yana, bizzat kendisinin inandığı da şüpheli. Onu BÜ’ye atayan RTE’nin ise tek derdinin tüm ülke sathı üzerinde kurduğu denetimi en ufak bir boşluk bırakmamacasına BÜ üzerinde de genişletmek olduğu, Bulu’dan beklentisinin de bir parti komiserinin yapabileceğinin pek ötesine gitmediği yeterince açık.
Normal şartlarda, Erdoğan gibi yirmi yıla yakındır kesintisiz iktidarda bulunan bir siyasetçinin, karşısında doğal olarak genişleyen muhalefeti büsbütün azdırmamak için, bazı hoşlanmadığı kurumlara ve "yaşam tarzı” adacıklarına fazla ilişmeme, onları kendi hallerine bırakma ferasetini göstermesi beklenir. Erdoğan’ın âdeta bir rol modeli olarak benimsediği Sultan Abdülhamid bile, otuz yılı aşan hükümranlığını sadece istibdat idaresine değil, biraz da belirli aşama ve mahallerde gösterdiği bu ferasete borçluydu. Dillere destan paranoyasına daima yenilmediği, en azından BÜ’nün nüvesini oluşturan Robert Kolej konusunda da olduğu gibi, elinin altındaki her arı kovanına çomak sokmaktan imtina etme becerisini gösterdiği söylenebilir. En ufak bir danışma ve ikna çabasına dahi girmeksizin BÜ’ye rektör dayatarak, Erdoğan gücüne nasıl güç kattı, "durduk yerde” ilave bir huzursuzluğa sebep olmak dışında, ne kazandı, doğrusu anlamak zor. İster istemez, amaçladığının tam da bu huzursuzluk olduğunu düşünmek mümkün.
Fakat özellikle BÜ söz konusu olduğunda, Erdoğan’ın bu dayatmacı tavrını doymak bilmez denetim iştahıyla açıklamak yetersiz kalır sanırım. Yakın çevresindekilerin bazı sözlerine bakılırsa, burada “elitizm"e karşı derin bir tepki olduğu, bu tepkinin ise elitizmin başlıca kalelerinden sayılan BÜ’ye pek de iyi gizlenemeyen bir haset şeklinde yöneldiği anlaşılıyor. BÜ’nün “Boğaz’a nazır viskisini yudumlayan” tuzukuru zümreyle kolayca özdeşleştirilegelmesinin de bu haset birikiminde bir payı olsa gerek. Fakat burada asıl problemin, elit olan hemen her şeye karşı duyulan eziklikten doğduğu, bu ezikliğin de Erdoğan ve çevresinin sınıfsal kökeninden kaynaklandığı malum. Bu eziklik, varoşlarda yaşanmış yoksunluk ve dışlanmışlığın yarattığı değişmez bir ruh halidir. Yukarılara tırmanılıp sonunda saraylarda oturulsa da, kolayca kurtulunamayacak bir ruh halidir bu. Herhalde, ancak bizzat sarayda doğmuşların asla tanımayacağı, bilemeyeceği bir ruh hali (Sultan Abdülhamid’le bir fark daha!).
BÜ ile ilgili olarak, Erdoğan ve çevresinin de paylaşır göründüğü “zenginlerin okulu” algısı gerçeği yansıtmamaktadır. BÜ’nün sosyolojisi belli: bu üniversite bir devlet kurumudur; buraya zorlu bir yarıştan sonra bileklerinin gücüyle giren öğrenciler, öğrenimlerini bedelsiz sürdürme imkânına kavuşur. Her kaliteli eğitim kurumu gibi, BÜ de tabiatıyla toplumda yükselmenin ve sınıf atlamanın etkili bir aracıdır; fakat bir kısım özel vakıf üniversitesinden farklı olarak, bu üniversitenin öğrencileri ağırlıkla orta gelirli ailelerin (hatta yatılı sayısına bakılırsa, hatırı sayılır oranda düşük gelirli ailelerin) çocuklarıdır, zengin çocukları değildir; aynı şey BÜ’nün öğretim kadrosu için de söylenebilir (tabii bu gerçek, birtakım ehli keyif hocanın Boğaz’a nazır viski yudumlamasına engel teşkil etmez; kaldı ki, son bindirilen vergilerle viskinin milli içkimiz rakının yanında ucuz kaldığı unutulmamalı!).
Pek çok öğrencisi ve mezununun vurguladığı gibi, BÜ elit bir okuldur, ama elitist değildir. Her elit yapı, dışarıya karşı belirli bir kapalılık ve geçirmezliğe sahiptir. Yani elini kolunu sallayan herkes elit yapıya giremez, bünyesine dahil olamaz. Elitist yapılar da böyledir; fakat aralarındaki fark şudur: Elitist yapılara girmek için varlıklı ve/veya statü sahibi olmak gerekir. Örneğin masonluk böyledir. Birtakım dinî cemaatler de bu kategoride düşünülebilir. Gerek seküler gerek seküler olmayan türlü ideolojiler ve inanç sistemleri bu yapıların düşünsel tutkalını oluşturur; bu düşünsel tutkal, onlara belirli bir kamusallık ve evrensellik kisvesi kazandırsa da, aslında çeşitli şahsi ve özgül menfaatlerin güçlendirilmesi ve kollanmasına dönük yapılardır bunlar. Elitist yapılar daima elit olduklarına inanır veya kendilerini öyle pazarlar; fakat gerçekte ne kadarı öyledir, o da tartışılır.
Elit yapılara gelince, onlar da pekâlâ elitist bir söylem tutturup elitist bir görüntüye bürünebilirler. Lakin, nasıl ki elitist yapılar hiç de elit olmayabiliyorsa, elit yapıların da elitist olması gerekmez; çoğu durumda da, varoluş şekilleri ve söylemlerinin bırakabileceği izlenimin aksine, yapısal olarak elitist oluşumlar değildir bunlar. Zira elit yapılar, spesifik çıkarlara ve statülere değil, bilgiye ve düşünsel donanıma dayanan kurumlardır. Sözgelimi, İngiliz Kraliyet Topluluğu (The Royal Society), yahut muadili Fransız Bilimler Akademisi gibi kuruluşlar bu yapıların has örnekleridir. Keza, Cambridge, Oxford, Harvard gibi üniversiteler de bu kategorideki örneklerdendir. Büyük ayrıcalıklar taşıyan ve üreten bu kurumların yerleşik müdavimi olmak fevkalade zordur, malum. Yapıları gereği, ufak bir gurubu “içeri”ye alırken, büyük çoğunluğu dışarıda bırakan kurumlardır bunlar. O bakımdan, görüntüleri her zaman sevimli bulunmayabilir. Fakat nihayetinde, nefesi çıkışan, yani bilimsel ve meslekî birikimi en üst düzeyde yeterli görülen her faniye kapıları prensipte açıktır bu kurumların. Yüksekçe bir fildişi kule olarak, BÜ’nün de durumu bu örneklerden pek farklı sayılmaz. Velhasıl, elitist olduğu için eleştirilere maruz kalıyorsa ne âlâ; fakat düpedüz elit olmasından ötürü gocunulacak pek bir yönü yoktur BÜ’nün.
Sözümü bitirmeden, bu elitizm münakaşalarında gözüme çarpan bir hususa da değineyim. İlginç bir şekilde, kimileri BÜ’nün elitist olmadığını savunurken, kimisi de bunu bir veri olarak kabul edip, BÜ’yü elitist olmakla suçlayan AKP yanlılarının çelişkiye düştüğünü, çünkü atanan Prof. Bulu’nun da pekâlâ bir başka elitin, bizzat "AKP eliti"nin bir üyesi olduğunu ileri sürdü. Kanımca, yanlış bir argüman bu. Zira, birtakım siyasi örgütlenme faaliyetlerinde bulunmuş olmasına rağmen, Bulu’nun AKP’nin "iç çember"inin bir parçası olduğu tartışılır. Dahası, bu iç çember içinde “AKP eliti” diye bir şeyden bahsetmek kolay değil. Elit deyince, belirli temayül ve gelenekler, istikrar, öngörülürlük ve bir miktar da düşünsel içerik akla gelir. Bir de tabii, düşünen, konuşan, fikriyle var olan birden fazla sayıda insan. AKP’nin tepesinde rastlanan özellikler değil bunlar -en azından uzun süredir hiç kalmışa benzemiyor. Eğer bugün bir “AKP eliti” olsaydı, BÜ’ye atanan rektör de, atanış şekli de farklı olmaz mıydı?