Kendini Bulma Labirentinde "Hep Sondan Başlar"

İnsan tahakküm zincirlerinden kurtulamadığı bazı zamanlarda tali yollara sapar, o arada özgürleşme arzusu sıradanlaşır, sonra da farkına varmadan unutulur. Zamanın ileriye aktığını, geçmişe baktıkça neler bıraktığını düşünür. Oysa geçmişte bir şey bırakmanın aksine hatıralarla her daim kuşatılırız. Bu hislere kapılmışken Taçlı Yazıcıoğlu’nun romanı Hep Sondan Başlar’a rastladım. Bu roman beni hiç kimsenin sonunu bilmediği bir labirent olan yaşamdaki özgürlük arayışları hakkında farklı düşüncelere itti.

Geçmiş ve tarih, ne kadar farklı kavramlar! Birbirinin yerine kullanıp dururuz. Tarihe atfettiklerimiz ve geçmişte affettiklerimiz. Tarihin nesnel yazılamadığı bir dünyada, güya öznel olan geçmiştir.[1]

Tıpkı romanda olduğu gibi geçmişe bakışı nostaljik olmaktan çıkaran düşünce, onun öznel olduğuna yapılan vurgudur. Çünkü nostalji eski günlerin güzel yanlarını kırpar, bunları hafızalarımızda sabit kılar. Odaklandığı zaman diliminin herkes için aynı güzellikte olduğu yanılsamasını yaratarak tercihlerimizi ve anılarımızı standartlaştırır. Bir bakarız ki, romandaki Ece gibi yaşamımızı anlamayı arzu ederken geçmişin tahrifatının öznesi oluveririz. Bazen bilinçli bazen bilinçsiz, bazen bil-ittifâk bazen münferit, yaşamımıza girmiş insanlar da işbirlikçimiz olur ve zaman elimizden sıyrılıp gider: Tempus fugit.

Antik zamanlarda gök cisimlerinden etkilenerek dairesel olarak tekrarlayan zaman algılayışı, Hıristiyanlık ile mutlak sona doğru ilerleyen doğrusal bir hal alır; on dokuzuncu yüzyılda ise zaman geçmişi, şimdiyi ve kısmen geleceği içeren daha bütüncül yaklaşımla değerlendirilmeye başlanır. Böylece daha fazla anlam kazanır. Agamben bunu, “Anlam sadece bütünlüğü içindeki sürece aittir, asla noktasal ve firari şimdiye ait değildir,”[2] şeklinde tarif eder. Romanın da önerdiği gibi yaşam, doğumdan ölüme kadar belirli parçaların monte edilmesiyle de ortaya çıkabilir, tıpkı Agamben’in söylediği gibi: “Hiçbir şey bitmemiştir çünkü henüz başlamamıştır: bir başlangıç yoktur, çünkü her şey sondan başlar.”[3] Hikâyelerini anlatan insanların hatıraları birbirine karışır, yollar beklenmedik şekilde kesişir ve ortak anların kıymeti seneler sonra yapılan muhasebelerde meydana çıkar. Sonu bilinse dahi rastlantıların hayata yön veren eşikler olduğunu insan sonradan kavrar. Hep Sondan Başlar’da yaşamlarımız kendi özümüze doğru ilerleyen kutsal bir yolculuktur. Farklı coğrafyalarda kendimizi ararız.

Meğer hiçbir yer öyle tanınamazmış; meğer yürünmezse, ayaklar sokaklara değmezse, kentler anlaşılamazmış. Her insanla farklı mı yaşanırmış bir şehir?[4]

Bir yürüyüş esnasında insan, alternatiflerden birkaçını seçerek bazı olasılıkları eyleme döker. De Certeau’nun dediği gibi, yürüyen kimse aynı zamanda seçim yapandır. Romanda hayat verilen Zerrin daha önceleri Londra’yı görmesine rağmen bu şehri yeterince anlamadığını fark eder. Yaptığı seçimlerin neticesinde Londra caddelerinde yürüyerek hayata ve kendine dair bambaşka bir bakış geliştirir. Bir kentin nasıl yaşandığını, o kentte daha önce hiç yaşamadığı ihtirasların olabileceğini, sevgiyi ve özgürlüğü öğrenir. Zamanla bu kentten ruhuna sıcaklık veren bir cottage yaratmayı da başarır, kendi tercihleri ile hayatını dönüştürdüğü gibi mekânı yürüyerek, yeri geldiğinde orada sükûnetle eriyerek, yüzeysel ilişkilerinden sıyrılıp kendi değerini fark eder. Zerrin aynı zamanda tüm yönleri tüketim pratiğine bağımlı kılmış amaçsız hayatında giderek sıkıştığını hisseder ve harekete geçer, yaptığı seçimlerle sadeleşerek hayallerini gerçeğe dönüştürür. Zerrin’in bu kararlı tutumu ve sadeliği, kadının kendi varlığını tüketimde ve erkekler üzerinden aramasının anlamsızlığına bir meydan okuyuştur.

Hep Sondan Başlar’da hayat öykülerinin muhasebesini yapan hem erkekler hem de kadınlar var. Kalem fallik bir sembol olarak yorumlanacak olursa yazma eyleminin kadın eksenli işlenmesi erkek egemenliğinin mutlak olduğu farz edilen alanlara karşı bir meydan okuyuş olarak görülebilir. “Geçmişe saplanmanın ataletini bir kenara bırakıp yeniden başlamak ve kendimizi yeniden yaratmak nasıl olur?”[5] Bu sorunun cevabını ararken Ece ve Zerrin bizlere ip uçları uzatır. Kendine güvenen farklı zamanlarda, yürekleri yaralı olsa da aşka bağlandıklarını sandıkları anda aslında kendilerini hayata bağlayan kadınlarla Hep Sondan Başlar, kadınların bireysel manifestosudur. Hayat aslında bir özgürleşme ve kendini bulma labirenti değil midir? Bu karanlık labirentte kadın olsun erkek olsun kendimizi ararız, hangi dönemecin bizi nereye götüreceğini bilmeden geçtiğimiz köşeleri tanımaya çalışarak, yer yer labirentin duvarlarına fillere dokunur gibi dokunarak ilerleriz. Geçmiş bu labirentte şimdiye her daim sirayet eder durur.

Yaşananları sil baştan öğrenmekle geçiyor çoğu zaman ömrümüz. Aynı körlerin fillere dokunuşu gibi her yeni bilgi ile geçmiş de tekrar şekilleniyor. Geçmiş geçmişte kalmıyor.[6]

Eski zamanlarda günlük pratikler, metafizik ve ruhsal tecrübelerin, doğa aracılığıyla edinilen bilgilerle harmanlanışıydı. Tütsü kokulu kehanetler, şaman danslarının büyüsü… Mistik olanın gerçekliği belirlediği devirlerde geçmişi tahrif edecek amil öğe, ruh ve tinin bütünlüğü ile var olurken, yaşamın yeknesaklığında düşler dünyayı deneyimlememizde tedricen arka plana düştü. Arzular ve ihtirasların yetim kaldığı âlemde fantazmanın birike birike iflah olmaz asi bir çocuk rolünü üstlenmesinden daha tabii ne olabilirdi? “Yani arzunun öznesi olan Sade’ın insanının karşısında daima gereksinim öznesi olan bir başka insan vardır, çünkü gereksinim kendi arzusunun tersine dönmüş biçimi ve bu arzunun temel yabancılığının şifresinden başka bir şey değildir.”[7] Hazzın tatmini gereksinime ve gereksinim de artık bir hazza dönüşerek birbirini besler, birbirini var eder. Varlık artık ötekinin bastırılması ile peyda olacaktır. Frankofon şair ve akademisyen Suat, romanda “sadizm” imgesinin açık tonda bir temsili olarak diğer karakterlerin dünyasına sızar. Suat bir şairdir şair olmasına ama şiir sanatını icra etmek zaman zaman duyarlılık gerektirir, o ise bunun aksine hedonist ve bencildir ve şiirin sadece kafiyeden ibaret sözler dizesi olup olmadığını düşündürtür. Kişisel olan siyasidir ve şiirin kişisel söylemi de bir siyasal içerirse anlamını bulur. Tıpkı Lawrence Durrell gibi anne babasının kitaplığından bulup okuduğu Sade’ın ilham vermiş olduğunu tahmin ettiğimiz şair Suat, hayalindeki hazzın mutluluğunu öteki olan Ece’yi hem zihin hem de tensel dünyasında bastırmakta bulacaktır. Öte yandan diğer karakterler de mutluluğu geçmişlerinde arayacaklar, saplantılı arzuların sembolü olan şifonyer sık sık karşımızda belirecektir. Hafızalarımızın tozlu anlarını kaldırdığımız, bu büyülü mobilya ortalığı toparladığı gibi bizi de toplar. Geçmişin farklı kompartımanlarında karşılaştığımız insanları birbirine bağlayan, kiminin tozlu, kiminin erotik anılarını çekmecelerinde hapseden bir mobilyadır o. Çekmeceler yavaş yavaş açıldıkça, romanda zihinler de açılır “Yaşamın büyüsünü kaybetmeye başlayanlar, nostaljiden medet umarlar,”[8] ama bu romanda da olduğu gibi hüsranla sonuçlanan bir edimdir.

Sade’ın modern vârisleri olan erkek karakterlerin cinsellik üzerinden kadınlara bakışı okura kitabın ortalarına doğru artan erotik dil ile aktarılmış. Kötülüğün hasar verici ve iyiliğin deva olan efsunları gibi yoğunlaşan ve sönümlenen cinsel anlatıyla gerilim ve yumuşama peşi sıra gelmiş. Kullanılan bu erotik dilin yoğunlaştığı kısımlarda cinsel tavır, anlatının genel akışı üzerinde bir sis oluştururken okuyucunun dikkati bambaşka yöne çekilip, bir çeşit erotik diyalektik kurgulanmış Hep Sondan Başlar’da.

Geçmişle şimdi arasında köprü kuran ve onları ayıran zaman aralığını birçok anlamda bertaraf eden ritüellerin hayattaki bazı çelişkileri nasıl giderdiğini, Suat’ın mezunlar yemeğindeki retoriğinde gözlemleriz. O gece Suat kendini yıllar sonra modern bir ritüelin gayri resmî başkanlığında buluverir.

Hepimizi masadan kaldırdı, sandalyelerimizi yarım ay şeklinde dizdirdi; diğer grupları hiç göremez olduk. Ortamıza geçip tek tek yüzümüze baktı.[9]

Suat’ın okuduğu erkek lisesi ataerkil normların gayri resmî transferinin yapıldığı, erkekler arasında kurulan bağın rekabetle yoğrulup şölen sırasında maharetlerin sergilenebilmesi için önceden şiirlerin, şakaların ve kendilerini öven hikâyelerin hazırlandığı antik dönem gimnazyumları gibi işler. Romanda “réunion” olarak vurgulanan mezunlar gecesinin ilerleyen saatleri de antik ritüellerin işletildiği symposia denen erkek şenliklerini andırır. Sennett’in anlattığına göre “sözler bedenin sıcaklığını yükseltiyor; Yunanlılar ‘hararetli ihtiraslar’ ya da ‘yıkıcı sözler’ gibi tabirleri mecaz olarak görmüyorlardı. Belagat sözel ısı yaratma tekniklerinden oluşuyordu”.[10] Bu buluşmada Suat da şiirleriyle ortamı ısıtarak abartılı bir hatipliğe soyunur, ihtiraslarıyla kurguladığı fantezilerini kır saçlı arkadaşlarıyla paylaşmanın dolaylı hazzını yaşar.

Hep Sondan Başlar’daki réunion asırlar boyu sosyal yapılara ve normlara sirayet eden yıkıcı bir erkeklik algısı ve cinsel saplantılı seremonilerin modern bir uygulaması olarak görülebilir. Kullanılan açık üslup okura romanın bu yıkıcılığa açık bir eleştiri olduğunu düşündürtüyor. Suat haricinde şu sıralar “toksik” olarak adlandırılan erkekliğin bir başka yorumuna Timur karakterinin gençlik hatıralarında yeniden rastlarız.

Kahvaltıdan sonra ütü zamanıydı bizim köşklerde, çocukluğumdan beri alışık olduğum kokuların sırasını ezberlemiştim.[11]

Çocukluk herkes için güzel ve hep hatırlanmak istenen bir zaman olmayabiliyor. Kimimizin neşeli, kimimizinse hüzünlü yıllarıdır çocukluk. O günleri ister sevinç ile ister nefret ile yâd edelim üzerimizde bıraktığı etkinin önemi tartışılmazdır. Hep Sondan Başlar’da Ece ile ilk gençlik yıllarını geçiren mirasyedi Timur için de bu durum değişmez. Her ikisinin beraber geçirdikleri yıllar bir yorgan iğnesi gibi hatıralarını delip geçer, onları birbirine bağlar. Çocukluğumuzu geçirdiğimiz mekânların imgeleri yanında kokular da karakterimizi ve hatıralarımızı şekillendirmekte oldukça mahirdir. Hep Sondan Başlar’da hatırlanan çocukluk, eğlence ve hizmet sektörünün hayatımızı bu denli işgal etmediği, evlerde “dolap ve şifonyerlere katlanıp özenle yerleştirilmiş çarşaf, havlu ve seccadeler arasına zeytinyağlı, yasemin ya da gül kokulu ‘kalıp sabunların’ veya kuru lavanta torbacıkların konulduğu”;[12] bahçelerde kaynatılan reçel kokuları arasında çamaşırların çitilendiği, her insanın kendine has mizacı olduğu gibi her evin de kendine has kokularının olduğu yıllara denk gelir. Delikanlılık çağına şehvetle damga vuran kadın kokusu ise Timur’u ilerleyen zamanda cinsel ve tinsel birçok anlamda etkiler.

Emeği ile geçinen Serap, romanda sayfalar çevrildikçe sabun ve ter kokusu ile yoğrulan emeğinin ve bedenin sömürülmesine karşı sessiz bir başkaldırıyı sahneler. Bu sahne lanetlenmiş bedenin acısını antik çağın ritüelleriyle dindirmenin sembolüdür. Sabun, ter ve kadın kokusuyla benliğini arındırmanın sembolü… Yunanlı kadınlar cinsel özgürlük ya da kısıtlama ortamı oluşturmak amacıyla bitki ve baharat kokularının yarattığı yoğun çağrışımları Adonia adı verilen müstehcen arzuların kutsandığı şenliklerde kullandılar. Adonia ritüelinde kadınlara haz vermeyi bilen genç Adonis’in ölümüne ağıt yakılır, sadece ismen cenaze denebilecek bir şenlik düzenlenirdi. “Yas tutmak yerine bütün gece uyumadan dans ediyor, içki içiyor, şarkı söyleyip, kendilerini cinsel olarak uyarmak amacıyla mür topçukları ve başka baharatlar yakıyorlardı.”[13] Romanda diğer kahramanlar gibi beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkan Zerrin’i günlük tutmaya sevk eden yas Afrodit’in âşığı Adonis’in ardından tuttuğu yasa benzer. Ritüelin mitlerdeki söylemi olaylara yedirerek eşsüremli hale getirme kudreti içinde bazı hakikatleri de barındırır. Çünkü “ritüel sağaltır ve ezilenlerin –kadınların olduğu kadar erkeklerin de– toplumda maruz kaldıkları aşağılama ve horgörülere tepki verme biçimlerinden biridir; daha genel biçimde yaşamanın ve ölmenin getirdiği acıları daha katlanabilir hale getirebilir”. Bu doğrultuda, “ritüel bir toplumsal form oluşturur; insanlar bu form içinde, reddedilmeyle pasif kurbanlar olarak değil aktif failler olarak başa çıkmaya çalışırlar”.[14] Bu modern söylencede Serap’a duyulan küçümsemeye karşı önerilen eylem, Timur’un bir seremoniye dönüştürdüğü parfüm seçimi, Suat’ın bitmesinden korktuğu, belki de gerçek tercihlerini gizlemek için kullandığı “sadist” cinsel yaşamı, Ece’nin yaşadıklarından beslenen özyaşamöyküsü yazma uğraşı da günümüzün ritüelleri olarak uğradıkları fiziksel ve ruhsal baskıdan, acılardan hiç farkında olmadıkları sıyrılma çabası olamaz mı? Farkına varamadığımız ama içinden geçtiğimiz bazı süreçlerin ömrümüzü daha “insancıl” kılmasının mümkün olduğu akla geliyor. Gündelik hayatın doğal akışındaki küçük şeyler aslında hafife aldığımız kadar önemsiz, tutkusuz ve bayağı olmasa gerek; insan belki zamanla bunların içerdiği ehemmiyeti, tutkuyu ve sevgiyi daha iyi hisseder.

Roman mekânları, anlattığı dönemlerde kullanılan dili, giyilen kıyafetleri fenomenolojik bir yaklaşımla okuyucuya aktarırken yazma sürecine ne kadar yoğun bir emek harcandığını da gösteriyor. Okur, yazarın zihninde kelimelerin yerlerini tekrar tekrar değiştirerek en iyi hissiyatı verme arzusunun peşinden koştuğu fikrine kapılıyor. Birkaç farklı dönem anılarla yeniden canlanıp sözcükler ile tekrar hayata döndürülüyor. Nispeten unutulmuş sözcüklere hayat öpücüğü verilmesi, okurun gözünde karakterlerin yaşadığı dönemleri kolaylıkla canlandırmasına yol açıyor. Tüm bu betimlemelere ek olarak, bilim dünyasındaki kişilerin lalettayin addettiği durumlar ve erkek egemen zihniyet Mert tarafından Charles Bukowski tarzında bir söylemle eleştirilirken, Hep Sondan Başlar fark edemediğimiz toplumsal cinsiyet tabularına ve tüketim kültürüne karşı tepki olarak okunabilecek bir roman olma kimliğini pekiştiriyor. Bununla beraber roman, varlığına mütecaviz edimlerin arttığı günümüz ortamında arzularını dile getiren kadınları ve hayatın dizginlerini ele alma çabasındaki insanları farklı diller kurarak anlatıyor. Hep Sondan Başlar hayat labirentinde farkına varılması güç olan ritüeller yardımıyla özgürlük arayışını işleyen şaşırtıcı bir eser olarak karşımıza çıkıyor.


[1] Taçlı Yazıcıoğlu, Hep Sondan Başlar, İletişim yayınları, İstanbul 2019, s. 255.

[2] Giorgio Agamben, Çocukluk ve Tarih, Alfa Yayınları, İstanbul 2020, s. 141.

[3] Agamben, a.g.e, s. 200.

[4] Yazıcıoğlu, a.g.e, s. 178.

[5] Taçlı Yazıcıoğlu, “Nostaljiye Vefa, Daha Ne Kadar?”, Birikim Güncel, 28 Mayıs 2017, https://birikimdergisi.com/guncel/8340/nostaljiye-vefa-daha-ne-kadar

[6] Yazıcıoğlu, Hep Sondan Başlar…, s. 159.

[7] Agamben, a.g.e, s. 42.

[8] Yazıcıoğlu, a.g.e, s. 290.

[9] Yazıcıoğlu, a.g.e, s.88.

[10] Richard Sennet, Ten ve Taş, Metis Yayınları, İstanbul 2008, s. 53.

[11] Yazıcıoğlu, a.g.e, s. 213.

[12] Seyhan Kurt, Haneden Ev Haline, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021, s. 231.

[13] Sennett, a.g.e, s. 65.

[14] Sennett, a.g.e, s. 69.