Mehmet Ali Birand' Mektup

Sayın Birand,

Geçen hafta yayınlanan 32. Gün Programını izleme fırsatım olmadı.

Programı izleyen dostlarımdan öğrendiğim kadarıyla, Yalçın Küçük’ün de aralarında olduğu konuklarınızla birlikte Ergenekon’u tartışmışsınız.

Kuşkusuz Türkiye’nin gündemi Ergenekon.

Ve Türkiye son çeyrek yüzyıldır, tarihinde ilk kez kendi gerçek gündemiyle buluşuyor.

Bu gerçek gündem, bana göre, darbeye ve darbecilere karşı demokrasiyi savunmaktır.

Bu gündeme sahip çıkmadan Kürt savaşı bitirilemez, Avrupa Birliği süreci savunulamaz ve gelişemez, gerçek bir demokrasi ise, asla kurulamaz.

Yeryüzünün lanetlenmiş bütün fikirlerini savunan ve bu fikirler uğruna cinayetler işlemekten geri kalmayan bu gizli örgütlenmeleri dağıtmadan ve sorumlularını yargılamadan , artık kardeşçe ve bir arada yaşamayı başaramayız.

Vicdanlarımız ve insanlığımız buna izin vermez..

Sayın Birand,

Susurluk ve Şemdinli’yi unutmadan ifade etmek isterim ki, Türkiye, tarihinde ilk kez geçmişiyle yüzleşme ve bu geçmişle hesaplaşmaya dair imkanları elde etmiş bulunuyor.

Ergenekon İddianamesi, bu imkanların miladı olarak görülmeyi hak eden bir iddianamedir.

İddianamenin içindeki somut delillere dayanarak yapılan haberler, ortaya saçılan bilgilere yansıyan karanlık ilişkiler, bu ülkede demokrasi ve hukuk kuralları içinde yaşamak isteyen hiç kimsenin görmezlikten gelemeyeceği kadar vahim ve kapsamlıdır.

Şu kadarını söylememe izin verin, eğer Ergenekoncular’ ın planları başarıya ulaşsaydı, bu gün sizinle ve sizin gibi demokrat insanlarla bir toplama kampında, ya da bir cezaevinin hücrelerinde aynı kaderi paylaşıyor olabilirdik.

Sağ kalmış, ya da sağ kalmayı başarabilmişsek tabi!

Diyeceğim, geçmişin karanlıklarını aydınlatmak için Türkiye’de bir avuç insanın hukuk kuralları ve meşruiyet sınırları içinde kalarak, hayatı pahasına yürüttüğü mücadele orta yerde dururken, tek marifeti ortaya çıkan gerçekleri karartmak ve bilgi kirliliği yaratmak olan Yalçın Küçük gibilerinin 32. Gün programında hala boy göstermesini, makul ve olağan görmek mümkün değildir.

Y.Küçük, ‘delilik sınırlarında bir dahi’ rolü oynamaya alışmış, alıştırılmış ve daha vahimi aklı başında birçok insan arasında da böyle muamele görmekten, çok da hoşlanan biridir.

Bu ‘delilik sınırlarında’ olan dahinin(!) son marifeti de sizin programınızda, Sapanca’ da Kürt işadamlarını kaçırıp öldürenlerin azmettiricisi olmaktan yargılanacak olan ‘Veli Küçük Komutanını’ ve bilumum Ergenekoncuları hararetle savunmuş olmasıdır.

Bilgi kirliliği üretmenin şahı ve 21. yüzyıl ittihatçısı bu adam; Gülay Göktürk, Rıdvan Akar ve M. Ali Birand gibi demokrat insanlarla aynı tartışma programında!

Sayın Birand, bu Türk medyasının bir trajedisi ve artık karanlıkların bir avuç insanın cesareti ve çabasıyla aydınlatıldığı bu zamanda, bu trajedinin oyuncusu olmayı ret etmek gerekiyor.

Yalçın Küçük’le demokrat insanları aynı programda buluşturmanın demokrasiye de hakikatlerin ortaya çıkmasına da bir faydası yok çünkü.

Oysa bizim hakikatlere ve hakikatlerin ortaya çıkmasına ihtiyacımız var.

Yalçın Küçük ve benzerlerinin lanetli fikirleriyle büyüyen ve karanlıklar içinde yetişen çocukları akıldan çıkarmamamız lazım!

Ergenekonun bu fikir babalarının yaydığı düşüncelerden beslenen ve ‘öteki’den nefret edenlerin, bu fikirler uğruna işlediği cinayetleri unutmamamız lazım!

Ogün Samast’ın Hrant’ı öldürdükten sonra, kaçarken, ‘Bir gayrı-müslimi öldürdüm, bir Ermeni’yi öldürdüm ’ diye bağırmasını hep akılda tutmamız lazım

Bakınız bu ‘çocuklardan’ biri, daha bir hafta önce bana ne yazdı:

‘Şunu bilinki bu vatanı sizin gibilere bırakmamak adına herşeyi ama herşeyi yapmaya hazırım. Benim gibi binlercesi var ,emin olun ve endişelenin !’

Sayın Birand,

Sizin programınızda, bu adamın ‘Fırat’ın Ötesindeki Ergenekon’a, hiç toz kondurmaması, bu konuyu tartışmak isteyen Gülay Göktürk gibi saygın bir insanı adeta susturması, programınızı izleyenler tarafından üzüntüyle karşılanmıştır.

Yalçın Küçük, Fırat’ın ötesinde olup bitenlerin konuşulmasından anlaşılan çok korkuyor. Ama korkunun ecele faydası yok.

Bekaa’ya kimin adına gittiğini, Tuncay Güney kadar, Fırat’ın doğusunda yaşayanlar da çok iyi biliyor.

Ergenekon bir darbe planı olmaktan öte bir şeydir.

Ergenekon her şeyden önce bir ideolojidir ve Ortadoğu’da Türk İttihatçılığı adına yeni bir yüzyıl pazarlığına ve hesaplaşmaya oturmanın planıdır.

Kırk milyona yaklaşan nüfuslarıyla, Kürtler, Ergenekon ideolojisinde ve planlarında elbette önemli bir yer tutuyor.

Ergenekonun bir ayağı Rusya’da, bir ayağı Ortadoğu’da, ama bir ayağı da Kürt coğrafyasında..

Ergenekon’un Kürt ayağı ve örgütlenmesi ortaya çıkmadıkça, Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşması mümkün olamaz.

Türkiye’nin şu an keşfettiği ve yüzleşmekte olduğu gerçeklerin hiç biri, demokrasiyle yönetilsin ya da yönetilmesin, yeryüzünün hiçbir ülkesinde yaşanmıyor!

Yeryüzünde Nobel almış yazarını öldürme planları yapan generallerin bulunduğu bir başka ülke acaba nerede var ?

Eğer Türkiye’de Nobel ödüllü yazarını öldürmeyi planlayanlar varsa, ve otuz yıldır yazarlara, siyaset adamlarına, bilim insanlarına karşı işlenen cinayetler hala yaşanıyorsa bunun en önemli sebebi, Kürt hareketinin 1970’li yıllarda demokratik mecrasından sapmasıdır ya da saptırılmasıdır.

Ve Kürtlerin hala silah elde dağlarda olması, Anadolulu yoksul halk çocuklarının da onları öldürmek için kovalamasıdır.

Sayın Birand,

Bu oyuna artık bir son verilmelidir.

Ergenekonun Fırat’ın öte yakasındaki faaliyetlerini aydınlatmadan hakikate ulaşamayız.

Bu savaşın bitme ihtimalinin doğduğu her seferinde, Özal’ın şüpheli ölümü dahil, Türkiye’nin yeni siyasi cinayetlerle sarsılmasını başka türlü izah etmek mümkün değildir.

Dağlıca bir ilk değildi, eğer bu savaş durdurulamazsa, bir son da olmayacak.

Dağlıca, Bingöl ve Taşdelen karakolu katliamlarının bir benzeriydi sadece.

Bingöl katliamı da Dağlıca’ya benzer bir şekilde, terhis edilen askerlerin otobüslere bindirilip gönderilmemesi konusunda bölge MİT’inin istihbarat raporlarıyla uyarıda bulunmasına rağmen gerçekleşti.

Uludere- Taşdelen karakol baskını, Özal’ın isteğiyle Celal Talabani’nin, Bekaa’da Öcalan’la görüşmesinin hemen akabinde meydana geldi ve 30’un üstünde asker hayatını kaybetti.

Son bir hafta içinde, tarafların açıkladığı bilançolara ya da ‘savaş skorlarına’ göre ölen Kürt ve Türk gençlerinin sayısı 70’in üstünde ve bu bilanço hala işgal altında olan Irak’ta bile yok.!.

Filistin-İsrail çatışmasında yok!

Sayın Birand,

Ergenekon’un birçok üyesi, bugün yeniden bizi daha büyük felaketlere sürüklemenin oyunu, oyunları içinde bulunuyor.

İki HADEP’linin ölümünden sorumlu tutulan ve bunun için AİHM’in hakimleri dahil, hiçbir yargıca ifade vermeyen Levent Ersöz’ün emeklilik yıllarında Ergenekon’un ‘aktifleri’ arasında olmasına ve uluslar arası silah tüccarlarının Türkiye mümessilliliğini yapmasına şaşırmak yerine, bu lanetli yılların aydınlanmasına daha fazla ışık taşımaktan başka çaremiz yok.

Sormak hakkımız, ordunun yılda 6 milyar dolar tutan silah alımından Levent Ersöz’ün payına ne düştü, onunla birlikte silah lobiciliği yapanlar kimlerdir?

Hadi geçmişe uzanalım birazda, SİPRİ(Stokholm Uluslar arası Barış Enstitüsü)’nin yaptığı araştırmaya göre Türk ordusunun 1991 yılından başlayarak 2000 yılına kadar yaptığı harcamalar, bütçenin % 30’una tekabül ediyor.

Miktar 80 milyar dolar!

Bu faturanın lobicileri nerede iş tutuyor acaba dersiniz?

Bu savaş sürdürülemeden ordunun payına bütçeden % 30 pay nasıl düşerdi ?

Lice bunun için mi yakıldı?

Batman’da ‘Özel Ordu’ bunun için mi kuruldu?

Mehmet Sincar, Vedat Aydın, Eşref Bitlis, Uğur Mumcu ve binlerce masum insan bunun için mi öldürüldü?

Ya Musa Anter cinayeti?

Bu cinayetin nasıl planlandığından haberi olmayanlar, sizin programınızda kaşla göz arasında bu cinayetin hakikatini karartmak için Y.Küçük’ün yaptığı iftiraya doğal olarak bir anlam vermeyebilirler.

Kimileri sorgulamadan, bu iftiraya inanabilir de.

Oysa Musa Anter suikastı faili belli olmayan, kimin nasıl bir rol oynadığı bilinmeyen bir cinayet değil artık.

Anter öldürüldüğünde ben de yanındaydım, suikasttan yaralı olarak kurtuldum.

Kaldırıldığım Diyarbakır Tıp Fakültesi Hastanesinde 7 ameliyathane olmasına rağmen, burada ameliyat olmam engellendi.

Devlet hastanesine götürülünceye kadar kurtulamayıp kan kaybından öleceğimin hesabı yapıldı.

Fakültede, ‘bu adam ölüyor, kan yetiştirin’ diyen doktorun, bir kenara çekilip, ‘geberiyorsa gebersin ulan sana ne oluyor’ diye Özel TİM polisleri tarafından tehdit edildiğine, olayı duyup hastaneye gelen birçok insan tanıktır.

Olaydan bir gün sonra Ankara’ya taşınmak zorunda kaldım. Hacettepe’de üç ay kadar tedavi gördüm ve buradan da tekerlekli sandalyeyle evime döndüm.

O tarihten bu yana, isteyen her kurumla, medya organıyla fırsat oldukça bildiklerimi ve tanıklığımı paylaştım.

Tümü de sonuçsuz kalan suç duyurularında bulundum.

Savcılar cinayetin işlendiği 20 Eylül 1992 gününün ertesinde , Musa Anter’e kaldığı oteldeyken yapılan telefonların kayıtlarını inceleselerdi, bu cinayet daha o tarihte aydınlanabilirdi.

Ama bu olmadı, olamazdı da.

1994 yılında Yeşil Ankara’da tesadüfen yakalandıktan sonra MİT’te sorgulandı ve bu ifadeyi Mehmet Eymür 2000 yılında deşifre etti.

Bu deşifreyle birlikte Musa Anter cinayeti üstündeki sis perdesi aralanıyordu.

Yeşil bu ifadede Musa Anter’i öldürmeyi kendisinin planladığını itiraf ediyor ve bunun için kendi deyimiyle ‘PKK’nin kafa adamlarından birini’ kullandığını söylüyordu.

Bu kafa adamın ise, ismi Cemil Işık ve kod adı da Hogır’dı.

Cinayeti Yeşil planladı.

Irak’a gidip, PKK’den ayrılan Hogır kod adlı Cemil Işık’ı ilerde tetiği çekecek olan itirafçı Hamit Yıldırım’la birlikte Zaxo’dan getirdi.

Anlaşmaya göre Hogır operasyondan sonra karısı ve çocuklarıyla birlikte Almanya’ya kaçırılacak ve orada yaşaması sağlanacaktı.

Musa Anter Hogır’ı tanıyordu, ama JİTEM saflarına geçtiğini muhtemelen bilmiyordu.

Hogır yani Cemil Işık Diyarbakır’a geldiğinde Musa Anter’le temasa geçti.

Muhtemelen bu temaslar telefonla gerçekleşti ve yine muhtemelen yüz yüze hiç görüşmediler.

Plan tam olarak, Mahir Kaynak’ın tespitiyle söylersek bir ‘yemleme’ planıydı.

Yani kurbana ret etmeyeceği bir şey sunarak,onu tuzağın içine çekmeyi başarmak.

Cemil Işık Musa Anter’den kendisi ve belki de kalabalık bir itirafçı grubun PKK’ye tekrar dönmesi-barışması- için arabulucu olmasını istemişti.

Nitekim, Anter bu gerçeği yazık ki, bir iki saat önce, o gece onu evime misafir etmek için buluştuğumuz ve onun kaldığı otelde değil, ama tam da katilin Musa Anter’e ve bana ateş etmesine saniyeler kala ve Kürtçe olarak söyledi:

’Bunlar bir itirafçı grup, PKK’yle barışmak istiyorlar!’

O anda yapılacak hiçbir şey yoktu.

Oysa bana bunu otelde söyleseydi, belki onu bu toplantıya gitmekten caydırır, en azından kendim gitmezdim.

Tabii ki, Musa Anter cinayetinde söyleyeceklerim bundan ibaret değildir.

300 sayfa tutan ve Vedat Aydın, Mehmet Sincar cinayetleri ile Diyarbakır cezaevini ve bir itirafçıyı anlattığım ve 2004 yılında yayınlanan Dıjwar-Onlara Dair Her Şey adını taşıyan kitabımın özeti bile değil burada yazdıklarım. Merak edenler kitabı okuyabilirler.

Yeri gelmişken, Aygan son derece önemli bir tanık ve o geceyi ‘karşı saflarda’ Yeşil’in ve Hogır’ın içinde bulunduğu Land-Rover’in içinde yaşayan biri.

Cipin Yeşil’e OHAL Valiliği tarafından verildiği iddia ediliyor..

Land-Rover cip’in içinde olanlar ya da civarında dolaşanlar şunlar:

Abdulkadir Aygan( Bordrolu JİTEM elemanı, İsveçte yaşıyor) Yeşil( Akibeti bilinmiyor, Ergenekon operasyonunda yakalanan Osman Gürbüz olduğu iddiası var, ama kanıtlanmış değil bu) Cemil Işık (Hogır kod adlı, 1994 yılında Almanya’da öldürüldüğü iddia ediliyor) Mustafa Deniz (PKK itirafçısı, Cem Ersever grubundan, Ankara’da Ersever’le birlikte öldürüldü) Ali Ozansoy( hala Ankara’da ve TEM’de çalıştığı söyleniyor)

Ayrıca JİTEM Tim Komutanı ve Grup Komutan Vekili Savaş Gerçekçi’de o gecenin nöbetçi komutanıydı ve cinayet onun nöbeti sırasında gerçekleşti.

JİTEM’ de 10 yıl kadar çalışan ve çok sayıda cinayete tanıklık yapan Abdulkadir Aygan, kaçıp sığındığı İsveç’te çırpınıp duruyor, bildiklerini mahkeme huzurunda anlatmak için can güvenliği istiyor.

Aygan’a inanmamız için ne sebep var diye sorulabilir.

Aygan’ın verdiği bilgiler birçok olayda tanıkların ve mağdurların anlatımıyla örtüşüyor ve bu anlatımları bir bakıma doğruluyor.

Anlattığı cinayetlerden biri de üniversite öğrencisi Murat Aslan’ın 1994 yılında güpegündüz Diyarbakır’da kaçırılması ve işkence edilerek öldürülmesinden sonra Silopi’de cesedinin yakılması olayıdır.

Aygan, Murat Aslan’ın infaz edildiği yeri tarif ettiğinde Murat’ın ailesi o yere gitti ve toprağı kazıp cesede ait kemiklerle karşılaştı.

Yıllar sonra oğullarının vücudundan geriye kalan kemik parçalarıyla buluşmanın bile aileyi rahatlattığını söylemek mümkün.

Çünkü hiç değilse Murat Aslan’ın artık gömüldüğü yer belli, bir mezarı var ve bu mezarı ailesi ziyaret edebiliyor.

Binlerce insanın hala kayıp olduğu ve toplu mezarların hala keşfedilmeyi beklediği bir coğrafyada , kimse bir mezar hakkı elde etmenin az şey olduğunu düşünmemelidir.

İşte bu Aygan 2005 yılında itiraf ettiğinde ve Musa Anter cinayetini bütün boyutlarıyla anlattığında, İstanbul’da bir hafta kalarak, aralarında Yaşar Kemal, Murathan Mungan, Mehmet Uzun ve Orhan Pamuk’un olduğu 350’ye yakın aydın, yazar ve insan hakları savunucusundan imza topladım.

Sonra’da Taksim Hill Otel’de bir basın toplantısı düzenleyerek, olayda tetikçi olarak kullanılan Hamit Yıldırımın soruşturulmasını ve Aygan’ın İsveç’ten istenmesini talep ettik.

Her zamanki gibi, talebimizin bir karşılığı olmadı

Ergenekon için Tuncay Güney ne kadar önemli bir tanıksa, Aygan’da Fırat’ın ötesinde faaliyet gösteren Ergenekon’un ortaya çıkarılması bakımından o derece önemlidir.

Sayın Birand,

Bu mektubun köşenizde yer alamayacak kadar uzun olduğunun farkındayım.

32. Gün Programınız bunları yazmama sebep oldu ama bu, sadece bir vesile, zannediyorum ki, bu mektup, aslında medyaya benim samimi bir seslenişim ya da dostça serzenişim olarak da okunabilir ve bütünüyle başka yerlerde de yer alabilir.

Sizin de gerekli gördüğünüz kadarıyla yer vereceğinizden ise, kuşkum yok.

Politik kimliğim, yazarlığım ve fikirlerimle yıllardır kamuoyu önündeyim ve olmaya devam edeceğim.

Daha hastanede çekip gitmek imkanım varken, bu ülkeyi terk etmedim ve korkup köşeme çekilmedim.

Hesabını veremeyeceğim hiçbir işim yok benim.

Bu ülkede gerçek bir demokrasinin yaşanabilmesi için payıma düşen her ne varsa ödediğimi düşünüyorum.

Durduğum yerden bir adım bile geri gitmeye niyetim de yok.

Eğer Fırat’ın ötesinde olup bitenleri anlamak ve izleyicilerinize anlatmak, yani onların doğru bilgi edinme haklarına katkıda bulunmak istiyorsanız size teklifim, işe, Musa Anter cinayetinden başlamanızdır.

Susurluk Raporunda Kutlu Savaş’ın ’ın yazdığına göre, cinayeti devlet adına işleyenler, sonradan pişmanlık duydular.

Sebebi de Musa Anter’in yaşarken sağlayamadığı etkiyi, öldürüldükten sonra sağlamış olması ve onun sadece ‘işin filosofisiyle ‘ilgilenen biri olmasıdır.

O yıllarda ortalık kan revan da olsa, dünyanın en zalim katilleri ortada dolaşıyor da olsa, kimsenin aklına Musa Anter gibi gerçek bir Kürt aydını ve gerçek bir Türkiyeli olan 75 yaşında bir insanın öldürüleceği gelmezdi doğrusu.

‘Ergenekon Davamız’ yeni başlıyor .

Bu dava başladığında, kabul edilsin ya da edilmesin, binlerce mağdur gibi, davaya müdahil olma hakkımın olduğuna inanıyorum.

Bunun gereği neyse onu da yapacağım..

Gün olur devran döner, belli olmaz, belki Yalçın Küçük gibileri de vicdanlarının sesini dinler ve bildiklerini gelip hakim huzurunda anlatırlar.

Bu halk böyle davranırlarsa belki onları da affeder birgün..

Her şeye rağmen bu ülkede birlikte yaşamaya devam edeceğiz çünkü.

Gerektiğinde ve vicdanımızı rahatlatacaksa, karşılıklı birbirimizi affederek, gerektiğinde mazlum bir halka karşı sistemli olarak işlenen suçların cezasız kalmaması için hesap sorarak..

Şimdi, Yalçın Küçük’ü ve onun ‘komutanlarını’ öfkelendirmek bahasına da olsa, ‘Ya Fırat’ın Ötesindeki Ergenekon’ demenin, dememizin tam sırası..

Ama, hep beraber Mehmet Ali Bey, hep beraber..

Bütün bunları konuşmak için, bir gün mağdurların anlatısına programınızda yer verir beni de konuk ederseniz sevinirim.

18.7.2008

Saygılarımla..