Mahalleden Diyalog Havaları

I

Son yıllarda dinler-arası diyalog toplantıları iyice yaygınlaştı. Tahmin edileceği gibi bunlar, diyaloga ihtiyaç duyulan gerilimli ve çatışmalı coğrafyalardan ziyade, diyalogun asgari düzeyde zaten mevcut olduğu sakin ortamlarda gerçekleşmekte. Bunlardan son bir tanesi de, geçen hafta Montreal’de yapılan ve hayli geniş katılımlı uluslararası bir konferanstı.

Çeşitli dinler ile mezheplerin konferansa katılan önde gelen temsilcileri ve ünlü diyanetçiler içinde en dikkat çeken, Budizmin büyük gurusu ve Tibet’in sürgündeki ruhani lideri Dalai Lama’ydı kuşkusuz. Ama konuşmacılar arasında, İranlı insan hakları savunucusu Şirin Ebadi gibi, herhangi bir dinin temsilcisi veya taraftarı olmaktan çok tenkitçisi veya muhalifi olan, otoriter rejimlerin seküler olduğu kadar teokratik türlerinden de kaçmış farklı tarzda sürgünler de eksik değildi.

Medyaya yansıdığı kadarıyla anlaşılan o ki, diyaloğun yalnız dinler arasında değil, dinler ile diğer seküler ve din-dışı inanç sistemleri arasında da aranması, konferansa diğer emsallerine göre daha geniş bir ufuk kazandırarak, kamuoyunda daha yakından izlenmesini mümkün kıldı. Konferans tarihinin, 11 Eylül saldırısının 10. yılını anma törenlerine rastgelmesi (veya rastgetirilmesi) de, İslam tartışmalarının bir defa daha ön plana çıkmasına neden oldu. Müslüman diyanetçilerin İslam’ın terörle özdeşleştirilmesi eğilimine karşı dillendirdikleri söyleme Dalai Lama’nın da yürekten arka çıkması, epey yankı yapmışa benziyor.

Diğer taraftan, konferansta tek kadın konuşmacı olduğu anlaşılan Şirin Ebadi’nin belki söyleyeceği çarpıcı şeyler vardı, ama medyaya pek yansımadığına göre, herhalde gürültüye geldi ki, buna da fazla şaşırmamak gerekir. Zira bu konferansın da diğer benzerleri gibi, bilinenlerin tekrarından pek öteye gitmediği, özgül gözlem ve analizlere pek fırsat bırakmaksızın, temennilerle başlayıp temennilerle bittiğini tahmin etmek güç değil.

Oysa küçük bir mahalle toplantısı, çok daha ilginç, öğretici, en azından daha eğlenceli olabilir. Çaylı, kahveli, müzikli, içkili böyle bir toplantıda, insanlar tepkilerini daha rahat ortaya dökebilir, ağızlarındaki baklayı daha kolay çıkarabilir. Aynı günlerde, Montreal’in bir başka köşesinde, işte tam da böyle bir toplantı yapıldı. Şehrin merkezi semtlerinden birinde, daha sınırlı fakat somut bir planda dinler-arası diyalog konferansıyla benzer amaçları paylaşan, ancak mütevazı bir salonda yalnızca üç konuşmacının katıldığı nispeten küçük bir toplantıydı bu.

Ben dinler-arası diyalog konferansına gitmedim. Onun yerine, sözkonusu semtte epeyce zaman geçirmiş biri olarak, bu mahalle toplantısını izlemeyi tercih ettim. Konferansa gitmemekle neleri kaçırdığımı bilemem, ama bu toplantıyı izleyerek, mahallelinin kafasını yoran bazı konuları daha yakından anlamak gibi önemli bir fırsatı kaçırmamış oldum. Ayrıca, “diyalog” sorununun genel ve soyut bir düzlemden ziyade, özgül ve somut bir platformda tartışılmasına tanık olmak, doğrusu bana daha aydınlatıcı göründü.

Resmen duyurulduğu şekliyle toplantının amacı, semtteki Hasidik Yahudi cemaati ile bu cemaat dışında kalan ve “yerli” Qeubec’lilerle birlikte hayli heterojen bir topluluk oluşturan diğer semt sakinleri arasında “anlayış ve diyalogu geliştirmek ve böylece, ortaya çıkan bazı huzursuzlukların önüne geçmek” idi.

Hasidim cemaati, başta İsrail, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika olmak üzere, dünyanın çeşitli yörelerinde yaşayan dinci veya “dini bütün” Yahudi topluluklarından oluşuyor. Anavatanları, Orta ve Doğu Avrupa olmakla birlikte, artık o coğrafyada mevcudiyetleri çok azalmış durumda. Halen en yoğun şekilde bulundukları yer, herhalde hâlâ New York’tur. Kanada’ya ve Montreal’e dalga dalga göçen Hasidimlerin hatırısayılır bir bölümünün de New York ve havalisinden geldiği biliniyor. New York’un neredeyse değişmez simgelerinden biri olmalarına rağmen, rakama vurulduğu zaman, aslında nüfusları orada bile hayli marjinaldir. Ancak, gerçekte olduklarından daha kalabalık göründükleri için, hemen her yerde kolayca farkedilen, baskın bir mevcudiyetleri vardır (Bu konuya aşağıda geleceğim). Bugün dünyadaki toplam Yahudi nüfusu 16 milyon civarındaysa, “dini bütün”, ortodoks Yahudiler bunun en fazla % 15’ini teşkil etmekte. Bu % 15’lik bölümün de hepsi Hasidimlerden ibaret değil. Ağırlıklı konumlarına rağmen, Hasidimler bu ortodoks kesimin sadece Avrupa (Eşkenazi) kanadını oluşturmakta.

Toplantıyı düzenleyenler, Hasidik olmayan seküler Yahudilerden meydana gelen mahalli bir kültür ve medya gurubuydu. Burada “seküler” derken, Yahudi dünyasına aidiyet duygusunu gönlünde taşıyan, ancak genel topluma karışmış, kökten dinci veya “ortodoks” olmayan Yahudileri kastediyorum. Bunlara, dini gelenekleriyle bağlantısı kopmuş veya asgariye inmiş liberal Yahudiler kadar, dinci olmamakla beraber dindarlığını koruyan ve “makul” ölçülerde sürdüren “reformcu” Yahudiler (“Reform Yahudileri”) de dahil.

Konuşmacılardan ikisi, gene seküler Yahudi asıllılardan akademisyen ve yazar iki hanım, diğer üçüncüsü de Hasidimleri temsilen çağrılmış bir hahamdı. Tabiatıyla, kulaklar hahamdaydı. Zaten akademisyen-yazar hanımlar, kendileri veya semt sakinleri namına konuşmak yerine, biraz da hahamı kollayan bir şekilde, âdeta moderatörlük yapmakla yetindiler. Lâkin gayet hazırcevap olan hahamın kollanmaya hiç ihtiyacı yoktu ve sorulan tüm sorulara cevap yetiştirmekte pek zorlanmadı.

Gazetelerde önceden çıkan açıklamaya göre, bu toplantının düzenlenmesine vesile olan olay, mahallede bulunan bir sinagoga ek inşaat yapılması için Hasidimlerin belediyeye yaptığı izin başvurusunun reddedilmesiydi. Görünürde, bu başvurunun geri çevrilmesi için pek geçerli bir neden yoktu. Fakat anlaşılan, bu tür başvurulara bakan belediye encümeninde söz haklarını sonuna kadar kullanan semt sakinlerinin bastırmasıyla, ruhsat talebi reddedilmişti. Bu durum, son zamanlarda Hasidim cemaatlerinin mahallede hızla artan mevcudiyetleri karşısında duyulan rahatsızlığın son bir dışavurumu olarak yorumlanıyordu. Aslında rahatsızlığın da ötesinde, dillendirilmeyen, ancak “panik” derecesinde derin bir tedirginlikten bahsedilebilir.

Toplantı izlenimlerimi aktarmadan önce, bu tedirginliğin oluşum sürecine bir göz atmamızda fayda görüyorum.

II

Mahallenin özellikle son on yılda yoğun bir Hasidim göçü aldığı bir gerçek. Kilise türü diğer cemaat yapılarının içi boş ve sayısı sabit kalırken, hemen her köşe başında ardarda Hasidim havra ve okullarının açılması, birçok insanda Hasidik nüfusun yakında çoğunluğa ulaşacağı ve mahallenin bir Hasidim gettosuna dönüşeceği korkusunu pekiştirmekte. İlginç bir şekilde, bu korkuyu en çok dillendirenler, mahallelerindeki değişime başından beri tanık olan semtin eski sakinleri değil, Yunanlısından Polonyalısına, Latin Amerikalısından Ermenisine, Rusundan Lübnanlısına, son yıllarda dünyanın çeşitli yöre ve kültürlerinden gelip yerleşenlerdir. Bu yeni sakinlerin içinde elbette dindar olanlar da vardır, ya da en azından, dini kimliklerini bir biçimde koruyanlar mutlaka mevcuttur, ama bunların büyük çoğunluğu sıkı sıkıya dinle örtülü “ortodoks” bir yaşam tarzına ne alışıktır, ne de böyle bir tarza karşı duydukları tepkiyi gizlemeye hazırdır. Mahallede sayısı az olan Türklerden birinin, Hasidimlerin artan mevcudiyetinden bahsederken, “burayı da Fatih Çarşamba’ya çevirdiler!” diye söylenmesi hâlâ hatırımda.

Aslen Katolik olan, ancak kiliseleriyle doğum ve ölüm törenleri dışında pek bir ilgileri kalmamış görünen Fransız kökenli ve Fransızca konuşan Quebec’liler, yanılmıyorsam mahallenin halen hakim unsuru durumunda. Geçmişlerinde Kanada’nın İngiliz kesimi tarafından maruz kaldıkları sömürü ve ayrımcılığa rağmen, bugün oldukça yüksek bir yaşam düzeyini tutturmuş görünüyorlar. En azından içinde yaşadıkları bölge, şehrin en zengini olmasa bile, sosyal aktiviteleri, popüler lokantaları, hareketli kütüphaneleri, spor alanları, ağaçlıklı yolları, sevimli parkları ve ferah yerleşim düzeniyle, orta ve orta-üst sınıf bir “burjuva” mahallesi sayılabilir. Bir bakıma, liberal bir ortamın kök salması için hemen hiç bir şeyin eksik olmadığı bir mahalledir bu. Gerek özgül geçmişleri, gerekse içinde yaşadıkları nispi refah dolayısıyla, bu liberal ortamdan en çok nasibini alanların mahallenin Quebec’li sakinleri olduğu düşünülebilir. “Politik doğruluk”tan kolay kolay sapmamaları da, bu liberal ortamı hayli içselleştirmiş olmalarının bir sonucu herhalde. Ama işte onlar bile, son zamanlarda kızgınlıklarını saklayamaz bir görüntü içindeler.

Kızgınlıklarının başlıca nedeni, öncelikle günlük yaşamda karşılaştıkları, basit fakat sinir bozucu nezaketsizlik, görgüsüzlük ve kabalık örnekleridir; bunlara pek “medeni olmayan”, yahut “medeniyetsizce” davranışlar da denebilir (“Nezaket” kavramına yakın, Frenkçedeki “sivil” olma halinin karşıtı anlamında). Mahalle sakinleri arasında gittikçe yaygınlaşan izlenime göre, her nasılsa Hasidimler, daha sık ve neredeyse sistematik bir şekilde, bu tür davranışlar sergilemekte beis görmezler: sözgelimi, evlerinin önünü bakımsız bırakırlar, çer çöplerini toplamazlar; kırmızı ışıklarda bazen durmazlar, yayaların mutlak önceliği olmasına rağmen çoklukla onları beklemeden bastırıp geçerler; evlerinde bir tamirat veya tadilat yapacakları zaman, ne komşularının haklarına ne de ilgili mercilerin iznine bakarlar, vs.

Bize hiç de yabancı gelmeyen bu davranış biçimleri, elbette Kanada bağlamında da Hasidimlere özgü değildir. Üstelik, Hasidimlerin ileri derecedeki görünürlükleri, bir sürü yanlış ve günahın üzerlerinde yapışıp kalmalarına yol açar kuşkusuz. Zira Hasidimler çevrelerine gösterdikleri ilgisizlikle ters orantılı şekilde, kendi giyim kuşamlarına fevkâlade özen gösterirler: bilindiği gibi, lüleli saçları, heybetli kalpakları ve simsiyah kostümleriyle, sivil bir kalabalık içinde bir ordunun üniformalı subayları kadar tanınır ve seçilir bir görüntü arzederler. Üniformasız bir sivilin sokakta veya çevrede yaptığı bir yanlış gözden kaçabilir veya farkedilmeyebilir, ama neredeyse bir Zoro veya Batman kadar göze batabilen birilerinin yaptıkları, ne kadar sıradan ve önemsiz olursa olsun, zihinlere kolayca kazınabilir. Hasidimlerin bu görünürlüğünün bu anlamda bir dezavantaj olduğu muhakkak, ama gene de, bu dezavantajın onların kabahat skorlarının fazlalığını açıklamaya yetmeyeceğini düşünenler, herhalde çoğunluktadır.

O halde bunu ne açıklayabilir? Tabiatıyla ilk akla gelen, aradaki derin kültür uçurumudur: Hasidimlerin bambaşka bir kültürden geldikleri için, yeni yerleştikleri ülkeye uyum sağlamakta zorlandıkları, onlara atfedilen kabahatlerin de bu uyum zorluğunun bir sonucu olduğu düşünülebilir. Ancak bu açıklama bazı istisnalar dışında pek geçerli sayılmaz, çünkü en azından Montreal’e yönelik Hasidim göçü, hayli katmanlı bir uygarlık süzgeçinden geçmiş bir göçtür. Hasidimler, farklı zaman kesitlerinde ve dalga dalga Kuzey Amerika’ya göç ettikleri zaman, tıpkı anavatanları olan Orta ve Doğu Avrupa’da yaptıkları gibi, kendi gettolarında yaşamaya devam etmişlerdir. Lâkin onların gettoları, diğer göçmen topluluklarının Yeni Dünya’ya ayak bastıkları zaman içine doluştukları gettolara benzemez. Yahudi olmayan bu topluluklar, yeni koşullar karşısında hazırlıksız, niteliksiz ve dolayısıyla çaresizdirler; bunların hatırısayılır bir bölümü kırsal yahut köylü kökenlidir ve bu yönleriyle bir bakıma, kendi kasaba veya il merkezlerini dahi görmeden köylerinden Almanya’nın çeşitli metropollerine “uçurulan” Türk işçilerinin birinci kuşağını andırırlar. Ama bu topluluklar, sosyal devinimi Almanya’nınkinden çok daha hızlı olan Yeni Dünya’ya ayak uydurdukça, gettolarını kendilerinden sonra gelenlere terk ederek topluma karışmış, “pota” içinde erimişlerdir. Arkalarında bıraktıkları gettoların akıbeti ise, geriden gelen taze göçmen dalgalarının sürekliliğine bağlıdır kuşkusuz.

Hasidimlerin Yeni Dünya’daki deneyimleri ise hayli farklıdır. Bir kere, kendi dinleri bir yana, dillerinden de hiç şaşmazlar: dualarını İbranice okurken, evde de, Eşkenazi İbranicesiyle karışık bir Alman diyalekti olan “Yidish” konuşmaya devam ederler. Banka ve hastaneler dışında, lokantalarda, plajlarda, spor tesislerinde, eğlence ve alışveriş merkezlerinde pek görülmezler, alışverişlerini kendi (koşer) dükkanlarında yaparlar, diğer çoğu ihtiyaçlarını da kendi özel yerlerinde görürler. Kısacası, tam bir getto içinde yaşarlar, fakat bu getto diğer gettolardan farklıdır gerçekten: diğer getto mahpusları gibi, çaresizlikten, güçsüzlükten, donatımsızlıktan orada değillerdir; tersine, bir imtiyazı, bir hazineyi muhafaza etmek için oradadırlar sanki. Her halükârda, kendi dışındaki “genel toplum” karşısında ne korumasız, ne de eziktirler. Teknik anlamda toplumla bir iletişim sorunları da yoktur: toplumun resmi dilini (Kanada bağlamında, İngilizce ve Fransızca) iyi kötü konuşurlar—çoğu da çok iyi konuşur. Aralarında yalnızca New York gibi başka metropollerden değil, aynı şehrin yani Montreal’in başka mahallelerinden de göçüp gelenler vardır.

Hasidimler, daha geniş Yahudi topluluklarından pek farklı olmayan bir şekilde, battal zamandan beri ticarette, finans ve emlak işlerinde gayet faaldirler. Hemen hiç bir zaman, sömürü düzeninin en alt kademelerinde bulunmazlar; nadiren de olsa, bu düzenin üst kademelerine tırmananları bile olur. Başka bir deyişle, işsiz güçsüz değildirler; gerçi, güçsüz olmasalar da teknik anlamda işsiz olanları çoktur, zira aralarında, bütün gün dua etmekten ve Tanrı’ya yakarmaktan başka hiç bir iş yapmadan oturanların sayısı çarpıcı derecede yüksektir; ama bu tür bir işsizlik, kendi tercihleri sonucu kurumsallaşmış bir pratiktir. Bu “işsiz”lerin masrafları kısmen kendi cemaatlerinden, kısmen diğer seküler Yahudi cemaatlerinin “sadaka”larından, kısmen de devletin rutin olarak kalabalık ailelere yaptığı yardım ve desteklerden karşılanır.

Bu halleriyle, Hasidimlerin bir şehir yahut metropol hayatının gereklerine göre hareket edemeyecek durumları yoktur pek. Onlar, Batı’daki metropollerin birer parçası oldukları gibi, Batı’ya göçmeden önce de, Almanya ile Rusya arasında kalan o geniş coğrafyadaki pek çok şehrin en merkezi bölgelerinde yaşamışlardır. Ukrayna’dakiler hariç, Hasidimlerin önemli bölümü şehir-kökenlidir ve pek çok yönden şehir kültürünün ürünüdür (Tesadüf bu ya, Ukrayna’daki köylü-kökenli Hasidimlerin de “kayıp kavim” Hazar Türklerinin bir devamı olduğu rivayet edilir.).

Şu halde Hasidimler, yeni vatanlarında ve yeni semtlerinde, sömürüye ve ayrımcılığa maruz kalan, yoksun, mazlum ve ezik bir kesim konumunda değildirler. Ezik hele hiç değildirler; dahası, ezik olmak bir yana, çevrelerine tepeden bakar ve kimseyi iplemez bir havaları vardır. Kendi cemaatleri dışındaki semt sakinlerini içten içe rahatsız eden, Hasidimlerin hemşerilik bilincine ve kurallara aykırı şu veya bu kabahatinden çok, bu genel havaları olmalı. Ama semt sakinleri bu daha derin rahatsızlıklarını dile getirmekten kaçınırlar, çünkü pekâlâ farkındadırlar ki, başkalarına açık bir zarar vermedikçe, hiç bir kimse veya gurubun çevresine sempatik veya şirin gözükme zorunluluğu yoktur.

Aslına bakılırsa, Hasidimlerin bu biraz tepeden bakan, kayıtsız ve iplemez halleri çok anlaşılmaz bir durum değil. Gözü Tanrı’dan başka şey görmeyen bir gurubun, yalnız mahallesindeki düzeni değil, onun dışındaki çok daha büyük düzenleri de iplemesi beklenemez. Nitekim Hasidimler, teolojik inançları ve beklentileri uyarınca, din ve dilleriyle gönülden bağlı oldukları İsrail devletini bile tanımazlar. İsrail’i bile tanımayanın, yeni vatanının devletini, belediyesini, hakkını hukukunu asgari bir gerekliliğin ötesinde “iplemesi”ni beklemek herhalde pek gerçekçi değil. Tabii Hasidimlerin bu “iplemez” hallerini Yahudilerin son yüzyıl içinde uğradıkları korkunç travmalara yormak da mümkün: tavırlarının altında, “Holokosttan sonra, kimse kimseden medeniyet beklemesin, medeniyet hele bizden hiç beklenmesin!” mealinde bir tepkinin yattığını düşünmek zor değil—hatta belki de kaçınılmaz.

İlginç bir şekilde, bazen itici bir kibrin sınırlarında dolaşsa da, Hasidimlerin bu inkârcı hallerinde gururlu hatta “devrimci” bir duruş görenlere rastlanmıyor değil. Hatta bu duruşu postmodern bir özgürlük sorunsalına yerleştirmekten geri durmayanlar da var (Bunun bir örneğine aşağıda değineceğim). Gerçekten de, bu duruşun görünürdeki düzen ve devlet karşıtı boyutunun merak ve saygı uyandıran bir tarafı yok değil. Ancak bu durumun Hasidimlere özgü olmadığını, diğer benzer köktendinci akımlarda üstelik daha da saf bir şekilde görülebileceğini unutmamak lazım.

Bir karşılaştırma yapmamız gerekirse, örneğin Hıristiyanlıktaki manastır geleneği, koşut doğrultuda bir mistisizmin ürünüdür. Özellikle bazı Ortodoks manastırlarında keşişler, Tanrı ile buluşmak uğruna, manastırın dört duvarı arasında yaşamakla yetinmeyip, dağlardaki zaviyelere, hücrelere, mağaralara çekilirler. Hayatlarında ne kadın, ne çoluk-çocuk, ne aile ne de mülkiyet vardır. Tanrı ile randevuları, düzenle, toplumla ve devletle çok daha keskin bir kopuşu ifade eder. Ama belki bu fazla aşırı bir örnek. Belki daha yakın bir örnek, bir başka Hıristiyan mezhebi olan Amish’lerdir. Kara kostümleriyle ve kalabalık aile yapılarıyla Hasidimleri pek çok yönden andıran Amish’ler, şehirlerden uzak dururlar ve kırsalda kurdukları küçük kasabalarda “pastoral” bir 19. hatta 18. Yüzyıl hayatı sürerler. Dini vecibeleri uyarınca, çağdaş teknolojiden yararlanmayı zül sayarlar. Hasidimlerin de teknolojiyle ilgili sınırlamaları olmakla birlikte, çağdaş yaşamın nimetlerinden çok daha fazla yararlanırlar. Sözgelimi, televizyon seyretmezler, ama kendilerine uyguladıkları belirli sansür kuralları çerçevesinde bilgisayar kullanırlar. Amish’ler hâlâ inatla at arabalarıyla yol alırken, Hasidimler aile boyu geniş otomobillerle dolaşırlar. Hasidimler, diğer benzer dini-bütün cemaatlere nazaran, toplumla da, düzenle de kuşkusuz çok daha bütünleşmiş durumdadırlar; bu anlamda da çok daha konformisttirler. Sık sık müstehzi eleştirilere maruz kalmalarında, sözkonusu katı duruşlarıyla bu konformizmleri arasındaki çarpıcı çelişkinin epey bir rolü olsa gerek.

Ne var ki, rahatsızlık ve bazen şikayet konusu olan, Hasidimlerin gündelik ve “sivil” hayattaki bazı kabahatleri, itici veya kayıtsız tavırları falan değildir sadece. Salt mevcudiyetlerinin bile semt sakinlerinin kimisinde tedirginlik yarattığına dair işaretler var.

Her şeyden önce, Hasidik nüfusun alışılmışın üstünde bir hızla büyümesi, tedirginliği arttıran başlıca etkenlerden. Yalnız göçle değil, çok yüksek bir doğum oranıyla gelen bir büyüme bu. Sınırlı sayıdayken hoş karşılanan, hatta “folklorik bir renk” olarak görülen Hasidim mevcudiyeti, rakamlar kontrolden çıktığında belli ki, algıları değiştirmekte. Ama bu, konunun nicel yönü.

Nitel ve daha önemli husus ise, Hasidik mevcudiyetin temsil ettiği muhafazakâr yaşam tarzıyla ilgili. Normal şartlarda, Kanada genelinde olduğu kadar sözkonusu mahallede de, farklı yaşam tarzlarının birbirine pek ilişmeden yanyana yaşayabileceği ve yaşaması gerektiğine dair köklü bir konsensüs mevcut. Ama bazen, bu konsensüse rağmen tatsız hatta komik sürtüşmeler yaşanmıyor değil.

Duyduğum “hadiselerden” son bir örnek de şu: birkaç yıl önce, Hasidimler mahallede boş duran büyük bir binayı satın alır ve restore ederek bir kültür ve ibadet merkezi olarak hizmete açar. Bir süre sonra, merkezin üst katının bir bölümünde, ergenlik çağındaki, tahminen 10-15 yaş arası oğlanlara din dersi verilmeye başlanır. Fakat merkezin yakınında, mahalle sakinlerinin devam ettiği bir spor kompleksi vardır ve üst katındaki jimnastikhane de, Hasidim çocuklarının dersanesine bakmaktadır. Dersane yöneticileri, bu durumdan rahatsız olur, çünkü jimnastikhaneye açık spor giysileriyle gelen kadınların oğlanların aklını çeleceğinden, dahası, ahlâkını bozacağından endişelidirler. Araya çocukların görüşünü engelleyecek bir perde yahut set çekmeyi düşünürler ama her nasılsa, kendi mülkleri içinde önlem almalarına imkân vermeyen teknik bir engel vardır; sonunda spor kompleksinin idaresine başvurarak, masrafını kendileri karşılamak şartıyla, jimnastikhanenin kendi taraflarına bakan cephesinin duvarla örülmesini teklif ederler. Spor kompleksinin yöneticileri, uzun bir istişareden sonra, isteksizce de olsa teklifi kabul eder. Böylece, sözkonusu konsensüsün gerekleri bir kez daha yerine getirilmiştir. Derken, hiç beklenmedik bir yerden şiddetli itirazlar yükselir: spor kompleksinin kadın üyeleri, duvar örüleceğini öğrenir öğrenmez, bu girişimi kendilerine bir nevi hakaret olarak algılarlar ve kıyameti koparırlar. Tabii bu arada, kompleksin diğer erkek üyeleriyle beraber, duvar örmenin estetik ve teknik sakıncalarını da sıralamayı ihmal etmezler. İki ateş arasında kalan kompleks yöneticileri halen ne yapacaklarını bilemez durumdalar. Olay taze olduğu için, nasıl sonuçlanacağı da henüz belli değil.

Özellikle kadın, aile ve cinsiyet konularında, Hasidim tarzı muhafazakârlığın İslam muhafazakârlığıyla benzeşir yönü çok. Mahalledeki Türk tanıdığın Hasidimleri “Fatih Çarşamba’daki” bazı koyu dinci tarikatlara benzetmesi o bakımdan boşuna değil. Ancak bazı farkları da gözden kaçırmamakta fayda var.

Bir kere, yukarıda da belirttiğim gibi, Hasidimler kendileri dışındaki toplumla hem fizikman içiçeler, hem de “araziye uymak” konusunda oldukça ehiller. Bu maharetlerini bizzat kadınlarının giysisindeki ince ayarda da farketmek mümkün. Bilenler gözlerinin önüne getirebilir: Hasidim kadınları, 1940’lar Türkiyesi’nin “meslek veya iş sahibi mazbut hanım” elbiselerini andıran elbiseler giyer. Kadınların sokağa ve başka kamusal alanlara girip çıkmalarına müsaade edildiğini gösteren üniformalardır bunlar. Etekleri, dizlerinin bir karış altına uzanır. Bluzları, sıcak mevsimlerde de uzun kolludur. Salt siyah olmadıkları zaman, etekle bluz arasındaki renk çeşitlemesi gri ile lacivert arasında değişir (çeşni niyetine, buna bazen bej ve soluk bir pembe de katılabilir). Arkadan boylu boyuna dikişli çoraplarının dokusu, bacaklarının çizgisini flulaştıracak kadar kalındır. Hasidik kadınlar, saçlarını enselerine doğru kıvırdıkları bir eşarpla örterler. Ya da âdetleri uyarınca başlarını sıfır numara traşladıkları zamanlar, peruk takarlar. Böylece yüzleri ve boyun kısımları açıkta dururken, saçları gizli kalır. Cinsiyetlerinden tamamen arındırılmış bu silik ve tapon görüntüleriyle, Hasidik kadınlar rahat rahat alışverişe giderler, parklarda bebek gezdirirler, evlerinin sokağa bakan verandasında oturup bir manga boyu çocuğa göz kulak olurlar. Ev dışındaki varlıkları fevkalâde işlevsel ve ölçülüdür; giyimlerinin açıklık derecesi de, tam tamına bu ölçüyü yansıtır. Öyle bir ölçüdür ki bu, Hasidik kadınların dış toplumun gözünde asgari düzeyde çağdaş ve kabul edilebilir, kendi cemaatlerinin nezdinde ise asgari düzeyde korunaklı görünmesini sağlar.

Müslüman kadınların ise kendi cemaatlerinin nezdinde “korunaklı” sayılması için, tepeden tırnağa çarşafa veya tesettüre sokulması gerekir. Pratikte pek olmasa da, ideal koşullarda Hasidik kadınlardan daha az sokakta bulunmaları gerekir. Giyim kuşamları, onları dış topluma karşı muhafaza eden başlıca duvardır. Görünürde bu duvar, Hasidim kadınların çevresine örülenden daha yüksek, kalın ve heybetlidir; ama aslında Hasidik kadınların etrafında görünmez duvarlar vardır ve bir bakıma, daha geçirimsiz, daha dayanıklı duvarlardır bunlar. Hasidimlerde, sokaktaki disiplin ev içinde de neredeyse aynen devam eder. Sözgelimi, Müslüman kadınlar evin içinde rahatça açılıp saçılabilirken, istifini pek bozmayan Hasidik kadınların evin en mahrem köşelerinde bile başlarındaki örtü veya peruğu çıkardıkları pek görülmez. Dahası, sokaktaki cinsiyetsiz halleri yatak odasında da devam eder: sevişirken bedenleri arasına, ortasında sadece “duhul” için açılmış bir delik bulunan çarşaflar sermek kabilinden âdetlerine bakılırsa, Hasidimlerin cinsel teması ve zevki asgaride tutmaya yeminli oldukları görülür. Oysa, Müslüman mahreminde cinselliği doyasıya yaşamak daha serbesttir; muhayyilesi yetene, cinsel fantazinin de yolu açıktır.

Cinselliğin böylesine üreme-odaklı olmasının, Hasidim ailelerini birer çocuk doğurma ve yetiştirme merkezine dönüştürmesi doğal. Bu merkezler, fevkalâde yüksek randımanla çalışan fabrikalar gibidir. Mümkün olduğu kadar çok sayıda çocuk yapmak, Hasidim ailelerinin başlıca hatta tek varlık nedenidir; o kadar ki, Hasidim hayatını konu alan acıklı bir İsrail filiminde (Kadosh) de izlendiği gibi, çocuksuz kalan bir ailenin sonunda bir trajedi ve intiharla sönmesi neredeyse kaçınılmazdır. Hasidimlere göre, onlar çocuk yaparak sadece Tevrat’ın açık emrine uymaktadırlar, ama bu sınırsız çoğalma azimlerinde, Yahudi ırkının uğradığı büyük soykırımın acısını çıkarmak ve kaybettiği nüfusu telafi etmek gibi daha güncel ve özgül saiklerin de rolü olabilir belki.

Lâkin burada çarpıcı olan, Hasidimlerin çocuk yapma azmi kadar, yaptıkları çocukları istedikleri çizgide tutabilme becerileridir. Nasıl oluyor da, bir tüketim toplumunun tam ortasında yaşayan Hasidimler, çocuklarını, kendilerinin tornadan çıkmış replikalarına benzer şekilde yetiştirebilmekteler? Amish’ler gibi, toplumun varoşlarında ve kırsalda bunu yapmak bir dereceye kadar hadi mümkün olsa bile, hareketli, kozmopolit bir metropolün göbeğinde, nasıl mümkün? “Fatih Çarşamba”daki en koyu İslamcı cemaatlerde dahi böyle bir duruma pek rastlanmaz. Nitekim, İmamın oğlunun çalgıcı, kızının da türkücü olduğuna dair gazete haberleri hemen hiç eksik olmaz. Nihayetinde, her cemaatin daha başından beri terbiye edemediği yahut sonradan elinden kaçırdığı “kayıp koyunlar”ı vardır.

Şüphesiz ki, her insan topluluğunda olduğu gibi Hasidimlerde de istisnalar yok değil. Onların çocukları arasından da pekâlâ çalgıcılar, türkücüler, lokantacılar, barcılar falan çıkabiliyor. Hatta bunlar arasında, aile fikrinin en kışkıtıcı olumsuzlaması olan eşcinseller de var. En azından bunu, Hasidim hayatını konu alan bir başka başarılı İsrail filminden biliyoruz (Einayim Petukhoth).

Bütün bu istisnalara rağmen, Hasidimlerin kendilerini neredeyse firesiz ya da çok düşük bir fire oranıyla yeniden ürettiklerini düşünmek yanlış olmaz. En kapalı, en muhafazakâr İslamcı cemaatlerin dahi daha yüksek fire oranlarına maruz kaldığı açık. Bu farklılıkta, Hasidimlerin Yahudilere özgü kenetlenme dürtüsü gibi, sosyal ve tarihsel şartlardan kaynaklanan etkenlerin bir payı vardır elbet.

Ancak, düşünce planında, Hasidimlerin bu mükemmele yakın verimliliğinin nedeni, düpedüz katıksız bir iman gücüne bağlanabilir. Katıksız iman, arzuların tamamen denetlenebildiği yerde olur. Bu hesapla, İslamcı cemaatlerin en tutucularının dahi, tüketime, gösterişe, eğlenceye ve hele cinselliğe dönük iştah ve arzuların dizginlenmesinde Hasidimler kadar dirençli bir performans gösteremedikleri sonucuna varılabilir. Doğrusu, bazı İslamcı figürlerin davranışlarına bakılırsa, arzularını dizginlemek gibi bir dertlerinin zaten olmadığı söylenebilir. Örneğin, artık şaka maka etrafına büyücek bir kalabalık toplayan Cübbeli Ahmet Hoca’nın jetski merakından da anlaşılacağı gibi, “hızlı” bir yaşam tarzına ne kadar açık hatta aç oldukları aşikârdır.

Emsallerine oranla, Hasidimlere “katıksız bir iman gücü”nü yakıştırmak daha uygun görünüyor ama, unutmamalı ki “katıksız bir iman”, bakış açısına göre, katıksız bir şartlanma anlamına da gelebilir; katıksız şartlanma ise, beyin yıkamanın bir türevidir. Böylece, Hasidimler çocuklarını eğlenceye, tüketime ve genel olarak “dış topluma” kaptırmamak hususunda eğer çok başarılıysalar, bu başarıları doğrudan doğruya beyin yıkama becerilerine yorulabilir.

Beyin yıkama, elbette hoş karşılanacak bir şey değil. Gıpta edilecek bir şey hiç değil. Lâkin, beyin yıkamanın en az iki boyutu olduğunu gözönünde bulundurmamız lâzım. Beyin yıkama, hiç kuşku yok ki sadece ezbere ve ezberletmeye dayanmaz. Sadece medrese değneğiyle yürütülen yıkama işlemleri, kalıcı sonuç vermez. Cebir kadar, ikna ve ilham da gerekir. Yani beyin yıkama, belirli bir pedagoji gerektirir. Bir başarıysa eğer, Hasidimlerin başarısının sırrı işte bu pedagojide yatar. Bu pedagojinin incelikleri nedir pek bilinmez, ama etkililiği karşısında insanın şapka çıkarıp “helâl olsun” demesi işten bile değil.

Diğer taraftan, bunun hayranlık uyandırmaktan çok, tedirgin edici, hatta ürkütücü bir yanı olduğu da muhakkak. Çünkü sonuç itibariyle, bağımsız ve “vicdanı hür” bireyler yerine, ebeveynlerinin boy boy kopyası olan bir karınca ordusu yetiştirmeye yarayan bir pedagojidir bu. “Bağımsız” ve “vicdanı hür” gibi iddialı sıfatlar bir kenara konulsa bile, bu pedagojinin hiç değilse “rengârenk ve sereserpe” insanlar yetiştirmeye yaramayacağı ve böylece, en azından çeşniye açık ve alışık bir liberal ortamda pek fazla benimsenmeyeceği ve bir şekilde tedirginlik yaratacağı ortada. Yukarıda sözünü ettiğim ve bir kaçını tanıdığım semt sakinlerinin Hasidim toplulukları karşısındaki tedirginliğinin nihai kaynağı da belki bu.

III

Yazımın başında değindiğim mahalle toplantısında, bu tedirginliğin iyice su yüzüne vurması beklenirdi, ama vurmadı. Kimbilir, belki “anti-semitizm” suçlamasıyla karşılaşmamak için, bazıları sessiz kalmayı yeğledi. Gene de, hahamın konuşmasının ardından bir takım şikayet ve serzenişlerde bulunulmadı değil. Bunları dinlerken aklımda yer eden bir-iki “diyalog” örneğini artık daha fazla uzatmadan aktarayım.

Tahmin edileceği gibi, şikayet ve serzenişler Hasidimlerin öncelikle günlük hayattaki “anti-sosyal” davranışlarıyla ilgiliydi. Örneğin Quebec asıllılardan bir mahalleli, kendi çocuğuyla evinin bahçesinde oynamaya gelen bir Hasidim çocuğunun, ailesi tarafından farkedilir farkedilmez nasıl hızla derdest edilip götürüldüğünden, böyle bir hareketin yalnız kendi çocuğunun değil bizzat Hasidim çocuğunun üzerinde de olumsuz izler bırakabileceğinden yakındı. Bu tür yakınmalar karşısında haham, ya soruları geçiştirmekle yetindi, ya da, şikayet konusu davranışların “münferit” olaylar olduğunu savunarak, dolaylı inkâr yolunu izledi.

Buna karşılık haham, sanılandan daha açık bir topluluk olduklarını gösteren örnekler vermekten de geri durmadı: kendisi de dahil birçok Hasidik ailenin, kendilerinden ve Yahudi olmayan her çeşit insanla pekâlâ dostluklar kurduğunu, evlerinde ağırladıklarını; kimi Hasidik ailenin çeşitli eğlencelerini her kesimden insanlarla paylaştığını, hatta bazı varlıklı ailelerin dinine diline bakmaksızın tüm bir semt halkını davet ettikleri Hasidim düğünlerine bile rastlandığını uzun uzun anlattı. Gerçekten de, gazetelerde böyle düğün haberlerine rastlanmıyor değil, ama bu düğünlerin en ciddi ulusal gazetelere dahi haber yapılacak kadar nadir oldukları da kesin.

Hahamın, aynı doğrultuda verdiği örneklerden biri de, maneviyat arayışındaki Hıristiyan bir kadının başvurusuyla ilgiliydi: “Bir gün bize geldi, sinagogumuzda dua edip edemeyeceğini sordu, kendisini hemen buyur ettik.” Bu aslında ilginç bir örnek, çünkü doğrudan dini örf ve âdetlere dokunduğundan, netameli bir yanı var. Nitekim, dinleyiciler arasında oturan genç bir Hasidim dayanamadı, uzun ve fevkalâde girift izahlarla, hahamın açıklık mesajına ince bir ayar yaptı. Derken, sonunda lâf döndü dolaştı, Hıristiyanlıktan veya başka herhangi bir dinden Yahudiliğe geçişin mümkün olup olamadığı konusuna geldi. Normal şartlarda, bunun mümkün olmadığı düşünülür, ancak lafın gelip dayandığı noktada, konu epey karıştı ve muallâkta kaldı. Fakat iki Hasidimin konuşmalarından, şu kadarını anlar gibi olduk: Yahudiliğe dışarıdan giriş pekâlâ mümkündür, lâkin bu zorlu ve çileli bir süreç gerektirir. Muhtemelen kendisi de haham veya haham adayı olan genç Hasidimin anlatmaya doyamadığı zorluklarına bakılırsa, pek az faninin katlanabileceği bir süreçtir bu. Şu halde, yalnız pratikte değil teoride de, Yahudiliğin kapıları dışarıya açıktır, ama Yahudiliği hakedenlere, o kapıları açabilenlere açıktır. Ne var ki, bu kapıları açmak için nasıl ve ne kadar bir iman gücü lâzım geldiğini pek anlayamadık. Sözgelimi, sinagogda huzur arayan Hıristiyan kadıncağızın, günün birinde aklına esip de Yahudi olmaya karar verse, dualarına daha kaç gün, kaç ay ya da kaç yıl devam etmesi ve başka hangi ahret sınavlarından geçmesi gerektiğini kestirmek kolay değil. Bu konuda sanki hahamlar arasında da yorum farkları vardı. Bu farklar, belki de hahamların farklı Hasidim tarikatlarına bağlı olmalarından kaynaklanıyordu. Her halükârda, üstelemediler ve tartışma uzamadan kapandı. Toplantının çapı, bu derin ilahiyat konularına uygun değildi zaten.

Hasidimlerin günlük hayattaki bazı olumsuz davranışlarına yönelik olarak, benzer bir şikâyet bu sefer, Hasidimlerden olmayan, seküler bir genç Yahudi’den geldi. Genç adam, Yahudi olduğunu ve Yahudi olmaktan gurur duyduğunu üstüne basa basa belirttikten sonra, sözünü hiç sakınmadan içindekileri döktü ortaya: “Sokakta yürürken, karşıdan bir Hasidim bana doğru geliyor. Alışkanlıkla herkese yaptığım gibi, ona da selam veriyorum, hiç tınmadan yanımdan geçip gidiyor. Bunu bir değil, çok defa yaşadım. Hatta yanıma yaklaştığında selamıma karşılık vermektense, karşı kaldırıma geçmeyi yeğleyenlere dahi rastladım. İstediğim, sadece bir selam—üstelik bedava. Ama bir selam vermek, yolunu değiştirip karşı kaldırıma yürümekten daha zor geliyor onlara demek ki. Bazen Hasidimlerin, bir selamı kendilerinden olmayanlara çok gördüğü hissine kapılıyorum. Hatta bazen çok daha kötü hislere kapılıyorum. Kaldırıma yığılıp kalsam, acaba o zaman dönüp bir bakar mı, bir ambulans çağırma zahmetine girer mi diye, kimi zaman tuhaf sorular üşüşüyor kafama. İnsanda neden böyle duygular uyandıran bir halleri var? Hasidimler neden böyle?”

Konuşmacı haham, Yahudi gencin bu yakınmaları karşısında hiç istifini bozmadı, yalnız bu sefer onları “münferit olaylar” olarak geçiştirmek yerine, şaşırtıcı bir cevap verdi: “O Hasidim kardeşler eğer senin Yahudi olduğunu bilselerdi, elbette selam verirlerdi, hiç dert etme! Eğer Yahudi olduğunu söyleseydin veya bir şekilde belli etseydin, selamlarını alırdın!”

Yahudi genç, “özrü kabahatinden büyük” böyle bir cevap karşısında ne diyeceğini bilemezken, dinleyiciler arasından kahkahayla karışık öfkeli bir tepkinin gelmesi gecikmedi tabii: “Selam almak için Yahudi mi olmamız gerekiyor?!”

Haham, bu tepkiden etkilenmişe benzemiyordu, tepkinin mantığını anladığına dair de bir belirti yoktu pek. Ama salonun karışmasından rahatsız olan diğer konuşmacı kadın, sazı eline aldı ve gözlerini Yahudi gence dikerek, hahamın cevabındaki hikmeti açıklamaya girişti: “Sen Yahudi olduğunu söylüyorsun. Ama giyiminde, kuşamında ve halinde Yahudi olduğunu gösteren herhangi bir işaret yok. Genel topluma karışmış, seküler bir insansın. Bunda hiçbir sorun yok. Ben kendim de öyleyim. Ama bir düşün: senin kızdığın Hasidimler, Yahudiliği sonuna kadar yaşamak için, genel toplumdan farklı olmayı ve görünmeyi göze almışlar. Bu bir cesaret işidir ve büyük fedakârlık ister. Hasidimler, Yahudiliğin paratonerleri gibidir: görünürlüklerinden ötürü, bütün yıldırımlar onlara düşer, bütün kabahatler ve olumsuzluklar onların üzerinde kalır, onların hanesine yazılır. İçe-dönük, selam-sabahsız halleri, üzerilerindeki yoğun baskıya ve kem gözlere karşı geliştirdikleri korunma ve direnme mekanizmalarının nahoş tezahürleridir sadece. O bakımdan, genel çağdaş topluma katılmış, rahatı ve konformizmi seçmiş seküler Yahudilerin Hasidimlerin bazı yanlışlarına ve ayıplarına daha hoşgörülü yaklaşmaları gerekir. Çünkü Hasidimler, bir bakıma Yahudiliğin taşıyıcılarıdır; Yahudiliği yalnız kendileri için değil, tüm Yahudiler için yaşayanlardır.”

Konuşmacı kadın yazarın söyledikleri, Hasidimlerin kendilerine biçmiş oldukları tarihi misyonu gayet güzel özetliyordu. Aynı zamanda, Hasidimlerin tüm Yahudi dünyasından beklenti ve taleplerini de gerekçelendiren bir özetti bu: Siz ey Yarım-Yahudiler! Sürünün kayıp koyunları! Siz ey tatlı su Yahudileri! Dinimizin gereklerini ihmal ettiniz, çoğunu unuttunuz. Ama bari bizi unutmayın ve manen maddeten destekleyin, çünkü biz sadece kendimiz için değil, sizin için de dua ediyoruz. Yalnız kendimizin değil, sizin de duacınızız!

Yazar kadının müdahalesinden hahamın memnun olması beklenirdi, ama o, hiç renk vermedi, memnuniyetini gösteren herhangi bir harekette bulunmadı. Dışarıdan gelebilecek hiç bir argümana veya gerekçeye ihtiyacı yokmuş gibi bir hali vardı. Maddi destekten farklı olarak, manevi desteğe karnı toktu anlaşılan.

Bu arada belirtmeli ki, yazar kadının Hasidimleri hoş gösterme çabası yalnızca seküler Yahudilere yönelik değildi. Konuşmasının bir noktasında, düzenin karşısında veya marjlarında yer alan, anarşist, “anarşizan” yahut “özgürlükçü bohem” denebilecek yaşam biçimleriyle Hasidik hayat tarzı arasında bir takım koşutluklar kurmaktan da geri kalmadı. Bu hayli cesur bir girişimdi ama, anaşistlerle herhangi bir şekilde ortak bir zemini paylaşma fikrini hahamın hafsalasının alması pek olası değil. Yazar kadının uzun konuşması boyunca, hahamın boş gözlerle etrafa bakmasının bir nedeni de buydu belki. Diğer taraftan, “anarşist” kesimlerden insanların yazar kadının bu cesur yorumunu pek benimsemeyecekleri ve muhtemelen sadece bir gülümsemeyle karşılayacakları tahmin edilebilir; ama salonda onların varlığına dair bir belirti bile yoktu.

Tartışmalar ilerledikçe ortaya çıktı ki, salonda söz alıp da konuşanların çoğunluğu Yahudi asıllı. Hasidimlere yönelik en sert eleştiriler de onlardan geldi. Bu anlamda toplantı, resmen ilân edildiğinden farklı olarak, Hasidimleri Yahudi asıllılarla buluşturma işlevini gördü; Yahudi olmayan semt sakinleri belki çoğunlukta olsa da, geri planda kaldı. Semtin seküler Yahudileri, Hasidimlere duaları karşılığında ne maddi ne de manevi destek vermeye hazırdılar, ama diğer dinleyiciler gibi, toplantıya Hasidimleri daha iyi tanımak, iç dünyalarına biraz olsun nüfuz edebilmek amacıyla gelmişlerdi. Fakat bu amaçlarına ulaşma hususunda, diğer dinleyicilerden daha başarılı oldukları şüpheli.

İsrail’de, Hasidimlerin de dahil olduğu aşırı dinci topluluklarla seküler veya “dünyevî” kesimler arasındaki anlaşmazlıkların ve uçurumun derinleştiğini giderek daha sık duyuyoruz. Böyle bir kutuplaşma ne Kanada genelinde ne de bahsi geçen mahallede elbette sözkonusu değil. Kanada’nın ortamı, halihazırda ciddi bir kutuplaşmaya müsait değil zaten. Ancak burada da, Yahudi dünyasının seküler ve dinci kesimleri arasında artan bir gerginlik ve iletişim kopukluğu olduğu kesin. Toplantıdan çıkan en önemli sonuç buydu.

Diğer taraftan, Hasidim cemaatinin açılması hayli zor bir kara kutu olduğunu teslim etmek gerekiyor. Bu kutunun içi dışarıdan görüldüğü gibi değil. Dışarıdan bakınca, cemaati neredeyse Katolik Kilisesi gibi bütünsel, “monoblok” bir yapıya benzetmek mümkün. Hasidimlerin tekdüze kıyafetleri ve disiplinli görüntüleri, bu algıyı yanlış şekilde güçlendiren bir etken. Oysa tek bir değil, onlarca, hatta yüzlerce Hasidim cemaatinden sözedilebilir. Nitekim toplantı açılışında sözüne başlamadan önce haham, tüm Hasidim kurumları adına değil, sadece kendi sinagogu adına konuşabileceğini vurgulayarak, kendini yanlış tanıtan sunucuyu düzeltmek ihtiyacını duydu.

Hasidim cemaatlerinin çoğunun nüvesinde, yüzyıllar içinde oluşmuş küçük, şahsına münhasır hanedancıklar var. Sayılarının bolluğunu açıklayan da bu herhalde. Hasidim cemaatleri, çok daha gevşek kurumsal yapılarıyla, bazı bakımlardan Hıristiyan kiliselerinden çok, şeyhlerinin çiftliği olan İslam tarikatlarına benzetilebilir. Fakat bu tarikatlardan farklı olarak, dağınık ve kaotik bir manzara sunmazlar; bu bağlamda ne birbirlerinin kuyusunu kazarlar, ne de aralarındaki rekabeti dışarıya yansıtırlar; kısacası, bir tür “çeşitlilik içinde birlik” ilkesine bağlı kalmayı becerirler. “Kara kutu”nun tılsımı, herhalde bu becerilerinde gizlidir.

Seküler Yahudilerin bile bu kutuyu açmakta zorlanmalarına o yüzden şaşırmamak gerek. Dahası, kesif bir teolojiye bulanmış nice arkaik tabu, şifre ve sembolle tıka basa dolu olan bu kutuyu açmak, değme bir antropolojinin dahi kolay kolay altından kalkabileceği bir işe benzemiyor. O bakımdan, Yahudi olsun olmasın, Hasidimleri tanımak için toplantıya gidenlerin orada duyduklarıyla tatmin oldukları şüpheli. Kendi hesabıma, toplantının merakımı gidermek şöyle dursun, büsbütün tetiklediğini söyleyebilirim.