“Şehirde köpekleri toplayan tipleri gördünüz mü? Köpekleri sokakta filelerle yakalar, bir atlı arabaya tıkıştırırlar; sonra bir kamçı darbesi ve ileri. Tekerleğin taşlara takılmasıyla oluşan her sarsıntıda zavallı hayvanlar üst üste yuvarlanır, birbirini ısırır. Arabacı istediği kadar bağırsın, demir parmaklıklara vursun, köpekler birbirini yemeğe devam eder. Bu arada araba yol alır; demir keskilerle gebertilmeye götürür hepsini. Biz de tıpkı onlar gibiyiz. Birbirimizi neden sorumlu tutalım ki? O benim hakkımda ötmüş, ben de onun hakkında; araba gitmeye devam ediyor ve hepimiz aynı çukurda son bulacağız.”
Iouri Dombrovski
Söze nereden başlamalı ki? Belki de en “öteki”nden: Uygarlığın şiddetinin kristalize olup en görünürlük kazandığı yer olan cinsellikten. Ama cinselliğin de “öteki”sinden; gey, lezbiyen, biseksüel ve trans’lardan. Ya da belki de siyah ve beyaz’dan... Öyle ya kolaylıkla ayrıştırılabilir iki renktir siyah ve beyaz. Tıpkı eşcinselliğe “hastalık” ya da “günah” diyen tıbbın ya da dinin bir yorumu gibi siyah siyahtır. Tıpkı bu savları reddeden ve safını insandan yana seçen tıp ve dinin bir yorumu gibi beyaz beyazdır.
Ama bir de griler var bu dünyada -hem de siyah ve beyazdan daha çok: Ve kimi griler vardır beyaza yakın.. Açık sözlü olursak da her birimizin içinde vardır bu beyaza yakın grilikten. Zaten hayat dediğimiz yüzleşme pratiğiyle bu grilerimizin farkına varmak değil midir?
Eğer eşcinselliği “suç” ya da “hastalık” olarak tanımlıyor ve çare olarak “nefse boyun eğmemeyi” öğütleyen bir yerde saf tutuyorsanız çok muhtemelen “akıl dışı” ve hatta “gerici” olarak rahatlıkla tanımlanabilirsiniz. Pekiyi, tarihsel olarak eşcinselliğin yaşandığını kabul eden, tarihin hemen her dönemindeki eşcinsel varoluşları detaylarıyla aktaran, milliyetçi söylemle arasına mesafe koyan, soruna sınıfsal açıdan bakarken Sovyetler Birliği deneyimine eşcinsellik bağlamında eleştirel yaklaşan ve hatta solun Türkiye’de özgürlükçü söylemi terk ettiğini ifade eden ve dahası eşitlik ve özgürlük savaşımında eşcinsellere de yer açan bir zihniyet nasıl tanımlanabilir? Özgürlükçü mü… durun hemen kararımızı vermeyelim. Çünkü belki de bu zihniyet, dışarıdan beyaz görünen ancak karaya çok yakın bir gridir -ki ehven-i şer, şerlerin en kötüsüdür. Çünkü eğer böyle olmasaydı “Köleci, feodal ve kapitalist düzen, egemen sınıfın ideolojisi olarak eşcinselliği dayatmaktadır. Kadının ezildiği, dışlandığı, kadın bedeninin değersizleştirildiği aşamada, erkek bedeninin kutsanarak öne çıkması, erkeği “değersiz kadın bedeni” yerine, kutsanmış, övülmüş erkek bedenine yöneltmiştir” diyebilir miydi?[1] Ya da “eşcinselliğin, kapitalist toplumda, yabancılaşmanın bir sonucu olarak doruk noktasına çıktığını” iddia edebilir miydi?1 Ya da Türkiye’de eşcinselliğin göstermiş olduğu sıçramayı “emperyalizmin neo-liberal ideolojik saldırı paketi içinde, eşcinsellik(in) bir “ihraç malı” olarak topluma dayatıl”ması olarak açıklayabilir miydi?[2] Ve de belki de en kötüsü, aşkın kurallar altına alınamaz, zincirlenemez bir durum olduğunu unutup “Uzun yıllar sürmüş olsa bile, tarafları maddi ve manevi yıkıma uğratmamış, onları mutluluğa ulaştırmış bir eşcinsel aşktan tarihin hiçbir döneminde sözedilmiyor” diyerek[3] aşka ihanet edebilir ve daha da ileri giderek “eşcinsel aşk, gerek insanın evriminde ve biyolojik gelişiminde, gerekse insanlığın tarihsel gelişiminde bir geri dönüştür” diyebilir miydi?[4]
Ancak ne yazık ki tahribat bitmiyor ve tam da burada “tıp” yani “bilim” yardıma çağrılıyor: “Psikologlar anatomik nedenler ve psikolojik yetersizliklerle eşcinsel erkeklerin ilişkilerinde, karşılıklı mutluluğu değil, mutsuzluğun egemen olduğunu ve ilişkinin sonuçsuz kaldığını belirterek, kalıtsal uygunsuzlukların yaptığı yıkıcı etkiye dikkat çekmektedirler.”[5] Eh artık “tıp” yani “bilim” de bunları ifade ettiğine göre “hangi tıp ya da bilim” demeden onun sözüne inanmak ve devamını getirmek gereklidir:
Araştırmalar “büyük sıkıntıların yaşandığı dönemlerde, örneğin İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Almanya’da hamile kalınan ve doğan erkekler arasında, diğer dönemlerde doğan erkeklere kıyasla daha fazla eşcinsele rastlanmaktadır. (Stres hormonu kortizol, testesteronla aynı hammaddeden türemiştir; belki de kortizol testesteronla aynı hammaddeyi tüketerek, geride testesteron üretimi için kıt bir kaynak bırakmaktadır.)”[6]
“Yetersiz beslenmenin de tetiklemesiyle, aşırı stresin etkisinde kalan erkeklerin cinsiyet hormonları ve bedensel işlevlerinde kadınsılaşma yönünde değişiklikler görülmüştür. Nazi toplama kamplarından kurtulan erkekler ile Kore ve Vietnam’da tutsak edilmiş erkeklerin memelerinden süt salgıladıkları bilinmektedir.”[7]
“Stresli erkeklerde testislerin, bedenin savunma refleksinin bir sonucu olarak küçüldüğü gözlenmiştir.”6
Aslında hepimiz biliyoruz ki tıbbın yani bilimin eşcinsellikle ilişkisi çok sancılı olmuştur -ne yazık ki hâlâ olmaktadır. Bugün burada bu sancının “arkeolojik” kazısını yapacak değilim. Ancak tıbbın herhangi bir normu var ederken toplumsallıktan ve bunun kurucu unsurları olan ataerkil düzenden, milliyetçilikten, militarizmden ve kapitalizmden azade olduğunu iddia etmesini de bir kalemde geçecek değilim. Oysa hiç kuşku yok ki, tıp da diğer alanlar gibi bu kavramların etkisinde ve elbette “içeri”sinde var olmaktadır. Dahası tıbbi bilgiyi üretenler de baba, koca, kardeş, oğuldurlar ve genellikle orta sınıftan geldikleri için benliklerinin “derinliklerinde” farkında oldukları ya da olmadıkları binbir türlü karanlık barındırırlar. O nedenle hiçbir şey gibi tıp da eleştiriden azade olmamalı ve dahası meşruiyet onun içerisinde aranmamalıdır -bu arabayı atın önüne koşmak olur.
Öte yandan gayet iyi biliyoruz ki; bu dünyada hegemonya, bir ideolojinin kendisini ideolojiler üstü, siyaset dışı, evrensel ve tarafsız ilan edip “bilimsellik” kisvesine ve gücüne kavuştuğu zaman layıkıyla kurulmaktadır. O nedenle bugün yapmamız gereken, tıbbi bilginin de hangi karanlık harelerle kuşatıldığını saptamak ve onun hegemonik güç olmak için öne sürdüğü akılcı iddiaları çürütmek olmalıdır. Kanaatimizce “içeri” kavramı, böylesi bir çaba için bize yürüyebileceğimiz bir yol sunabilir. Gerçekten de neresi “içeri”dir? Eğer her şey “öteki” ile var oluyorsa bu soru “dışarı”nın olmadığı yer olarak tanımlanabilir. Pekiyi o halde “dışarı” neresidir, “içeri”nin olmadığı yer mi?… İçinden çıkılmaz bir paradoksta mıyız? Aklımız bu paradoksu aşmaya muktedir değil mi?
Belki de “içeri”nin nasıl ve neden oluştuğunu tartışabilirsek bu paradoksu aşabiliriz. O zaman yanıtlamamız gereken soru şu: Neden birilerini hep bir yerlere kapatıp orayı “içeri” yapıp duruyoruz? Öyle ya tarih boyunca delileri tımarhaneye, suçluları hapishaneye, askerleri kışlaya, öğrencileri okula, hastaları hastaneye,.. kapatıp durmuşuz. Ancak aslında biliyoruz ki, bu bilgi doğru değil. Çünkü içeri “kapatma” fenomeni bugün bize her ne kadar doğal geliyor olsa da aslında onyedinci yüzyıl öncesi için geçerli değil. Çünkü örneğin deliler, onyedinci yüzyıl öncesinde toplumda özgürce gezebilen ve hatta mistik bir takım bilgileri topluma aktaran “üstün” insanlar olarak tanımlanıyordu. İyi ama ne oldu onyedinci yüzyılda?
Aslında ne olduğu belli: Aydınlanma çağının yaşandığı ve insana “insanlık” kavramını kazandıracak o yüzyılda modernite ve akıl doğdu. Ve aklın var ettiği modernite, o günden sonra bir dolu kazanımının yanı sıra elbette ona damgasını vuran kapitalizm sayesinde çalışmayı herkes için mümkün ve gerekli addetti. Bu yaklaşım çalışmayı insanın varoluşunun büyük ahlâki anlaşması saydı.[8] Hal böyle olunca da herkesin uygun “hücre”lerde çalışabilmesine göre hayatı düzenledi. O gün bugündür derste, sırada, okulda; hastanede, pastanede, postanede, kerhanede; sanayide, madende, gökdelende.. habire çalışıp duruyoruz. Ve hiç kuşku yok ki, çalışmanın bize kazandırdığı meşruiyetle çalışmayanları, aylakları, serserileri, yaşlıları yani “sapma”ları tımarhaneye, hapishaneye, huzurevine,.. kapatıp duruyoruz.
İşte tıp da böylesi bir uygarlık zemininde serpilip gelişti ve bedenin ve ruhun dengesini sağlamak için yasa koyucuya ve yurttaşa tavsiyelerde bulunmaya başladı. “Örnek” insanı inşa etmeye kalkıştı ve sekülerleşmenin bir yansıması olarak dinin yerine geçerek “bilimsellik” kisvesi altında toplumsal ahlâkın maşası olmaya kalkıştı. Bu bağlamda tarihsel süreç içerisinde normalliğe göre pozisyon almaya başlayıp ahlâki, politik, ideolojik bir boyut kazandı. Sağlam kafanın sağlam vücutta bulunacağına inanan modernist uygarlığın düsturunu aynen kabullendi ve onu bilgi temelinde yeniden üretti. Bu kabulleniş ve yeniden üretim, tıbba, insanların hayatının nasıl düzenlenebileceğini kendisinin belirlemeye hakkı olduğu zannını kazandırdı ve bu sayede herkesi -hatta bir ülkede en dokunulamayacak isim olan devlet başkanını dahi-[9] onların iyiliği ve sağlığı için “gözetim” altına almaya kalkıştı.
Tıp, bünyesinde geliştirdiği bu zan/hezeyan nedeniyle o andan sonra insanların ne yiyeceklerini, ne içeceklerini, ne kadar yürüyeceklerini, nasıl sevişeceklerini,.. velhasıl hayatlarının her bir anını “sağlıklı” olarak nasıl yaşayabileceklerini tanımlamaya başladı. Bunu başarabilmek için de olası her durum için bir gelişme normu tanımladı ve bu “normal” gelişme normunun dışında kalan olası her durumu da “sapma” olarak tarifledi. Yetmedi, neo-liberal uygarlığı var eden bu “sapma”ları, düzen yoldan çıkmasın diye “kontrol” altında tutmaya çalıştı. Bu “kontrol” çabası kimi zaman -örneğin eşcinsellik konusunda- kendisini onarım terapisi, psikocerrahi yaklaşım, elektrokonvulzif tedavi, apomorfin uygulamaları, hormon terapileri, bilişsel-davranışçı yaklaşım gibi kara kapkara yöntemlerle, çoğu zaman ise hayatın tümünü kapsamına alan “masum” yollarla kendisini gösterdi. Örneğin bugün gazete ya da internet dünyasına bakarsak elimizi nasıl yıkayacağımızın,[10] nasıl doğru nefes alacağımızın,[11] yılda kaç kez sevişeceğimizin,[12] sevişmek sayesinde uyku sorunlarımızı nasıl giderebileceğimizin,[13] genç kalmak için ne yapacağımızın[14] ve dahası her yerin bir tür hastaneye çevrildiği bu gözetim uygarlığında spor salonlarında ne kadar ve nasıl kalori yakacağımızın[15] ve dahası tüm bu işleri Viktorya dönemi kültürünün o ünlü üçlemesinden -ticaret, rasyonalite, ölçülülük- birisi olan “ölçülü” biçimde “aşırılıktan kaçınarak” nasıl yapacağımızın[16] normunun hekim/tıp kaynaklı “haberler” aracılığıyla belirlenmiş olduğunu görebiliriz.
Hiç çekinmeden ifade edelim ki bu belirle(n)me süreci en fazla cinsellik alanında kendisini göstermektedir. Çünkü tarih boyunca cinsellik yaşam üzerinde iktidar kurmanın aracı oldu. Zaten tarihte akıl hastalıklarının da nedeni özellikle cinsel alanda yaşanan “aşırılık”a, “mastürbasyon”a ve “doyumsuzluk”a bağlanmış ve cinsellik her yolla -özellikle siyasi iktidar tarafından- zapturapt alınmak istenmemiş miydi -tıpkı bugün gibi.[17] Ve elbette bu alanda da kapitalizmin ana yasası işledi: Verimsiz olan anormaldir/suçludur![18] İyi ama cinsellikte “verim” neydi?
Uygarlık bu sorunun yanıtını “arzu” olarak tanımlamadı. Aksine modernist paradigmaya hükmünü nakşeden kapitalizm sayesinde cinselliğin verimliliği “çocuk” olarak kabul edildi. Bu noktada kapitalist sanayileşme öncesinin de sorunlu olduğunu ifade etmemiz gereklidir. Bu bağlamda kanaatimizce ilk sorun insanın birincil doğası olan biyolojisinin yetersizlikleri ile var ettiği kültürün, doğaya uyum sağlamaktan vazgeçip onu hükmüne / mülkiyetine alması ile başlamıştır. Çünkü bu mülkleşme hezeyanının var ettiği hükmetme mantığı bir süre sonra “tohum ve toprak” algısını var ederek kadını erkeğe tabi kıldı.[19] Belki de bu bağlamda tüm mesele; “babafingo”nun, “dişli vajina” karşısında eriyip, sönüp, yok olmasının egoda neden olduğu yıkım ve aşağılanmanın benlikte tersten okunması ve okutulması meselesidir.[20]
Bu noktada gerçekten de “baba” kavramı kritik bir önem kazanmaktadır. Hiç kuşku yok ki, bu kavramda tanımlanan “baba”, biyolojik cinsiyete indirgenerek değerlendirilmemelidir. Aksine “baba”, bir konumun ve bir işlevin adıdır.[21] Ve bu işlev aslında “hipotetik, tarih-öncesi katledilmiş babanın yasası”dır.21 Ve ne yazık ki, “baba” bedenen imha edilse de, ya da bedenen imha edilmeyip onun yerine kardeşlerin canı alınsa da sembolik iktidarın dağıldığı ve yayıldığı için güçlendiği bir iktidar sürecine karşılık gelmektedir. Ve evet çok açık ki; bizim derdimiz aslında bu iktidarladır.
Ancak kapitalist sanayileşme döneminde bu sorun “çocuk”un var ettiği artık-değer aracılığıyla sınıfsal bir yön de kazanmıştır. Çünkü çocuk, aklın var ettiği o en temel ahlaki anlaşma olan çalışmayı zamanı geldiğinde yerine getirebilecek bir “ürün”dü. Gerçekten de unutmayalım ki, çocuk doğup, büyüyen ve sonrasında da bir işe girip çalışarak artık değer üretebilen bir çalışana dönüşebilen bir yapıdır. Dahası çocuk, “aile” denilen ve “baba”nın hakim olduğu “müesses nizam”ın kurulmasında rol oynayan yapının temel harcıdır. Hal böyle olunca da eşcinsellik, oral seks, anal seks,.. gibi “çocuk” çıktısına neden olmayan her cinsellik yönelimi ve eylemi tıp tarafından norm dışı yani anormal olarak tanımlandı. Dahası medikal bir konu olmadığı halde çocuk üretme potansiyeline sahip olan dişinin üreme kapasitesinin kontrol altına alınması ve mülke tabi kılınması için kadın cinselliği medikalize edildi ve tıp paradigması yoktan var ettiği bir zarın yarattığı “himen vesayeti”[22] sayesinde makro düzlemde siyaset mekanizmasının özellikle kadın cinselliği üzerinde “bekâret” kavramı aracılığıyla iktidar kurmasına olanak sağladı. Düşünsenize kadın cinselliği bu oranda tıbba içkin sayılmasaydı, bugün kürtajın cinayet olup olmadığını bu rahatlıkta tartışabilir miydik?
Ancak tam da bu noktada doğada tek bir cinsel organı olan “çiçek”leri -interseksleri- unutmamak gereklidir: Çünkü tıp hegemonyasının aksine belki de o “çiçek”ler, kendi toplumsal cinsiyetlerini keşfetmede aramızda en çok farkındalığa sahip olanlardır. Evet, hiç kuşku yok ki tüm toplumsal cinsiyetler belalıdır. Ama interseksler, herhalde aramızda benliklerinin derinliklerinde interseks olduklarına dair duygu taşıyabilirken, kadın/erkek ekseninde toplumsal cinsiyeti performe edebilen yegâne çiçeklerdir. Dahası belki de onlar, uygarlığı birbirlerine karşıt olarak ikiye bölünmüş dikotomi zemininden kurtarabilecek bir potansiyele sahiptirler. Oysa hegemonik tıp paradigması açısından yaşanan “sorun”; doğaya yabancı olan “ucube”lerin cerrahi işlemle doğaya uygun hale getirilmesidir. Hiç kuşku yok ki, tıp açısından bu noktada dikkat edilecek konu interseks bireyin düşüncesi değil, onun yerine konuşan ebeveynin hassasiyeti ve yapılacak operasyonun cerrahi işlem açısından kolaylığıdır. Hal böyle olunca da interseks bireyler toplumsal normlara kurban edilmekte ve “delik kazmak sırık dikmekten daha kolay” düsturu uyarınca istenmeyen “ucube”lerden kurtarılmaktadırlar.[23] İyi ama ne olur en azından bugün eski bir soruyu yeniden soralım kendimize: Gerçekten hakiki bir cinsiyete ihtiyacımız var mıdır?[24] Ve dahası asıl sorunumuz, tıbbın, her organı işlevsel bir metaya çeviren, her şeyi ölçmeye, ayarlamaya, düzenlemeye kalkışan ve ölçemediğini de işlevsel saymayarak “sapma”ya indirgeyen hastalıklı zihniyeti değil midir? İşte tam da bu noktada tıbbın bu hastalıklı zihniyetini alaşağı edebilmek için tıbbın yarattığı ucubelerin/zombilerin tanıklığına ihtiyacımız vardır: [25]
Ancak bugün bir gerçeği açıklıkla görmek gereklidir. Modern paradigma her ne kadar “insanlık” ve “insan hakları” kavramlarının bünyesinde gelişmesini sağlasa da insanı sadece üretime koşulmuş bir yaratığa indirgemiştir. Ve bu nedenle toplumsal yapıdaki mikro ve makro iktidarlar hayatı hep bu “çalışmak / üretmek” çerçevesinden analiz etmiş ve her “soruna” bu açıdan yaklaşmıştır. Dahası o gün bugündür makro düzlemde siyasi iktidarlar, özellikle medikal alanın yarattığı epidemiyoloji bilgisi dahilinde toplumu bir nüfus sorunu olarak tanımlayabilmiştir. Hal böyle olunca da insanların kaç çocuk doğuracağı bir “yönetim” sorunu haline gelmiştir. Hal böyle olunca da, bu anlayışın yansıması kimi ülkelerde ve/veya kimi dönemlerde çocuk sayısının sınırlanması biçiminde kendisini gösterirken, kimi zaman da “3 çocuk doğurun” söylemleri ile kendisini afişe etmiştir.[26]
Aslında siyasi iktidarlar açısından Viktorya döneminden beri geçerli söylem ve kabulleniş hep “Sevişmeyin Üreyin” mottosu oldu. Çünkü bu söylem “üreme” yoluyla genç ve ucuz işgücünün oluşmasını garanti altına alırken, “sevişmeyin” kısmı ile insanların ve toplumların etrafına çizilen sınırları ve normları yıkabilme potansiyeli olan haz duygusunun yaşanmaması gerektiğini hükme bağlıyordu. İşte bu çifte kavrulmuş “hikmet” nedeniyle siyasi iktidarların ideal toplumsal ütopyası “Sevişmeyin Üreyin” sloganı ile ete kemiğe büründü ve bu norm, örneğin mens (adet), gebelik ya da menopoz dönemlerinde sevişmenin hastalıklara ya da sağlık sorunlarına yol açacağı iddialarıyla “siyaset üstü”, “evrensel” ve “tarafsız” tıbbi bilgi aracılığıyla hayata nakşedildi.
Ancak bu süreçte eşcinsellerin -özellikle trans’ların- daha zorlu bir travmayla karşılaştıklarını biliyoruz. Çünkü onlar, üreyebilme kapasitelerini bilerek ve taammüden “sakat”lamaktadırlar. İşte bu toplumsal norm zemininde şekillenen algı nedeniyle “Diagnostik and Statistical Manual of Mental Disorders” (DSM) ve Dünya Sağlık Örgütü’nün bakış açısı gündelik hayatta teferruata indirgenmekte ve bir psikiyatrist bir transseksüele “Ne zamandan beri böylesin?”, “Kendine ne diyorsun?”, “Ne zamandan beri hastasın?” ya da “Memelerin gerçek mi?” sorularını kolaylıkla yöneltebilmektedir.[27] Ama bu “ahval ve şerait”ten daha kötüsü; ailesine yıllar boyu hasta olmadığını anlatmaya çalışan bir eşcinselin, askerlik sorunu nedeniyle devletten “hasta/çürük” olduğuna dair belge almaya çalışmasıdır. Elbette devlet, bu “kurtuluş” belgesini kendisinin gardiyanı olan ve çoğunlukla kendisinin kirli elini yıkayan tıp aracılığıyla ve bir takım “bilimsel” testler aracılığıyla verecek ve tıbbın her şeye muktedir bilimsel bilgisi ışığında, hem de eşcinsellerin “gönüllü” isteğiyle, eşcinselliği “ileri düzeyde psikoseksüel bozukluk” tanısıyla hastalık olarak belgeleyecektir.27
Öte yandan “ileri”, “uygar” ve “gelişmiş” batı ülkelerinde de hemen her alanda olduğu gibi eşcinsellik alanında da “sağlık hakkı”nın -özellikle cinsiyet değiştirme sürecinde- rapor, belge, sınıflama, tanım gibi kavramların içerisine ve dahası piyasa mekanizması bünyesine sıkıştırıldığı ve de ya “bozukluk” ya da gelişmiş demokrasilerin yumuşak yaklaşımı nedeniyle “hoşnutsuzluk” kelimesi ile etiketlendiği bu bağlamda not edilmelidir. Ayrıca “uygar” dünyada özellikle cinsiyet değiştirme sürecinin doğal hayatta bir “sapma”ya karşılık gelen interseks bireyler için kamunun ödeme yükümlüğü içinde tanımlanırken, aynı hakkın bir trans için akla dahi gelmemesi dikkat çekicidir. Yine benzer biçimde “uygar” dünyanın bir ülkesi olan Birleşik Krallık’ta psikoterapist ve danışmanların %17’sinin gey ve lezbiyen “hasta”larının eşcinselliklerini ortadan kaldırmak için onlara gönüllü olarak yardım ettiğinin de bu vesile ile altı çizilmelidir.[28]
Sözün “sağlık hakkı”na geldiği bu noktada yazımızda bir parantez açarak son on yıldır Türkiye’de uygulamaya konulan Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP)’na konumuz bağlamında değinmek kaçınılmazdır. Bu konuda da her şeyden önce mevcut önyargılarımızı kırmak zorundayız. O nedenle SDP’nın ne olduğu ve hangi değişimleri/dönüşümleri var ettiğini eşit yurttaşlık ve kamusal sağlık hakkı perspektifinden incelikle analiz etmek gereklidir. Bu bağlamda örneğin söz konusu program çerçevesinde ilaç fiyatlarının ucuzlatılmasının, “tam gün” uygulaması ile muayenehane çilesinin ortadan kalkmış olmasının, enformel ödemelerin formelleşmesinin, yeşil kartın kapsamının genişlemesinin, sağlık hizmetine erişimde bürokratik engellerin ortadan kalkmasının, hastaların daha kolay sağlık hizmetlerine ulaşmasının, sağlık birimlerinin modernizasyonunun, gelişen hasta hakları bilincinin ve istihdam statüsüne göre örgütlenmiş ve üyelerine farklı hizmet paketleri olan sosyal güvence sistemlerinin Genel Sağlık Sigortası adı altında tek çatıda toplanmasının sağlık hakkı ve eşit yurttaşlık açısından olumlu gelişmeler olduğu fark edip savunmalıyız. Ancak yine SDP çerçevesinde uygulamaya konulan sosyal güvenlik hakkının vergi dışında ayrıca prim ödemesi zemininde şekillenmesine, bugünlerde sıklıkla gündeme gelen ek prim ödemeleri ile “destekleyici” ya da “tamamlayıcı” paket politikalarına, performans sisteminin gereği olarak sağlık çalışanlarının bir tür puan toplayan “Mario”ya döndürülmesine, üniversitelerin gerek insan gerekse teknik açıdan desteklenmemesine, sağlık çalışanlarının iş güvencelerinin yok edilmesine, sağlık alanında her geçen gün artan şiddet eylemlerine ve sağlık birimlerinin CEO’lar aracılığıyla ticarethanelere dönüştürülmesine karşı çıkmak zorundayız. Önümüzdeki dönemde “sağlık hakkı”nın yok olmaması için, bugün reforme edilmeye çalışılan sistemin aslında hiçbir zaman kamusal hizmet modeli olmadığını görerek, düne mahkûm olmadan, istihdam temelli eşitsizlikten gelir temelli eşitsizliğe geçtiğimizi görmeli ve bu yeni eşitsizlik halinin de kamusal sağlık hakkının ihlali olduğunu fark etmeliyiz.
Öte yandan bugüne kadar gerek LGBTT bireylerin konuya uzak kalması gerekse de Türkiye’de kamusal sağlık hakkı savunucularının farklılıklara çok da dikkat etmeyen politikaları nedeniyle sağlık hakkı mücadelesinin Türkiye’de “renksiz” ve “kimliksiz” olarak ağırlıkla sürdürülmüş olması hepimizin özeleştiri vermesi gereken bir noktadır. Dahası dilin “varlığın evi” olduğunu bilmemize rağmen sağlık hakkı kapsamında anadilde sağlık savunusu bile bu ülkede layıkıyla geliştirilememiştir. Oysa “renksiz” ve “kimliksiz” sürdürülen sağlık hizmetleri kapsamında ne kadar büyük sorunların yaşandığı her birimizin deneyimi ile sabittir. Hani “sorunlar” derken, sağlık çalışanlarının bugün dahi pek çoğunun örneğin eşcinselliği hastalık zannetmesini ya da askerlik muayenesinde onlarca doktorun önünde bir gey’e, “gel lan ibne, bize nasıl domaldığını anlat” denmesinin[29] zifiri karanlığının ötesini kastediyoruz. Sözün geldiği bu noktada kendi alanımızdaki bir tanıklığın ışığında yol almanın oldukça zihin açıcı olduğunu düşünüyoruz:
Bilir misiniz ki, tüberküloz (verem) servisleri göğüs hastalıkları hastanelerinde kadın ve erkek koğuşları olarak ayrılmaktadır. Hâsılı kelam zaten daha baştan sorunlu başladık: Öyle ya üçüncü bin yılda hala karşımızda “kapatma” ve “koğuş”[30] mantığı hükmünü sürdürmekte. Neyse devam edelim: Bu koğuşlarda/servislerde hastalar uzun süre yatarlar ve dahası tüberküloz (verem) tedavisinde kullanılan bir ilacın da duygu durum üzerine olumlu bir etkisi vardır. İşte uzun süre yatış, ilacın bu etkisi ve hastalığın biraz iyileşmesi ile birlikte hastalarda bir süre sonra duygu durum güçlenir. Eh zaten kaldığı koğuşta da hep aynı cins hasta ile temas etmek ve karşı cinse “hasret” kalmış olmak bu heteroseksüel düzende karşı cinse yönelik cinsel faaliyetlerde artışa zemin hazırlar. Bu zeminde erkek egemen düzenin bir yansıması olarak önce sıklıkla kadın koğuşları ile flört başlar, ilişkiler gelişir ve gider. Dikkat ederseniz burada kastettiğimiz “ilişki”, karşı cinsle kurulan duygusal ve/veya bedensel temastır. Ama bu durum dahi hekimler ve tıp paradigması tarafından hoş karşılanmaz. Hekimler, hastane idarecileri, hemşireler bir süre sonra hastanenin orta yerinde yaşanan bu kötülüğü her yerde konuşmaya başlarlar. Ve “öteki” koğuşla sıkı fıkı ilişkiler kuran bu hastalar, hekimlerin ve tıbbın kabaran ahlâk bekçisi damarı nedeniyle cezalandırılıp hemen “taburcu” edilirler.[31] Çünkü tıp, cinsel uyaranlardan azade kastre bir servis ortamı ister. Şimdi düşünelim: Karşı cinsle kurulan ilişkilerde tutum böyleyken bir de hastane ortamında gelişebilecek eşcinsel ilişkilere verilecek tepkiyi tahayyül edebiliyor musunuz?
Ama dahası var: Diyelim ki bir trans kişi hasta hem de tüberküloz (verem) hastası olsun.. başına neler gelir bilir misiniz? Herhalde çifte kavrulmuş ayrımcılık bu olsa gerek. Çünkü zaten tüberküloz (verem) kendi başına sitigmatizasyonu kuvvetli bir hastalıktır. Hele bir de trans bir varoluş tüberküloz olmuşsa bu etiketleme birkaç kat artar. Ama bunun kadar ciddi başka bir sorun daha vardır: Bu trans tüberkülozlu hastayı kim hastaneye yatıracaktır? Çünkü ne yazık ki çok az hekim hastasını sinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinden azade değerlendirebilir. Ama hadi böylesi bir hekim bulundu diyelim -ki zordur- bir trans tüberkülozlu hasta biçimsel özelliklere göre erkek/kadın ikiliğinde tanımlanmış koğuşlardan hangisine yatırılacaktır? Ve dahası kişinin koğuş seçimine göre koğuşa yatışı gerçekleşse de -ki zordur- hastanın yattığı koğuşta kişinin ayrımcılığa tabi tutulmaması nasıl sağlanacaktır? [32]
Sözün özü tıp alanında bireylerin -en öteki grup olarak LGBTT’lerin- maruz kaldığı ayrımcılık uygulamalarına, özel hayatın gizliliğine, hastaların mahremiyetlerinin korunmasına, cinsel sağlık hizmetlerinin hâlâ üreme sağlığı üst başlığı altında sunulmasına karşı çıkan ve hasta hakkı uygulamasının bir yansıması olarak ayrımcılığa maruz kalan (LGBTT) bireylerin sağlık hizmeti alırken karşılaştıkları sorunların çözümü için başvurabilecekleri zeminlerin tanımlanmasını ve (LGBTT) bireylere yönelik özelleştirilmiş hizmetlerin geliştirilmesini (örneğin interseks bireyler gibi trans varoluşların da kanıtlama ihtiyacı duymadan cinsiyet değiştirme hakkına ücretsiz kamusal güvence altında ulaşması, vb) sağlamak zorundayız. Öte yandan eşcinsel hareket de artık “ben” ve “öteki” temelli liberal insan hakları söyleminin ötesine geçip sosyal politika konusunu farklılık temelinde yeniden inşa edebilmeyi başarabilmelidir.
Bu geniş parantez içerisinde son olarak ifade etmek gerekir ki; Türkiye’de halen uygulamada olan sosyal politikaların “aile” temelli olması LGBTT bireyler açısından oldukça sorunlu bir durumdur. Benzer biçimde prime dayalı sosyal güvenlik yaklaşımı LGBTT bireyleri, eşcinsellerin sıklıkla karşılaştığı işsizlik, işten atılma ya da seks işçiliğinin getirdiği kayıt dışı çalışma zorunluluğu nedeniyle sosyal güvence açısından da dezavantajlı konuma sokmaktadır. O nedenle ailenin korunmasına indirgenen ve bireyleri ve özel bir grup olarak yaşlıları ancak aile kurumunun bir parçası olarak dikkate alan ve dahası bireylerin farklılıklarına kör olan bir sosyal politikanın aslında toplumsal eşitsizlikleri azaltmayıp yeniden üreteceğini bilmek ve bu gerçeği kamuoyunun dikkatine sunarak farklılıklara dayalı bir kamusal sosyal politika savunusu yapmak gereklidir.
Kanaatimizce böylesi bir sosyal politika savunusunun temeli aile ve birey arasındaki gerilimli ilişkiyi beden ve tıp bağlamında irdelemekten geçmelidir. Öte yandan bugün itibariyle bu irdeleme ve sorgulama çok daha hayatidir. Çünkü hiç kuşku yok ki, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının etkisiyle Türkiye, kültürel anlamda neomuhafazakârlık rüzgârının etkisi altındadır. Bu bağlamda pek çok zaman evrensel insan hakları ile bağdaşmayacak tarzda sığ, otoriter, erkek egemen ve muhafazakâr bir söylem hayatımızı işgal etmektedir. Böylesi eril ve muhafazakâr bir zihniyete özgürlük şiarıyla karşı durmak elbette çok değerlidir. Ancak kanaatimizce böylesi bir zihniyete örneğin “Benim Bedenim Benim Kararım” mottosuyla direnmek mümkün değildir.[33] Evet, çok açık ki, bu söylem, otoriter bir siyaset karşısında iyi niyetli ve gerekli bir adımdır ancak kanaatimizce yeterli değildir. Çünkü Foucault’nun dediği gibi “Taktik açıdan ‘Ben eşcinselim’ diyebilmek önemlidir ama uzun vadede daha kapsamlı bir strateji bağlamında cinsel kimlik üzerine soruların artık sorulmaması gereklidir”.[34] O nedenle “beden/kimlik” meselesinde de sorun; kararın kimin tarafından verildiğinden çok, çoklu beden, geçişken, değişken kimlik ve hazlarla birbirimize bağlı olduğumuz bu toplumsallıkta bedenlerle ilgili özdeşleşme emirlerine “biz” olarak akışkan bir zeminde karşı çıkılmasıdır. Dahası yaşamın nasıl bir yaşam olacağı, hangi koşullarda yaşanması gerektiği, hangi hedeflerin gerçekleşmesinin gerekliği ve hangi işlevlerin yerine getirilmesinin gerektiği sorularının insanın büyük ahlaki anlaşmasının ve dolayısıyla kapitalizmin ötesinde yeniden tariflenmesi gereklidir. Ve dahası böylesi bir direnişi sergileyemediğimiz müddetçe, ne kadar iyi niyetli olursak olalım bireysel düzlemde “Bedenin Anatomopolitikası”na, toplumsal düzlemde de “Nüfusun Biyopolitikası”na teslim olacağımızın fark edilmesi gereklidir.
BİYOPOLİTİKA
Tarih boyunca genelinde bilgi özelinde tıp bilgisi değişen dünyada daima biyopolitikanın sürdürücüsü oldu. Bu noktada uygarlık tarihinde idamların kaldırılmasının, işkencenin yasaklanmasının, yaşamın kutsanıp ölümün lanetlenmesinin değişen biyopolitik yaklaşımla yakından ilişkisi vardır. Benzer biçimde ataerkinin var ettiği namus söyleminin feodal düzlemde aşiretlerin korumasından kopartılıp, içselleştirilmiş biçimde her bir insanın kendisine bir tür “otokontrol” olarak yeniden yüklenmesi de bu değişimin başka bir yönüdür.[35] Bu noktada özellikle “uzmanlık” alanları tarafından yaratılan söylem ve normların etkisi çok kritiktir. Bu bağlamda hiç kuşku yoktur ki, uygarlık tarihinde göstere göstere ceza çektirmek, idam etmek, eziyet etmek devri ağırlıkla kapanmıştır. Ama yine görmek zorundayız ki, insanlık bu kez özellikle tıbbi söylem ve pratiklerin etkisiyle “dışarı”da sağlıklı yaşamak için gözetime, kontrole, periyodik muayene-incelemelere, reçetelere ve yaşam önerilerine boğulmuştur. Bir anlamıyla doktorlar bir tür yaşam koçu olarak “sağlıklı yaşamın gardiyanı”na dönüşürken, toplum da “dışarı”da “dışarı”ya kapatılmıştır. Bu sayede insan türünün biyolojik özellikleri özellikle tıbbi bilgi aracılığıyla bir kez daha iktidarın nesnesi haline dönüşmüş ve hatta son yıllarda alışveriş merkezlerinde ücret ödenerek sergilenir hale gelmiştir.[36]
Bu noktada tıbbın, tarihsel misyonuna da uygun davranarak iktidarın herkesi izleyen ve kayıt altına alan “büyük gözü” haline evrildiğini rahatlıkla iddia edilebiliriz. Ancak bu yeni “big brother”ın eskisinden farkı yalnızca engelleyici ve dışsal olmamasıdır. Aksine medikal paradigmanın ürettiği sağlıklı yaşam bilgisi temelinde şekillenen uygarlık, bireylerin ve toplumların sağlığı için, her bir kişinin gönüllü olarak onayladığı ve içselleştirdiği biçimde onların nasıl sağlıklı kalabileceklerini denetlemekte ve hastalıklarını -ve elbette kendilerini- yine onların rızasını almış biçimde kontrol etmektedir. Bu bağlamda uygarlığı, tıbbın gündelik hayata tümüyle egemen olması sayesinde, sağlıklı yaşam hezeyanı altında yaşayan kölelerin köleleştiklerinin bile farkına varamadıkları bir uygarlık olarak tanımlayabiliriz. Öte yandan bu durum uygarlık açısından çok kritik bir değişimdir. Çünkü “köleler” eğer köle olduklarının farkında değilseler, yani başka bir ifadeyle gönüllü olarak bile isteye köleleşmişseler isyan etme ihtimalleri hemen hiç yoktur.[37] Hal böyle olunca da insanlar, bütün varlıklarıyla bir mikro iktidar alanı olarak tıbba ve tıbbın hayatın her bir noktasını medikal bir sorun haline getiren paradigmasına kendilerini teslim etmekte ve “uzman”lardan gelen her öneriyi harfiyen yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Elbette uzmanlar da kendilerini “hikmet” sahibi yapan düzenin yanında saf tutmakta ve günümüzde olduğu gibi neo-liberal uygarlığın ve bu uygarlığın ideolojik aygıtı olan neomuhafazakârlık değerleri üzerinden söz söylemektedirler.[38]
Denilebilir ki, tıbbi bilginin her geçen gün çığ gibi arttığı, hayatın içerisinde sağlığı bozacak bu kadar riskin olduğu bir dünyada var olan riskler konusunda insanları aydınlatmak ve aktarılan bilgiler çerçevesinde insanların kararlarını özgürce verebilmelerini sağlamaya çalışmak neden kötü sayılmaktadır?
Elbette bu sorunun a priori doğru kabul ettiği “gerçek” neo-liberal paradigmanın risk söylemidir. Ancak ne ilginçtir ki; bu risk söylemi, tek amacın para kazanmak olduğu bu uygarlıkta riskin nasıl oluştuğunu sorgulamamaktadır. Bu bağlamda örneğin Dilovası’nda ölümleri yaratan o fabrikaların neden kurulduğu, ya da neden nükleer santrallere sahip olmamız gerektiği ya da yaşamın kaynağı olan doğanın neden hidroelektrik santrallerle talan edildiği ya da neden işsizliğin ve örgütsüzlüğün arttığı ve buna mukabil ücretlerin azaldığı bu risk söylemi çerçevesinde gündeme gelmemektedir. Dahası bu risk söylemi, yaşamın yatlar, katlar, çekler, arabalar, sosyal statüler temelinde modernist ödül kutsayıcılığında yaşanabilmesi ve bu bağlamda aslında yaşamanın ertesi günlere ertelenerek insanların hep çalışılabilmesi için ölüm düşüncesini hayattan kovmayı amaçlamaktadır. Öyle ya eğer insanlar eninde sonunda kısa bir zaman dilimi sonrasında yok olacaklarını gündelik hayatlarında hep hatırlarlarsa bu uygarlığın sefil “ödül”leri için ölesiye çalışmamaya, birbirlerinin kurdu olmamaya ve birbirlerini yok etmemeye kalkışabilirler. Ama neo-liberal uygarlık için bu değişim çok tehlikeli bir durumdur. O nedenle uygarlık, kendi gardiyanlarına hayattaki riskleri durmaksızın insana anlatması ve insanın güvensiz bu dünyada gardiyanına hep muhtaç olduğunu fark etmesi için uygun zeminler yaratmakta ve gardiyanlarını ödüllerle motive etmektedir. Bu çerçevede “modern gardiyanlar” aracılığıyla riskten kaçınmanın üç yolu öne çıkmaktadır: “Ahlaklı Olmak”, “Sağlığı(nızı) Korumak”, “Daha Çok Çalışmaya Gayret Etmek”!
Ne yazık ki, tıp da meşruiyetini iktidar kavramından üreten bir yapı olarak bu zemin ve ödül ikliminde, uygarlık eleştirisine girişmeden iktidarın “kirli eli” olarak bu göreve canı gönülden talip olmaktadır. O nedenle hekimler, bıkmadan usanmadan uygarlığın nimetlerinin neden bu kadar yaygınlaştığını ve fazlalaştığını sorgulamadan o nimetin neden olduğu riskleri insana anlatmak, tıpkı devlet gibi kötüleri ya da kötü alışkanlıkları olanları sağlık hizmetinden / hayattan mahrum etmek, kendilerinin sözlerini yerine getirenlerin ise ölmeyip çok daha uzun yaşayacaklarını aksine davrananların ise kimi zaman doktorların kurduğu ölüm düzenekleriyle kendilerini öldüreceklerini onlara müjdelemekle meşguldürler. Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti’nin “Uludere”de yaptığı “Kürt Kürtajı”[39] ya da bir zamanlar Adana Valisi’nin taş atan çocuklarının ailelerinin yeşil kartlarının iptal edilmesini istemesi[40] ile, hekimlerin sigara içenleri ameliyat etmemesi[41] ya da dönemin Sağlık Bakanlığı Kanser Dairesi Başkanı’nın -ki kendisi şu an Hacettepe Üniversitesi Rektörü’dür- ifadesiyle “Verdiğim vergilerden bile bile sigara içip kanser olan kişilere verilen ilaçları kendi adıma haram ediyorum”[42] yaklaşımı arasında fark olmadığını belirtmek zorundayız. Çünkü her iki durumda da devlet aygıtı ya bizzat ya da kendisinin ideolojik aygıtı olan tıp aracılığıyla kendisinin gösterdiği “sınırı aşanların” diğerleri gibi yaşamaya hakkı olmadığını vurgulamaktadır.
Sözün özü; neo-liberal modernist uygarlıkta iktidar, insanı hem var eder ama hem de onu bastırır, köleleştirir ve bir makinenin küçük bir dişlisine çevirir. Dahası bu neo-liberal modernist uygarlıkta iktidar her bir yerdedir. Ancak bu her yerde olma hali her yere muktedir olduğu için değil, her yerde aynı biçimde yeniden üretildiği için böyledir. Ve o nedenle kırılgandır. Çünkü eğer bir yerlerde -derste, sırada, okulda, hastanede, pastanede, postanede, kerhanede, sanayide, madende, gökdelende- eğer uygarlık aynı biçimde yeniden üretilemezse uygarlık o alanda çöker.
Öte yandan unutulmamalıdır ki; bu uygarlık, var olabilmesi için “sapma”lara ihtiyaç duysa da aslında “sapma”ları sevmemektedir. Çünkü modernist paradigma, “ama”sız ve “sapma”sız evrensel mutlak bir “doğru”nun bulunduğu “inancı” üzerine kuruludur. İşte o nedenle modernite, bu inancı şüpheye düşürecek her “sapma”dan ölesiye nefret eder. Aksine düzgün ve pürüzsüz yollardan haz duyar. Yolların dolanmasından, yollardaki çukur ve engellerden ya da yoldaki çer-çöpten korkuya kapılır. Ve duyulan bu korku uygarlığı var eder: Otoyollar çukur ve engellerden arındırılır, yolların çevresindeki ya da kentlerin merkezindeki çer-çöp temizlenir ve pürüzsüz bir asfaltta ya da kentsel dönüşüm sonrası saflaştırılmış bir mekânda her geçen gün hızlanan otomobiller ve insanlarla modernist inanç yeniden üretilir. Ama ne iyi ki bu iktidar kırılgandır. Söz gelimi olmadık bir yerde çıkan bir kıl her şeye muktedir olma illüzyonunu yerle bir eder. Çünkü modern uygarlıkta sosyalleşmeyi en çok sağlayan yapılardan birisi olan yüzün orasında burasında biteviye çıkmaya yemin etmiş o kıllar, sadece varlıklarıyla aslında hakikatin ve gerçeğin pürüzsüz olamayacağını ve dahası hakikatin ve gerçeğin aslında bir kurgu olduğunu kanıtlar -tıpkı bedenimizin başka yerlerinde çıkan kıllar gibi. O nedenle de modernite kılları ve “sapma”ları ötekileştirir. Onları insanın hayvaniliğini yani evrimsel açıdan geriliği gösteren “a(r)tık”lar olarak etiketler ve tıp aracılığıyla sağlık-temizlik kültürünü var ederek “sapma”ları gözünün önünden kaldırır.[43]
Hâsılı kelam insanın uygarlığına bir açıdan imkânsızlığın bir politikası olarak düzgün ve pürüzsüz olmaya çalışmanın uygarlığıdır diyebiliriz. Hal böyleyse bu yapıyı değiştirmenin yolu “kılın”, “pisliğin”, “bokun” bu uygarlık dahilinde yüzaklarımız olduğunun farkına vararak, farklı yolların birbirleriyle temaslar kurduğu, birbirleriyle köprüleştiği, zaman içerisinde yolların değiştiği, dönüştüğü ve birbiri içine aktığı ve elbette birbiri içerisine girdiği bir dünyayı tahayyül etmekten geçtiğini iddia etmek pekâlâ mümkündür. Çünkü meselemiz, temelinde sadece “öteki”nin, “ben”le eşit ve eşdeğer olması ve bir anlamda herkesin “ben”de kaybolması değildir. Aksine meselemiz, radikal farklılığa açık ve herkesi kapsayan ve “öteki” üretmeyen bir toplumsal yapıyı inşa edebilmektir. O nedenle böylesi bir zemini neo-liberal düzlemin içinde kurabilmemizin olanaklı olmadığını görmek zorundayız. Kanaatimizce yürümemiz gereken yol, mevcut zemini aşmak ve herhangi bir “norm”un ötesinde yeni bir zemini var etmek olmalıdır. Ve elbette böylesi bir varoluşu var edebilmek için insanı makineleştiren ve onu “homo economicus”a çeviren bu uygarlığı, onu en çok ürettiğimiz alanlardan birisi olan tıpta da nasıl çökerteceğimizi düşünmek bugün insan kalmanın zorunlu koşuludur.
Hiç kuşku yok ki, her yerin “içeri” olduğu ve herkesin bir yerlere kapatıldığı bu uygarlıkta temiz, saf, pak ve pür bir “dışarı”sı yoktur. Dahası ifade ettiğimiz gibi bu dünyada her şey aslında bir kurgudur. Konu bağlamında ifade edecek olursak, bırakınız toplumsal cinsiyetlerimizi ve cinsiyet rollerimizi, arzu ve hazlarımız da aslında bir kurgudur. Gerçekten de hayatın belki de tek hakikati budur. Ama eğer böyleyse, en azından gardiyanlıklarının farkına varmış hekimler olarak, bu kurgudaki yerimizi, alan içi ve dışı örgütlerin kolaylaştırıcılığıyla, hem de “içeri”de olduğumuzu bilerek, “içeri”nin “dışarı”sını yaratmaya çalışırsak ve bunun için de en azından var olan iktidar ilişkilerinin nasıl rasyonelleştirildiklerini görüp bu akılcılaştırma mekanizmalarına saldırırsak, hekimlerin ve hekimliğin elinin “kirli” olduğunu fark edip “doğru”larımızı yeniden test edersek ve bu bağlamda ticaretten, puandan, düşene kadar çalışmadan, ölçülülükten, verimlilikten, rasyonaliteden, ahlâkçılıktan ve de hayatı yaşamaya değil de tüketmeye evrilmiş narsistik ve beyinsiz bir hedonizmden de uzakta bir (mesleki) varoluşu var edebilirsek, başka türlü bir hayatın da hem de bugün mümkün olduğunu önce kendimize, sonra dostumuza ve bu düzenin baronlarına kanıtlayabiliriz. Ve emin olalım ki, bunu becerebildiğimiz her an ve her gün, bu neo-liberal uygarlığı yeniden ürettiğimiz gibi, yeniden üreterek iğdiş de ediyoruz demektir.
Hiç kuşku yok ki, umutlu olmak için pek çok nedenimiz var: Çünkü öncelikle farklılığın ve çeşitliliğin ne kadar güzel olduğunun tadını aldık. Dahası bu süreçte her normun, normalliğin, kimliğin ve tanımın özcü bir durum olmayıp aslında bir kurgu olduğunu öğrendik. Dahası her kurgunun ezelden ebede böyle gitmeyeceğini, aksine akışkan, muğlâk ve her an değişken olduğunu ve istemese dahi yeri geldiğinde “öteki” üzerinde nasıl bir iktidar aracı olabileceğini fiilen yaşadık ve anladık. Bu anlamda hepimiz şu andan sonra saftan, yoldan, düzenden, hizadan, sıradan çıkmış durumdayız.[44] Ve belki de en önemlisi bu “çıkış” halimizin, her birimiz aynı olduğu için değil, tam aksine birbirimizden farklı olduğumuz için yaşandığını gördük. Hal böyleyse artık kimse ve hiçbir farklılık dışarıda kalmamış ve tüm “sapkınlar” hayata dahil olmuştur artık. Çünkü düşünsel tahayyülümüzde artık norm kalmamıştır. O halde şu andan sonra hiyerarşik bir öncelemeye tutulmaksızın, hepimiz, tüm farklılığımızla her bir normun karşısındayızdır. Bu noktada devletin, ailenin, “baba”nın, tıbbın ve düzenin bil cümle mensubunun bizi onaylamasını talep etmek şöyle dursun, aksine böylesi bir onayı kendi varoluşumuzun yok edilmesi olarak görmekteyiz. O nedenle devletin, gerek zor gerekse tıp gibi ideolojik aygıtlarıyla sadece yatak odalarımızdan değil, hayatımızın her bir noktasından sürgün edileceği bir hayatı imgelemekteyizdir. Ve kazanmak ve başarmak üzerine kurulu bu uygarlığın bağrında, ancak kan bağına bağlı olmayan, seçime dayalı iradi arkadaşlık ve dostluklarımızla, dayanışma, işbirliği ve suç ortaklığıyla[45] eşit ve özgür bir hayatı var edeceğimizi biliyoruzdur artık.
Tarih, neo-liberal dünyanın piyasa karşısında insanları eşitleyen, her şeyi o insafsız ticaret özgürlüğüne mahkûm eden, ve insan ile insan arasında, soğuk çıkar ve peşin ödemeden başka bir bağ bırakmayan yapının gerçek eşitlik olmadığını gösterdi.[46] O nedenle gerçek anlamda özgürlüğe, neo-liberal paradigmaya göre yol alan ve içerisinde birbirimizi yediğimiz bu “arabanın” yoldan çıkarılması ile ulaşacağını görmeliyiz. Hal böyleyse bugünden sonra dünden daha güçlü biçimde, sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri aşabilmek için liberal hak taleplerine kaymadan/sınırlanmadan[47] ve kim olup olmadığımıza bakmadan, hem kimliklerimize sahip çıkıp hem de onları sabitlemeyip her daim onların içini boşaltarak, her daim o kimliklerin ayağını kaydırarak, ailenin ve devletin sınırlarının ötesinde, radikal farklılığa açık bir sosyal politika ufkuyla, hastalıktan yoksulluğa, eğitimden açlıktan göçe/sürgüne, şiddetten sosyal güvenceye, istihdamdan tembellik hakkına kadar her alanda farklılıkları kapsayan sosyal politikalarla daha fazla sarıp sarmalamamız gerekmektedir.
[1] Oksaçan HE. Eşcinselliğin Toplumsal Tarihi. Tekin Yayınevi, 1. Basım, 2012, Sayfa: 301.
[2] Oksaçan HE, A.g.e, Sayfa: 335.
[3] Oksaçan HE, A.g.e, Sayfa: 367
[4] Oksaçan HE, A.g.e, Sayfa: 369.
[5] Oksaçan HE, A.g.e, Sayfa: 368 (Nicolosi J (Çev. Ebru Morgül). Erkek Homoseksüeller İçin Onarım Terapisi. Kaknüs Yayınları, 2008).
[6] Oksaçan HE, A.g.e, Sayfa: 371 (Ridley M (Çev. Erhun Yücesoy). Kızıl Kraliçe, Cinsellik ve İnsan Doğasının Evrimi. Yapı Kredi Yayınları, 2010).
[7] Oksaçan HE, A.g.e, Sayfa: 371 (Morris D (Çev. Nurettin Elhüseyni). Çıplak Adam, Erkek Vücudu Üzerine Bir İnceleme. NTV Yayınları, 2009).
[8] Foucault M. Deliliğin Tarihi. İmge Kitabevi, 4. Baskı, 2006, Sayfa: 127.
[9] Cumhurbaşkanı Gül gözetim altında, haberinvakti, 24 Ağustos 2012, http://www.haberinvakti.com/guncel/cumhurbaskani-gul-gozetim-altinda-h25078.html (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[10] Ellerinizi nasıl yıkıyorsunuz? (Prof. Dr. Kadir Demir), http://video.internetara.com/?id=348094 (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[11] Mehmet Öz’den doğru nefes alma teknikleri, Kanal D Sağlık Doktorum, 1 Temmuz 2011, http://saglik.kanald.com.tr/genel-saglik-bilgisi/egzersiz-ve-yoga/mehmet-ozden-dogru-nefes-alma-teknikleri (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[12] Mehmet Öz: Yılda 100 kez seks gençleştirir, NTVMSNBC, 3 Aralık 2007, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/427666.asp (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[13] Mehmet Öz’den uykusuzluk sorunu yaşayanlara öneriler, ankaraport, http://www.ankaraport.net/haberler/36733/sevismek-uyku-sorunu-olanlara-cok-iyi-geliyor-.html (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[14] Mehmet Öz: Genç Kalmanın Sırları, Kadın ve Güzellik, http://www.kadinveguzellik.com/uzman_detay.asp?id_uzman=20&uzman_id=5 (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[15] Hastanesiz hayatın formülü Sporium’da, Antalya Gündem, 20 Aralık 2010, http://gundemantalya.com/haber/Hastanesiz-hayatin-formulu-Sporium-da/371212 (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[16] Ramazan’da beslenmeye dikkat, Çorum Özel Hastanesi, http://www.corumozelhastanesi.com/images/basin/18898262_01.jpeg (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[17] Aile Bakanlığı’ndan gerdek gecesi tarifi, Haberarz, 12 Ekim 2012, http://www.haberarz.com/guncel/aile-bakanligindan-gerdek-gecesi-tarifi-h16840.html (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[18] Yargıtay’dan şaşırtan yeni ‘seks’ kriterleri, Posta Gazetesi, 10 Haziran 2012, http://www.posta.com.tr/turkiye/HaberDetay/Yargitay_dan_sasirtan_yeni__seks__kriterleri.htm?ArticleID=124703 (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[19] Delenay C. Tohum ve Toprak. İletişim Yayınları, 4. Baskı, 2012.
[20] Öğüt H. Dişli Vajina Babafingo’ya Karşı… http://www.fotografya.gen.tr/cnd/index.php?id=358,0,0,1,0,0 (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[21] Somay B. “Bozuk” Aile. (İçinde: Çakırlar C & Delice S. Cinsellik Muamması). Metis Yayınları, Birinci Basım, 2012, Sayfa: 110-127.
[22] Elbek O. Himen Vesayeti, Biamag, 8 Ağustos 2009, http://bianet.org/biamag/saglik/116362-himen-vesayeti (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[23] Holmes M. İnterseks: Tehlikeli Bir Farklılık. Cogito, 2011; 65-66: 99-122.
[24] Foucault M. Herculine Barbin’e “Giriş”. Cogito, 2011; 65-66: 132-138.
[25] “İnterseksler, rüyalar, enjektörler”. Jinekolojik Şiddet, http://jinekolojiksiddet.wordpress.com/ (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[26] Erdoğan: En az üç çocuk doğurun, Hürriyet Gazetesi, 7 Mart 2008, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/8401981.asp (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[27] Bülbül H. Top Tüfek Var Trans Yok. KaosGL, 2011; 117: 40-41.
[28] KaosGL. LGBTT Hakları İnsan Haklarıdır. Ayrıntı Basımevi, 1. Baskı, 2011, Sayfa: 54.
[29] Söz konusu durum bir hekimin tanık olduğu deneyimdir.
[30] Bu noktada tıp pratiğinde çok sık kullanılan “koğuş” kelimesinin tıpla militarizm arasındaki yakın ilişkiyi kanıtladığını vurgulamak hayatidir.
[31] Bu noktada tıp pratiğinde çok sık kullanılan “taburcu” kelimesinin tıpla militarizm arasındaki yakın ilişkiyi kanıtladığını vurgulamak hayatidir.
[32] Söz konusu deneyim ve yorumlar, Türkiye’de tüberküloz servislerinde onlarca yıldır çalışan bir hekimin paylaşımıdır.
[33] “Kürtaj Hakkı” Kampanyası Başladı, Bianet, 31 Mayıs 2012, http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/138763-kurtaj-hakki-kampanyasi-basladi (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[34] -Aktaran- Revel J. Kimlik, Doğa, Yaşam Üç Biyopolitika Yapıbozumu. Cogito, 2012; 70-71: 12.
[35] Yıldız Tahincioğlu AN. Namusun Halleri. Postiga Yayınları, 1. Baskı, 2011.
[36] Body Worlds, Orijinal Vücut Dünyası Sergisi, Kentpark AVM, http://www.biletix.com/etkinlik/NZV04/ANKARA/tr (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[37] Bu noktada Michel Foucault’nun “Eğer güç yalnızca engelleyici olsaydı, eğer hayır demekten başka bir şey yapmamış olsaydı, ona boyun eğecek birinin bulunabileceğine inanıyor musunuz?” saptamasını hatırlamak gereklidir. (-Aktaran-; Güzey C. Güç/İktidar Felsefesi. Felsefelogos. Güç-İktidar Felsefesi. 2001; 16: 10.)
[38] Bu neomuhafazakâr söylem konusunda AIDS bağlamında tek eşli yaşamı ve zina yapmamayı vurgulayan iki “bilimsel” açıklama örnek olarak sunulabilir: http://www.cised.org.tr/basin/248/aids-sadece-escinsellerin-hastaligi-degil (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012) ve http://www.seffafgazete.com/haberler/manset/9726/guneydogu-aids-yuvasi-mi-oldu-?puan=1 (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012). Öte yandan ikinci açıklamada yer alan “Güneydoğu” etiketlemesi de çok dikkat çekicidir.
[39] Gırgır, 30 Mayıs – 6 Haziran 2012, http://www.haberdesin.com/haber/komedi/kurtaj-mi-kurt-acilimi-mi (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[40] “Taş atana yeşil kart yok”. Milliyet Gazetesi, 30 Ekim 2008, http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=guncel&KategoriID=&ArticleID=1009523&Date=30.10.2008&b=Tas%20atana%20yesil%20kart%20yok (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[41] “Dr. Mehmet Öz: Röportaj”. Elle. http://www.elle.com.tr/dr_mehmet_oz_HaberDetay/366.aspx?2.Page (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[42] “Devlet sigara içen kanserlilerin tedavi masrafını karşılamamalı”. Uluslararası Asya Pasifik Kanseri Önleme Organizasyonu ve Sağlık Bakanlığı Kanser Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer’le Söyleşi. Medimagazin, 18 Nisan 2010, http://www.medimagazin.com.tr/medilife/genel/tr-devlet-sigara-icen-kanserlilerin-tedavi-masrafini-karsilamamali-10-81-25790.html (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[43] Elbek O. Kıl, Bok, Pislik. Bianet, 8 Kasım 2012, http://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/141919-kil-bok-pislik (Erişim Tarihi: 27 Aralık 2012).
[44] Erdem T. Hizadan Çıkmaya, Yoldan Sapmaya ve Çıkıntı Olmaya Dair: Kimlik Değil, Cinsellik! Tektip Cinsellik Değil, Cinsel Çeşitlilik. (İçinde: Çakırlar C & Delice S. Cinsellik Muamması). Metis Yayınları, Birinci Basım, 2012, Sayfa: 37-71.
[45] Somay B. A.g.e, Sayfa: 127.
[46] Marx K & Engels F. Komünist Manifesto. Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1976; Sayfa: 30–31.
[47] Partog E. Queer Teorisi Bağlamında Türkiye LGBTTT Mücadelesinin Siyasi Çizgisi. (İçinde: Çakırlar C & Delice S. Cinsellik Muamması). Metis Yayınları, Birinci Basım, 2012, Sayfa: 162-184.