Referandum: Hodri Meydan!

Son otuz yıldır gelişen yeni sağ (yeniliberal ve muhafazakâr) rejimin ve yönetim anlayışının en hegemonik versiyonu ile karşı karşıyayız. ANAP döneminde ‘otoriter popülizm’ olarak adlandırılan bu dalga, AKP yönetimi temelinde ‘otoriter demokrasi’ ya da ‘totaliter demokrasi’ kavramlarıyla tanımlanıyor. ANAP’tan farklı olarak; AKP, eski vesayetçi rejimin tasfiyesi amacıyla ve neoliberalizmin sınırlarına çarparak da olsa değişim yönünde daha net adımlar attı. Althusser’in deyimiyle söyleyecek olursak; eski rejimin ideolojik ve zor aygıtlarını ortadan kaldırarak, muhafazakâr toplum-otoriter devlet-serbest piyasa denklemine dayanan yeni bir toplumsal formasyona geçiş projesine hız kazandırıldı. Bilhassa geçtiğimiz 12 Haziran seçimlerinden sonra bu projenin merkezden daha pervasız adımlarla icra edildiğini görebiliriz. Bugün demokratikleşmenin aynı sınırlara çarparak gelişiminin sancısını yaşatmaya devam ediyoruz. Derinleştirilmeye çalışılan “iki ulus projesi”, karşıtlıklar üreten ve bu karşıtlıklar temelinde kendi politik stratejisini meşrulaştıran ve bu meşruluktan aldığı güçle toplumu marjinalize eden, yasaklamak yerine düzenleyerek toplumsal yaşamı yeniden üreten bir rejimdir. Bu düzenleyeci anlayış, tanımlanan yaşam biçiminin-alanların-normların dışında kalan ‘azınlıkları’, ‘çapulcuları’, ‘alkolikleri’, ‘feministleri’, ‘marjinalleri’ otoriter bir tarzda bastırmaya yönelik hamlelerle birleşik bütünleşik ilerler. Demokrasiyi sandığa indirgeyen bu düzenlemeci yönetim anlayışı kendisini Kemalizm’e karşı alternatif bir modernleşme olarak sunarken, toplumu din-mezhep, yaşam tarzı temellerinde ayrıştırmayı ve karşıt kamplara bölmeyi de ihmal etmez.

İşte tam bu noktada Gezi Parkı direnişini, son otuz yıldır yaşanan dönüşümün ve değişimin bir sonucu ve birikimi olarak görüyoruz. Çünkü AKP, neoliberal projeyi köklü bir toplumsal değişim projesine evrilttiği, taşları yerinden oynatmakla kalmayıp taşları yeniden dizdiği anda, Gezi’nin ihtarıyla karşı karşıya kalmıştır. Günlerdir Gezi Parkı’nda ve Türkiye’nin muhtelif şehirlerinde, meydanlarında görülen itiraz, Hükümet cephesini referandum fikrine kadar geriletmiştir. O nedenle, referandum fikri, Muktedir’in direnenlere bir inayeti değil; direnenlerin Muktedir’i gerilettiği nokta olarak kavranmalıdır. Bu haliyle de son derece kıymetli bir kazanımdır.

REFERANDUM BİR FIRSATTIR

Yukarıda bahsettiğimiz modernleştirici pratiklere en güçlü itirazın Kürtlerden geldiği ve bu itirazın sonucunda barış sürecine girildiği konjonktürde, Gezi Parkı'ndan başlayan ve tüm Türkiye'yi saran eylemlerin, siyasal alana toplumsal katılım ve yerinden yönetim gibi barış sürecini örecek mihenk taşları olan konularla ilişkisini netleştirerek yürümek için referandum bir fırsattır. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Türkiye’de oluşacak yeni toplumsal-siyasal hat açısından son derece önemli olan bu tartışmaları bu bağlama yerleştirecek ve bu hatta mücadeleyi derinleştirecek olan ise özgürlükçü sol muhalefettir.

Gelinen noktada iki halkanın yakalanması gerektiğine inanıyoruz. Bunlardan birincisi, çözüm sürecinin ikinci aşamasıdır. Yerinden yönetimlerin güçlendirilmesi ve buna dair anayasal değişikliklerin yapılması için yükselecek toplumsal muhalefet, Erdoğan’ın önümüzdeki günlerde oluşturacağını beklediğimiz yeni ideolojik zemine bir alternatif olma niteliğindedir. Gezi Parkı üzerindeki karar hakkının, bırakın Taksim’i, Beyoğlu’nu ya da İstanbul’u, Ankara’da olması asli sorundur. Kuruluşundan beri merkeziyetçi ve tekçi yönetim anlayışının egemen olduğu ve gitgide arkaikleştiği Türkiye’nin demokrasi bayrağı, Kürt muhalefetinin yıllardır haykırdığı yerelleşme ile taşınabilir. Bu noktada, Gezi Parkı üzerindeki yargı kararı nitel anlamda bir boş gösteren olmakla birlikte, bunda diretmek ve asıl kavgadan kaçmak aşağıda açıklayacağımız ikinci halkanın önünde bir tıkaçtır.

İkinci halka, Gezi’den başlayan ve yayılan bu tepkinin, otoriterleşmeye karşı ihtarıdır; Ahmet İnsel’in de bahsettiği gibi bu bir ‘haysiyet ayaklanmasıdır’. Bu momenti, uzun erimli bir demokratikleşme programıyla iç içe geçirmek ise siyasetin bizi zorladığı en acil ödevdir. Bizim gördüğümüz; Alevilerin, kadınların, gençlerin, şehrin merkezinden dışarı itilenlerin, proleterleşen küçük burjuvazinin biriken bir öfke patlamasıdır. Bu açıdan, bugün Türkiye toplumunun ‘içe patlama eğilimi’ ortadan kalkmış, Türkiye hiç olmadığı kadar kendisini dışa vurmuştur. Hiçbir geleneksel şablona uymayan bu pratik siyasallaşma Türkiye'nin demokratikleşme mücadelesinin önemli parçalarından biri olarak ileriye götürülmeyi ve sürdürülebilir hale getirilmeyi beklemektedir. Bu noktada, yıllardır Türkiye'nin batısında gelişen ulusalcı muhalefet ile doğusunda gelişen özgürlükçü muhalefeti unutmamak gerekir. Hangisinin AKP'ye kan taşıdığı, hangisinin ise kan kaybettirdiği ortadadır. Dolayısıyla, referandumda verilecek hayır oyu, aynı zamanda, bir özgürleşme projesine de evet demek anlamına gelmelidir.

Bugün müstakbel referandumda ne sorulursa sorulsun, “Türkiye’yi kim demokratikleştirecek” söylemi egemendir ve 'Biz ve Onlar' ayrımı keskinleşmiştir. Bu niteliğiyle de, seçimlerin bir provası ve birinci turu olma özelliği kazanmıştır. Bu nedenle referandum, sokaklarda verilen mücadelenin bir kazanımı olmanın ötesinde, yeni bir mecrada devamı niteliğindedir. Çatışmacı müzakere siyasetinin referandum temelinde yürütülmesi ve yukarıda belirtilen taleplerle ilişkilendirilmesi temelinde gelişecek bir siyasal hatta birleşilmesi, bugün en anlamlı bütünleşik mücadele biçimi görünmektedir. Referandum sokakta verilen mücadelenin bir kazanımı ve devamı niteliğindedir. Mücadele burada da bitmeyecektir. Bunun sadece bir başlangıç olduğu, kazana kazana (örneğin referandumu kendi hanemize yazılmış bir kazanım olarak işaretleyerek) ilerlemeye dayanan bir stratejinin daha anlamlı olduğu düşüncesindeyiz.

Öte yandan “Referandum yapılmasına hayır” pozisyonu, Muktedir’in eline güçlü bir koz vermeye açıktır. Biliyoruz ki, bu ayaklanmanın talepleri arasında referandum yapılması yoktu. Referandumu reddetmek ise, Erdoğan’ın halka “Demokrasiden ve halkın iradesinden kaçıyorlar” mesajını ileteceği bir kanal açma özelliği taşıyor. Bu golü yemeden ve topu taca atmadan meydanlarda gördüğümüz kimlikleri siyasal eklemlenmeye ve söyleme çevirmek, Erdoğan’a “Hodri meydan!” demeyi beraberinde getiriyor. Bu da demokratik hakları için mücadele eden kimlikler arasında bir eşdeğerlik ilişkisi kurmaktan geçiyor.

SONUÇ

Giderek gücü artan, hegemonik ve meşru AKP iktidarının yasakçı olduğu kadar düzenleyici, mikro olduğu kadar makro, baskıcı olduğu kadar rızaya dayalı olduğunu görüyoruz. Şiddeti merkezine almayan (ama ilkesel olarak da yok saymayan), esas olarak karşı-meşruiyet kurmayı hedefleyen ve toplumsal talepleri biriktirerek ilerleyen bir çatışmacı-müzakereci siyasetten yanayız. Bu yaklaşım temelinde değerlendirilen Gezi Parkı süreci, bizlere yeni siyasi tarzlar ve alanlar keşfetmemiz konusunda da yardımcı olacak görünüyor. Yeter ki öğrenmeyi önümüze koyalım; siyasi labirentlerimize hapsolmayalım.

Sosyalistler kendi iç dünyalarına çekilerek, en püriten ve hep kaybeden olarak kendilerini kodlamaya devam ederek, Gezi Parkı’nı bir ileri eşiğe çıkarmaktan imtina mı edecekler, yoksa önerdiğimiz gibi geniş halk kesimleriyle ilişkilenmek üzere referandumu bir fırsat olarak görerek uzun vadeli bir siyasetin ilk ve kazanılacak hamlesini mi atacaklardır? Referandum tartışmasını bir biçim tartışması olarak mı kavrayacaktır, yoksa önerdiğimiz gibi muhtevayı mı öne çıkaracaktır? Aslında Gezi Parkı meşruluğu, çoğulculuğu, yaşam alanlarını genişleterek ilerlemeyi, toplumsal katılımı işaret etmiştir. Referandumla ilerletilmesi mümkün görünen bu süreçte onun bu ruhu akılda tutulmalıdır.

Kazığı çaktığımız yer, yeni bir hegemonyanın inşa edileceği alandır. Dolayısıyla bizim mottumuz: ‘Hegemonik mücadeleye dönelim!’ (Laclau & Mouffe, 1985). Bu anlamda, 'Referanduma evet, Referandumda Hayır' konumundayız. Artık Batı'da da AKP'yi doğru yerden okuyan bir muhalefet kurmanın tam zamanıdır.