Türkiye’de 20. yüzyılın başında buna benzer soruların sorulduğunu ve devlet krizinden çıkış cevaplarının arandığını yakın siyasi tarihten biliyoruz. 1920’ler Osmanlı Türkiye’si, içinde bulunduğu siyasi krizden, ulus-devlet modelini seçerek çıkmıştı. 1920’lerdeki derin krizden çıkış projesi olarak tasarlanan ulus-devlet modeli 2000’lerin Türkiye’sindeki krizin en önemli nedenidir. Bugünkü siyasi krizi ‘hükümet krizi’ olarak değerlendirmek, sorunu basite indirgemek, Türkiye’yi tarihinden soyutlamak anlamına gelir. Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz, derinliği ve genişliği olan bir krizdir. Bugün AKP ile yaşanan kriz, siyasal İslam-laiklik krizi gibi görünse de sorun ulus-devlet modelinden kaynaklanmaktadır.
Doğrusu yakın dönem Türk siyasetinde yaşanan siyasi krizlere bakıldığında, büyük oranda ulus-devlet sorunsalından kaynaklandığı görülür. Benzer bir sorun 90’larda, Turgut Özal döneminde, Kürt sorunu konusunda yaşandı. O dönem tartışılan şey, tekçi Kemalist Cumhuriyetin yol açtığı, ulus-devlet modelinden kaynaklı Kürt sorunuydu (Hâlâ çözümü bekleyen bir sorun) O dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal, Cumhuriyet tarihinde ilk defa ulus-devlet modelini tartışmaya açarak, Kürt sorununun çözümü için ‘gerekirse federasyonun bile tartışılabileceğini’ söylemişti. Yine hatırlanırsa, o dönem Kemalizm ve ulus-devlet en çok tartışılan konuların başında geliyordu. ‘2. Cumhuriyet’ tartışmaları da o yıllarda tırmanışa geçmiş, Türkiye’nin gündeminde kendisine hatırı sayılır bir zemin bulmaya başlamıştı. Bu dönem Kemalist cumhuriyetin her yönüyle tartışılmaya başlandığı bir dönem olmuştu. Ama devletin çekirdeğindeki güçler bu süreci kesintiye uğrattı. Turgut Özal’ın tasfiyesi ile anti-Kemalist diyebileceğimiz bu siyasal gündem donduruldu. Kürt sorunundaki olası gelişmelerin de önü kapatıldı. Genelkurmay, Kürt sorunu gibi bir konuda inisiyatifi çok belirgin bir biçimde ele geçirmeye başladı. Ve bir dönem ertelenmiş gibi görünen Kürt sorunu buralara kadar geldi.
Bugün AKP ile yaşanan siyasi kriz, bir önceki dönem dediğimiz Turgut Özal’lı yılları anımsatıyor. Aradaki fark, AKP ile yaşanan krizin, laiklik-siyasal İslam sorununda yaşanıyor olması. Kürt sorunu konusunda AKP’nin Genelkurmay’dan farklı düşünmediği ortada. Hele bu günlerde açığa çıkan AKP tarafından Kürtlere karşı geliştirilen tedbir ve planlar bu gerçeği ayan beyan ortaya koyuyor. Genelkurmay, klasik inkârcı siyasetinde direnmekte ısrarlı görünüyor. Operasyonları tırmandırarak sorunu halledeceğini düşünmektedir. Çatışmalı ortamdan beslenen bir ‘devlet aklı’ var orta yerde.
ORDU KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNÜ İSTEMEMEKTEDİR
Türkiye’de Kürt sorunun çözümü önünde en önemli güç Ordudur. Cumhuriyetin, devletin ve milletin koruyucu gücü sıfatıyla bu sorunu terör sorunu olarak ele almaktadır. Kürt sorunu askeri bir sorun olarak görüldüğünden hiçbir hükümet siyasi gündemine alma cesaretini gösterememiştir. Bugün AKP hükümetinin % 47 ile iktidara gelmesi bile bu durumu değiştirmeye yetmemektedir. Ayrıca da AKP’nin Kürt sorunu diye bir sorunu bulunmamaktadır. Son sınır ötesi Kara Operasyonu’na ilişkin Başbakan Erdoğan konuşurken ‘Askerimizle aynı fikirdeyiz.’ diyebilmektedir. Oysa Kürt sorunu Türkiye’de Genelkurmayla aynı fikirde olmayan hükümetlerle çözülebilir ancak. Şöyle yakın tarihe bir baktığımızda Türkiye’de Kürt sorunu konusunda Genelkurmayla aynı fikirde olmayan bir Başbakan gördünüz mü? Görmedik! Ama görebilme ihtimali hala gözükmemektedir. AKP’nin de Kürt sorununa dair düşünce aşamasındaki çözüm paketi siyasi bir işlev görmekten oldukça uzaktır.Soruna hala ekonomi merkezli yaklaşmaları bu konuda yaşanacak kısır döngünün habercisi olmaktan öteye anlam taşımamaktadır.Çünkü Kürt sorununu siyasi bir sorun olarak kabul etmediğinizde sorun da olmamış oluyor. Zaten ilk iktidara geldiklerinde Başbakan Erdoğan ne demişti? ‘Kürt sorunu düşünürseniz vardır, düşünmezseniz yoktur’ ve bu zihniyete göre en iyisi kafalarda düşünmemektir.
KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNDE BİR BAŞKA ENGEL İMRALI MERKEZLİ KÜRT SİYASETİDİR
Engel tahtasının bir yanında hatta merkezinde Türk Ordusu ise diğer yanında Abdullah Öcalan merkezli siyasettir. Özellikle 1999 İmralı sürecinden sonra istikrarlı bir kürt çözümü modelinden bahsetmek mümkün değildir. Bunun nedeni Abdullah Öcalan tarafından sürekli değiştirilen modeller zinciridir. Devlet hiçbir Kürt sorunu çözüm modeline sıcak bakmazken ve gelenekçi inkarcı siyasetinde diretirken kürtlerin sürekli model değiştirmelerini anlamak oldukça güçtür. 1999’da İmralı’da Demokratik cumhuriyetle başlayan bu çözüm modelleri zincirine konfederasyon, Ekolojik toplum modeli, Bulgar modeli, bölgesel özerklik, demokratik özerklik gibi sürekli değişim gösteren bir hız söz konusu ve bu hızın hızına yetişmek oldukça geniş incelik ve manevra isteyen bir performans gerektiriyor. Türkiye siyaset ortalamasına baktığımızda bu hıza yetişmek kolay olmasa gerek.
Peki Türkiye’de ne oluyor da modeller model model değişime uğruyor? Her değişimde devlet bir adım mı atıyor. Ortada karşılıklı bir dönüşüm mü var? Bunun cevabı koskocaman bir hayırdır! Ordu her zamankinden daha sert bir tutum içinde operasyonlarına devam ediyor. Hükümetin hiçbir şey dediği yok. O halde Kürt hareketindeki bu hız neden? Kürt sorununun çözümünde hiç bir projesi olmayan Hükümet, sorunu tamamen askere havale etmiş durumdayken ve bu operasyonun dışında hiçbir projeye sıcak bakmazken Abdullah Öcalan’ın ikide bir sunduğu modeller kürt siyasetini ve bu alanda siyaset yapanları oldukça güç duruma sokmaktadır. Çünkü siyaset gibi gözüken şey sorunu siyasetsizleştirme ve muğlaklaştırmadır. Yine sayısını tespit etmenin zor olduğu ateşkes ilanları ve bozmaları da üzerinde durulması gereken ayrı bir sorundur. Bu konuda da başından beri bir hız söz konusudur. Ne zaman ateşkes ne zaman ateşe devam süreçlerini bilebilmek oldukça güçleşmiştir. Bu konudaki karmaşıklık Kürt sorununun çözümüne zarar vermektedir.Aşırı hız kürdün aklını başından almış gözüküyor. Sonuç olarak her iki halde de karmaşık bir hızda devam eden İmralı merkezli Kürt siyaseti sorunun çözümünü güç duruma sokan önemli bir etkendir.Kürtlerde tek merkezli bu istikrarsiz akılla yüzleşmelidir.
TÜRKİYE’DE SİVİL TOPLUM ORDU İLE YÜZLEŞMELİDİR
Türkiye, bu sorunlar yumağına yol açan ‘devlet aklı’ ile yüzleşmek zorundadir. Peki, bu aklı kim veriyor ona, bu aklın sınırları nerede başlıyor, nerede bitiyor? Tüm bunlar konuşulmadan, Türkiye krizler ülkesi olmaktan kurtulamaz. Türkiye’nin krizlerden kurtulması, düze çıkması ya da benim ‘Türkiye nasıl düze çıkar?’ sorumun cevabı burada saklı. Normalde ‘devlet aklı’ olmaz ama Türkiye’de her zaman en akıllı, en güvenilir akıl devlet aklı oldu. Bu akıl, Cumhuriyet kurulurken, anayasalar yapılırken verilmiş ona, şimdi hükümetler geri almaya çalışıyor ama alamıyorlar. Sorunların önemli oranda buradan kaynaklandığını düşünüyorum. Derdimi daha da somutlaştırırsam, bu devlet, ta Omsalı döneminden beri ‘millet’ dediği toplumun üstünde ve dışında bir yerde duruyor. Bundan olsa gerek, Türkiye’de geçmişten günümüze devlet, toplumun devleti olamadı. Ama toplum, devletin toplumu oldu her zaman. Bu durumda devletin bir sahibi olmalı. Bu sahibin sivil toplum olmadığı kesin. Türkiye’de devletin asıl sahibi her dönem ordu oldu. Osmanlı’da zaten böyleydi. Cumhuriyet döneminde ise askeri darbelerle uyumlu hale getirilen anayasalar yapıldı.
Türkiye’deki Marksistler, solcular, sorunu klasik sınıf teorisiyle açıklamaya çalışsalar da bu teoriler Türkiye gerçeğine uymamaktadır. Bu ülkede devletin sahibinin ordu olduğunu düşünenlerdenim. Ordunun dışında hiçbir sosyal sınıfın siyasi iradesinin olmadığı çok aşikârdır. Belki de buna benzer nedenlerden ötürü Türkiye’de devlet gerçeğini ve olgusunu sınıflarla açıklamaya çalışanlar, siyaseten bir güç olamadılar. Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir hükümetin bu devlette radikal dönüşümlere yol açamaması, ordunun devlet üzerindeki ağırlığıyla ilgilidir. Ordu izin vermediği sürece hiçbir radikal reform yapılamamaktadır. Buradan bile, devlet aklının içeriğinin hangi güçler tarafından doldurulduğunu anlayabiliriz. Devlet aklının izini sürmeye başladığımızda ise trajik bir paradoksla karşılaşıyoruz. Çünkü Türkiye’de toplum en çok bu akla inanıyor ve güveniyor.
Ordunun da bu dengeyi çok başarılı bir biçimde devam ettirdiğini de görmek lazım. Eskiden açıktan askeri darbeler biçiminde sivil siyasete müdahale ederken, bugün ise doğrudan darbe yapmak yerine devletin tüm kurumlarını bir darbe zihniyetiyle yönlendirerek, konumlandırarak siyasete ve topluma şekil veren tuhaf darbeler yapıyor. Bunu yaparken, kendisi gibi devlet aklına sahip olan anayasal kurumları işletiyor. Öyle anlaşılıyor ki Türkiye de geleceğe yönelik en planlı programlı profesyonel kurum da ordunun bizatihi kendisi. Bunu gazetelerde çarşaf çarşaf yayımlanan belgelerdeki çok kapsamlı proje ve planlardan anlıyoruz. Türkiye’nin geleceğine dair projeler geliştiren ve konumlanan tek kurum gibi görünüyor.
Türkiye’de devamlılığı, toplumsal itibarı ve güvenilirliği olan bu akılla nasıl başa çıkılabilir? Bununla başa çıkmanın amaç ve yöntemlerini geliştirmek gerekiyor. Türkiye’de devletin aşağıdan değil de yukarıdan çalışıyor olmasının onayını toplum veriyor. Buna, Türkiye’ye geçmişten kalan ve devam eden siyasal devletçilik geleneği olarak da bakılabilir. Osmanlı’da devlet her zaman yukarıdan çalıştı. Memleket anlamına gelen geniş anlamda sosyal sınıfların bir iradesi söz konusu değildi. Bu siyasal gerçekliği yakından bilen ve yaşayan Keçecizade Fuat Paşa 19. yüzyıldaki reformları kastederek şöyle demiş; ‘ Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan, biri aşağıdan. Bizde yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşağıdan bir kuvvet geliştirmek ise mümkün değil. Bu yüzden biz, pabuççu muştası gibi yandan bir kuvvet geliştirmeye mecburuz.’ Fuat Paşa’nın ‘yandan bir kuvvet’ dediği şey, Avrupalı devletlerdi. Türkiye’deki siyaset gerçeği, Fuat Paşa’nın 150 yıl önce dile getirdiği gerçeği henüz yanlışlamadı. Bugün de yakındığımız şey, ‘yukarıdan’ gelen ve tüm toplumu kuşatan devlet despotizmine rağmen, aşağıdan, Türkiye’nin sorunlarını çözecek bir muhalefetin yokluğu sorunudur. Buna benzer nedenlerden ötürü Türkiye’nin AB ye üyelik sürecini önemsemek gerekir. AB sürecine ‘yandan bir kuvvet’ olabileceği kaygısıyla yaklaşanlar var. Yukarıdaki ‘devlet aklı’nın ise aklı karışık…
TÜRKİYE RADİKALLERİNDEN TEMİZLENEREK DÜZE ÇIKABİLİR!
Türkiye’nin içinde boğulduğu krizler oldukça derin ve yapısal krizlerdir. Bu krizlerden ancak radikal reformlar yapılarak çıkılabilinir. Radikal reformları gerçekleştirebilmek için de ciddi bir siyasi irade gerekli. 6 yıllık AKP hükümeti AB sürecinde köklü reformlar yapacak iradeyi gösteremedi. Mevcut haliyle de demokratikleşmeye ve reformlara mola vermiş gibi görünüyor. Kapatılma telaşı yaşayan bir partiden umutlar kesilmiş gözüküyor. Oysa AB sürecini sadece ‘yandan bir kuvvet’ olarak görmemek lazım. Aşağıdan bir kuvvetin gelişmesine katkı sunabilecek bir dinamizm olarak değerlendirmek gerekir. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu sorunların çözümünde yol aldırabilecek tek gerçekçi somut kuvvet, bu ‘yan kuvvet’ olabilir. Bugün Türkiye’nin sıkıntılarına yol açan ‘devlet aklı’nın askerden alınıp sivil topluma iade edilmesi AB reformlarında var. Böylesi bir akıl değişimi Türkiye için tarihsel bir devrim çapında, oldukça çarpıcı sonuçlara yol açabilir. Bu süreçte yapılması gereken en önemli şey, Türkiye toplumunu radikallerinden hızla arındırmaktır. Çünkü radikal demokratik reformların ve dönüşümün yolu buradan geçiyor.
Peki, Türkiye’nin radikalleri kimlerdir? Sualini duyar gibiyim. Geçmişten günümüze değişen, dönüşen dünyayı anlamada ve yorumlamada zorlanan, gelenekçi ve muhafazakâr siyasetlerinde direnen radikal sol, ulusalcı sol,radikal sağ, radikal İslam ve tabi ki her dönem en radikal olan ‘derin devlet’ denilen, döneme ve olaylara göre kendini örgütleyebilme becerisini gösterebilen derin güçler.Ergenekon gibi oluşumları yaratanın bu devlet aklı olduğunu söylememe gerek bile yok. Eğer dikkat edilirse, sağ, sol, İslam ve devlet birbirine zıt gibi görünen, hatta birbirinden apayrı ideoloji ve siyasetlere sahip bu radikal oluşumlar her ne hikmetse, Türkiye’nin önemli sorunlarına yaklaşımda birleşiyorlar. Benzer tavır içinde oluyorlar. İnsanı hayretlere düşüren bu ortak refleks kendini, Kürt sorununa ve AB’ye yaklaşımda gösteriyor. Yıllardır çözülmediği için Türkiye’yi yiyip bitiren Kürt sorununa yaklaşım, turnusol kâğıdı işlevi görmektedir. Türkiye’nin radikalleri bu konuda ittifak yapmışçasına her türlü demokratik çözüme direnmektedirler. Öyle anlaşılıyor ki Türkiye toplumu bu akıntıya karşı direnen radikal güçlerden temizlenmedikçe, kendini yiyip bitiren bu kısır döngü de tekrar edecektir. Yine öyle anlaşılıyor ki, Türkiye toplumunun bu radikallerden arınması kolay olmayacak. Çünkü bu ülkede radikal oluşumların bitmesini istemeyen bir devlet “aklı” var. Ve bu akıl radikal oluşumlar üzerinden kendini güncelleştirmektedir.
Türkiye’de bu büyüyü bozacak sivil toplum aklına ihtiyaç var.