Olumsuzu Söyleme Biçimimiz ya da Nasıl Hakaret Ederiz


















Müziğin sesini duymayanlar dans edenleri deli sanırlar.

Nietzsche

Gezi Parkı Olayları sırasında fark ettiğimiz önemli şeylerden biri de hakaret bildiren kelimemizin yanımızdakilerle bir ilgisi olduğuydu. Birçok fikir ve cenahtan, hatta karşıt cepheden insanların ortak bir kaygıdan dolayı bir araya gelmesinin bir dil problemi doğurması gayet doğaldı. Kitlenin kısa süreliğine devletsizleştirildiği Gezi Parkı’nda komün oluşmuş ama yer yer birliktelik motivasyonunu sağlayan asgari müşterekler dilin cinsiyetçi, türcü, ırkçı, mezhepçi, yani ötekini dışlayıcı biçimleriyle darbe almaktaydı. Sözler kötülük niyetiyle ağızdan çıkmamış olsa da bu sözlerin varlığı aynı sofra başında olan insanları kırmaya yetiyordu. Bazen de söyleyeni tarafından hakaret tonu eklenmiş ama özünde güzel olan bir kelime ağızdan çıkar çıkmaz yanındakini incitmiş, irili ufaklı tartışmalar yaşanmıştı. İşte tam o günlerde, “öyle diyemezsin/dememelisin” ikazları artmış ve kullanılmaması gereken ifadeler yazılı olmasa da sözlü bir konsensüsle listelenmişti.

Ya da şöyle

Ayrı kültür ve coğrafyalardan, birbirinin zıddı sayılabilecek siyasi partilerin sempatizanı aileleri olmasa da, bir çiftin düğünü çoğu zaman “kültür mozaiği”, “kilim” dediğimiz bir renklilikle sürmez. Hatta bazen halıfleks griliği ortaya çıkar. Çünkü siyasetin oluşturduğu, bugün daha yoğun olan, ayrıştırıcı dil insanların düğününde, ev görmesinde, toplu yemeklerinde, davetlerinde olumsuzluklar yaşatır. Çünkü dilin kefesine doğal olmayacak biçimde, ötekinin adının hakaret biçimi olarak kullanma yerleştirilmiştir. Böyle olunca birliktelikler zarar görür, aile için çoğu huzursuzluklar bundan kaynaklanır. Bunu fark eden çift, eğer nişan ve düğün badirelerini aşmışsa ailelerini bu toplanmalar öncesinde uyarır. Öncelikle bu davetler sırasında televizyonların kapalı tutulması, siyasi konuların ise kesinlikle açılmaması kararlaştırılır. Televizyon kapalı olduğu ve siyaset konuşulmadığı sürece dil sakinleşir. Gel gör ki fıkralar ortadadır, deyimler, atasözleri vardır, onlara da sinmiştir ötekinin adını hakaret biçimi olarak kullanma durumu. Bir süre sonra ilişkinin selameti için kesinlikle kullanılmayacak kelimeler belirlenir. O kelimeler bir tarafta küfür biçimi olarak kullanılırken diğer taraf için neseptir, dindir, mezheptir, fikirdir.

Bu iki paragrafı kısmen de olsa bizzat deneyimleyen birisi olarak söyleyebilirim ki herkes hakaret torbasındaki kelimeleri tartmaya başlarsa bu kelimelerin aynı zamanda kendi kimliğini açığa çıkardığını görecektir. Çünkü herkes için bir “öteki” vardır. Durumu ülke ahvalinde birkaç örnekte biraz somutlaşmak mümkün. Ankara’da masum bir gösteride, TOMA’larla göstericilere tazyikli su sıkan polislere, “Kürt müyüz, burası Diyarbakır mı!” diye bağıran teyzeler, elbette ne Kürt’tür ne de orası Diyarbakır’dır. Gittikleri her maçta ırkçı sloganlara ve linçe maruz kalan Amedspor’un dönem başkanı 2009’daki Bursaspor maçından sonra “Biz ne Uganda takımıyız ne de Ermeni, bize neden bunları yapıyorlar," demesinden sonra başkanın Ermeni ve Ugandalı olmadığı aşikârdır. Birçok toplumsal konuda duyarlılığı bilinen Beşiktaş’ın taraftar grubu Çarşı’nın Fenerbahçe teknik direktörü Aykut Kocaman’ın fotoğrafını "Dolmabahçe'de kayboldu. Tasması var!!!" notuyla paylaşmasından sonra grubun değilse bile paylaşımı yapan şahsın hayvansever olmadığı su götürmezdir. "Kadın gibi yüz sene yaşayacak yerde adam gibi bir sene yaşarım," diyen Trabzonspor'un eski Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu elbette hiçbir zaman o aciz zihniyeti ve bedeniyle kadın olmayı tadamayacaktır. Başbakanlığı sırasında Erdoğan’ın “Bana Gürcü'dür diyen oldu; çıktı bir tanesi affedersin çok daha çirkin şeylerle, Ermeni diyen oldu,” ifadelerini; Osman Baydemir’in gazetecilerin tutuklaması IŞİD üyelerinin serbest bırakılması karşısında “Yani taşlar bağlanıyor, itler salınıyor” demesi… gibi örnekleri her cenahtan çoğaltmak mümkün.

Sadece yukarıdaki birkaç örnekte bile hakaret, küçümseme ya da müstahaklık unsuru olarak kullanılan ifadelerin ne denli korkunç boyutlara vardığını görmek mümkün. Kelimeler şunlar: Kürt, Diyarbakır, Ermeni, Uganda, kadın, it, Gürcü. Örnekler çoğalınca dilimizde söylenegelmiş hakaret kullanımlarının “öteki”mizle ne kadar ilgili olduğunu görmek mümkün.

Bu kısa yazıda tüm hakaret unsuru haline gelen kelimelerin etimolojisini irdelemek mümkün değil. Farklı zamanlarda notlarını aldığım, biraz araştırınca kökeninin beni şaşırttığı birkaç kelimeyi paylaşacağım bu yazıda. Kelimelerin köken bilgisi için Sevan Nişanyan’ın Etimoloji Sözlük’ünden, argo karşılıklarını için Hulki Aktunç’un Türkçenin Büyük Argo Sözlüğü’nden, kelimelerin günümüz anlamları içinse TDK’nin Büyük Türkçe Sözlük’ünden yararlandım.

Eşref-i mahlûkata her şey feda

“Aslan olmakla eşek olmak arasında fark yok,” dedi ortaokuldan bir öğretmenimiz, nedeni biz sormadan açıkladı, “çünkü ikisi de hayvandır.” Bunun nikbin yerinden tuttum hep ve tabii ki onun niyeti öyle değildi.

İnsan harici canlı varlıkların hakaret unsuru olarak kullanılması neredeyse ve maalesef ki normalleşti. Kendi türü dışındaki canlıların isimleriyle kendi türüne hakaret etme gün içinde birçok defa duyduğumuz, maruz kaldığımız, üreteni olduğumuz bir durum. Hayvan, köpek, eşek, eşekoğlueşek, öküz, mal, angut, yılan, akrep, çıyan, çakal, sazan vb. Bu canlıları yakından tanıdığımızda nefret ettiklerimizin değil de sevdiklerimizin hak edeceği bir seslenme türü olduğunu anlıyoruz. Yaratılmışların en şereflisi diye her mecliste göğsünü gere gere kendini dile getiren bir canlı türü olan insan, bu fikriyatın paralelinde ve gölgesinde diğer varlıkların sırf kendisine hizmet için yaratıldığını iddia eder. Besin zincirinin en tepesine yerleştirir kendisi. İstediğini yer; istediğinin derisini kürkünü yüzer, üzerine giyer; dilediğini evine süs olsun diye kafese, akvaryuma hapseder; birine biner, diğerine yük taşıtır; kendisi ileride hastalanmasın diye geliştirmeye çalıştığı ilaçları ilk önce bunların üzerinde dener; tehlikeli uzay yolcuğu mu olacak, bunlardan birini gözüne kestirir, birinin dişinden kolye, tespih yaptırır; diğerinin kemiklerinden şekerleme üretir; vurur, içini samanla doldurur, duvarda sergiler.  Bunlar yetmez, bir de isimlerini küfürleştirir. Birinin canını yakmak mı ister, “hayvan” der, “köpek” der. Şaka yolu, gülmece çıksın diye de sarf eder bunları... Hakaret, küçümseme unsuru olarak kullanılan bu canlıların insanınkilerle karşılaştırılabilecek tek kötü huyu bile yoktur. Ama hayatta kalabilme hedefini mahvı pahasına doğaya hakim olma üzerinden kuran insan kötücül özelliklerini sanki diğer canlıların vasfıymış gibi onlarla adlandırmaktadır. Salaklığını angut kuşlarına ve eşeklere, sinsiliğini çakallara, kurnazlığını tilkilere, vefasızlığını yılanlara, fırsatçılığını akbabalara, nankörlüğünü kedilere yükleyen insan kendi doğasını aklamaya çalışır gibidir.

Tüm kötülüklerden azade erkek

İki liseli konuşuyor. Sırtım dönük, kulakmisafiri oluyorum. Biri diğerine, “A*** iyi ama abisi orospuçocuğudur,” diyor.  Diğeri, “Haklısın, A*** gerçekten öyle değil,” diyor. Hedef erkekse de taşın değdiği baş kadınındır.

Küfür ya da hakaret denince akla ilk gelebilecek cinsiyetçi örneklerdir ve genellikle bu, kadın cinsiyeti ya da cinsel temas üzerinden gelişir. Burada hedef kadın değil de erkek, hatta başka bir varlık da olsa küfür kadın cinsel organı üzerinden söylenilir. Küfür ya da hakaret cümlesinde kullanılan şekliyle ana, bacı, avrat, kardeş, ebe, nine sıklıkla bu küfürlerin nesnesi olur. Kadını, erkeğin sorumluluğunda erinin namusu, çocuklarının namusu, evinin namusu, sülalenin namusu, mahallenin namusu olarak kodlayan toplumsal algı bu hedefin çarkını çeviren en önemli etmendir. Birbirlerini küfürle, hakaretle incitmek isteyen erkeklerin sıklıkla başvurduğu yol bu küfürlerdir. Gün içinde defalarca duyarız, sosyal medya hesaplarında onlarcasına denk geliriz. Eşcinsel kimlikler de böyle hakaretlere sıklıkla maruz kalıyor.

Bu yazıyı yazmayı başlatan “büyük hakaret” olarak kullanılan birkaç kelimenin etimolojisi karşısındaki şaşkınlığım oldu. Bir ifadeye zaman içerisinde bu denli çirkin manalar yüklemekteki başarımız karşısında nutkum tutuldu. Kaltak kelimesi bunlardan biri. Kalıt- (kaldırmak) fiiline getirilen +(g)Ak ekiyle bugünkü halini almış “eyer köselesi, kuskunsuz eyer, atın üzerine oturmak için kullanılan meşin” anlamında bir kelime. Argo anlamında ise pezevenk kelimesine denktir. Orta Türkçede kelime ilk anlamı olan “eyer” haricinde “ahlâksız adam” anlamında kullanılıyorken günümüzde ise kelime kadın üzerine bir hakaret kelimesine dönüşmüştür. Erkek bu kelimeden sıyrılmıştır tıpkı fahişe kelimesinde olduğu gibi. Fahişe: Azgınlık, kepazelik, fahiş eylem yapan kişi, anlamında ve kelime kök itibarıyla bir cinsiyete ait değilken yine erkeğin burada sıyrıldığını, günümüzde kelimenin anlamının “ahlâksız kadın” olarak değiştiğini görüyoruz. Kahpe kelimesinde de durum farklı değildir. Fahişe, kahpe, kaltak kelimeleri TDK sözlüğünden sadece “ahlâksız kadın, hayat kadını, namussuz kadın, iffetsiz kadın” olarak anlamlandırılması dil süreçlerinde eril müdahilin, baskın eril argonun yerleşik olduğunu gösteriyor. Başka bir örnek ise orospu kelimesi. Farsçası ruspī olan kelime "evlilik dışı ilişkiye giren kadın" anlamında olup Orta Farsçadaki yine aynı anlama gelen rōspīk kelimesinden türemiştir. Orta Farsça, Eski Farsçanın miadını doldurmasıyla birlikte miladî 226-652 arasında kullanılan bir Pers dili. Aynı zamanda Farsçadaki eril dişil ayrımın kalktığı dönemdir. Eril dişil ayrımın ortadan kalkmasıyla bu kelimenin de sadece kadına kaldığını; kaltak, fahişe, kahpe kelimelerindeki süreçleri düşünerek ihtimal dahilinde tutabiliriz. Ayrıca kelimenin kökeninin rû/spi (yüzü/ak) birleşiminden türediğini iddiası halk etimolojisidir. Yani, İkonia adının değişmiş hali olan Konya ilinin adı, “konmak” fiilinin emir şekli olan “kon” ile “ya!” ünlemine bağlandığı, Ağrı Dağı adının Nuh’un bu dağı gördüğü zaman söylediği “ne ağır dağ” sözünden, Farsçada peşmine (yünlü) kelimesinde “yünlü gibi” şeklinde türetilen pişmaniye kelimesinin “pişmanlık”tan geldiğine inanmak gibi. Var olan kelimelere dilin gelişimi, zaman mefhumu, kültürel temaslar, siyasi gelişmeler, dinî ve mezhepsel yönelimlerle beraber çok başka anlamlar yüklenebilir. Bu bazen olumsuz da olabiliyor. Yosma kelimesi böyle bir örnek. Bir dönem isim olarak da kullanılan ve “çok güzel, şen” anlamındaki yosma, artık sadece argo anlamıyla kullanılıyor. En feci şekilde anlam bozumuna uğratılan kelime ise kancık… Soğdcada “genç kız” anlamındaki kancık kelimesi Türkçeye “dişi köpek” olarak geçiyor ve eşzamanlı olarak kadına bir hakaret kelimesi biçiminde de kullanılmaya başlıyor. Söz konusu kelime Orta Farsçada kanīçag, Avestacada kainyikā kökeniyle Soğdcadaki anlamıyla eştir. Farsçada kanīza (genç kız), Ermenicede kanik  (kadın) şeklinde mevcuttur. Kelime Türkçeye geçerken ciddi bir olumsuz anlam yükleniyor. Dokuzuncu yüzyılda İpek Yolu üzerinde konuşulan en önemli dil olan Soğdca; Soğdların, Türklerin içinde asimile olmalarıyla ölü dillere karışmış. Nüfus ve nüfuz olarak baskın dil, aynı coğrafyada yaşamını sürdüren diğer dillerden güzel kelimelere kötü anlamlar yükleyerek alabiliyor. Kürtçede “oğul, oğlum” anlamına gelen seslenme kelimesi kıro Türkçeye argo olarak “kaba saba, görgüsüz, taşralı kimse” anlamında geçmesi günümüzden bir örnektir.

Irkım uludur

Ben henüz çırağım. Beşiktaş’ta bir binanın dış cephesini boyuyoruz. Yemek için ara verdik. Bina sahibiyle ustamız sohbet ediyor. Kürtlere hiç benzemiyorsun, dedi işveren, ustamız teşekkür etti.  Kendine benzemenin kusur kabul edildiği zamanlarda…

Bu ara başlık aynı zamanda yazıda kendine yer bulmuş ya da bulamamış hakaret kelimelerinin çoğunun vücut bulduğu yerdir. Irkçılık bünyesinde taşıdığı, işlemeyi göze aldığı kötülükler; biçimi, huyuyla öncelikle doğaya büyük bir hakaret olduğunu, tarihte ve günümüzde baskı, zulüm, cinayet, toplu kıyımlarım, soykırımların hamuru olduğunu inkâr edemeyiz. Yaşamda bu kadar kötülük türeten bu fikrin dile de kötü kullanımlar eklediğini rahatlıkla görebiliriz. Yukarıda kökeni, orijinlerindeki anlamlarını belirttiğim kancık ve kıro gibi güzel kelimelerinin dile hakaret ünlemleri olarak geçmesi de bu kötülüğün temsilidir.

Kötülüğün sınırı yoktur. Bir halkın isminin hakaret unsuru olarak kullanılması boyutlarına varacak haddedir. Suriye'de, Lübnan'da ve yakın bölgelerimizde yaşayan Dürzîlerden söz edelim. Dürzîlik, VI. Fatımî Halifesi El-Hâkim bi-Emrillah’ın (985-1021) saltanat yıllarının son dönemlerinde, El-Hâkim’in kendini ulu kişi olarak tanıtmasıyla ortaya çıkmış, inanç boyutu Hamza b. Ali tarafından, ilmî ve felsefî yönü Muktena Bahauddin tarafından oluşturulmuş bir inanıştır. İnanışa göre kıyamete yakın tarihte Tanrı, 1021 yılında gizemli bir şekilde ortadan kaybolan El-Hâkim bi-Emrillah’in suretiyle tecelli ederek dünyanın yönetimini, hükümranlığını Dürzîlere verecek. Dini yaymak için Muhammad İsmail al-Darzi (Derezî ya da Dürzî) görevlendirilir. Yayıcısından dolayı isimlendirilmesi Dürzîlik olarak kabul edilir. Tehlikelerden dolayı kısa zamanda yayılmayı durdurup kapalı bir din haline gelir. İnançlarını gizlilikle yürütmek zorunda kaldıkları için de birçok iftiraya maruz kalırlar. Bu da isimlerinin “sapkın tarikat”, “sapkın din” etiketleriyle verilmesine neden olur. Dürzîler bir halk, Dürzîlik bir inanç adıyken bugün harf değişikliğiyle “dürzü” şeklinde hakaret ünlemi olarak kullanılıyor.

Bir harf ilavesiyle isimleri hakaretleştirilen başka bir halk da Êzidilerdir. Êzidilik, Şeyh Adi tarafından Zerdüştiliğin yeniden yorumlanması ve dinin sistemleştirilmesiyle 12. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Yaygın ve yanlış olan kullanım “Yezidilik” kelimesi Hasan ve Hüseyin’i öldürten Yezid’e doğru bir çağrışım içeriyor. Sürekli katliamlara uğrayan bu halk, “y” harfi eklenmiş isimlerinin çağrışımı yüzünden de baskılara, tehditlere, hatta katliamlara uğramıştır. 3 Ağustos 2014’te yaklaşık 5.000 Êzidi’nin IŞİD tarafından katledildiği Şengal Katliamı 73. katliam olarak Êzidi tarihine geçer. Bu katliamların çoğu Şii ve Sünniler tarafından yapıldı. “Şeytana tapıyorlar” denilerek de katledildiler, “Yezid soyundan gelenlere ölüm” nidalarıyla da... Gerçekte tabii ki Êzidilerin, Yezid’le hiçbir ilişkisi yoktur. İnançları yayılmacı değildir, hiçbir halk ve mezhep için tehlike unsuru oluşturmazlar. İsimlerinin kökeni Kürtçeden. Êzidiler Kürtçenin Kurmancî lehçesiyle konuşur. Lehçede yaratan için iki kavram vardır; biri Xweda diğeri Ezda. Xweda “kendini yaratan”, Ezda ise “beni yaratan” anlamındadır. Êzidiliğin adı işte Ezda’dan gelmektedir. Êzidiler, “Yezidi” kelimesini kendilerine büyük hakaret ve tarihsel bir tehdit olarak görürler.

“Cinsel açlık çeken, kendini mastürbasyon yoluyla tatmin eden kimse” anlamlarına gelen abaza ya da abazan sözcüğü ile Kuzeybatı Kafkasya ve Türkiye’de yaşayan Abhaz ya da Abaza halkının adıyla artık eşsesli olmasında yine küçümseme, alay ya da hakaret şekillerimizin bir payı olduğu düşünüyorum. Kelime kökenleri farklı, kaynak bulduğu diller farklı olmasına rağmen ses benzerliğinden dolayı aynı kelimeymiş gibi düşünülüyor. Abazalık anlamındaki kelimenin kökü Çingene dilinde habezan “aç” kelimesinden alıntı, Türkçede yerel kullanımı habazan şeklinde olup “obur, pisboğaz” anlamlarına geliyor. Kafkas halklarından biri olan Abaza ismine benzeştirilerek kullanılıyor. Kelimelerin kökenlerinde bir bağ yok ama hemen hemen eşsesli olarak gelişiminin temelinde ırkçılık ve ötekileştirmenin yattığı aşikârdır ve bu yönüyle kelime kırıcılık içeriyor. Halk isminin telâffuzunu Abhaz ya da Aphaza olarak kullanmaya özen göstermek gerekir.

Türk sinemasındaki karakter tipolojisini incelediğimizde milliyet isimlerinin sıklıkla hakaret olarak kullanıldığı görürüz. Kürt, Rum, Yunan, Bizans… En sık da “Arap” adlı karakterler göze çarpar. Karadır, şişmandır, kötüdür, kirlidir bu tiplemeler. Araplık kara renginin karşılığına dönmüş sanki. Hatta terim anlamlara da sirayet edecektir. Analog fotoğraf makinelerinin banyo yapılmış filmlerine, yani fotoğrafın negatiflerine, renginden dolayı Türkçede arap denilmesi de bu başlık altında değerlendirilebilir.

Bunlarla birlikte deyim ve değişlerde de halk isimlerine hakaret durumlarını sıklıkla görürüz. “Anladıysam Arap olayım”, “Arap eli öpmekle dudak kararmaz”, “Çingen eşeği önden gider”, “Çingen çalar Kürt oynar”, “Çingene’den çoban olmaz Yahudi’den pehlivan”, “Ermeni dölü”, “Ermeni tohumu”, “Ermeni feneri gibi dönmek”, “Rum tohumu”, “Kürt inadı”, “Arnavut inadı”, “Gâvur ölüsü”, “Fransız kalmak” gibi örnekler çoğaltılabilir.

Bedelden delirmek

Üniversite öğrencisiyim. Yürüyorum. Bir binanın girişinde çömelmiş biri. Saç sakal karışmış. Kıyafetlerini kendine ten etmiş. Sarınmış. Dilim varsa deli diyeceğim. Muhiti iyi bilirim. İlk defa görüyorum onu. Geçtim ki bana adımla seslendi. Döndüm tekrarladı ve el salladı. Anlattım arkadaşlara, “aptala malûm olur” dediler. “Abdala” diye düzelttim.

Ötekinin ismiyle “olumsuzu” adlandırma biçimimiz zekâ durumları kastedilerek yapılan hakaretlerde de ortaya çıkıyor. Burada mevzu zihnî anlamda bir öğrenme güçlüğü değil, toplum normlarıyla hareket etmeme, bu normları önemsememe durumudur. Bu durumda toplum, kişiyi dışlamakla başlayan bir bedel ödetmeyi açığa çıkarır. Kelimenin kökeni de buradan geliyor. Arapça bdl kökünden iki farklı vezinle türeyen abdal ve budala kelimeleri “bedel, dilenci derviş, kalender” anlamlarında sufî hiyerarşisinde bir rütbe iken bugün çoğunlukla zekâ geriliği temelli bir hakaret içeriyor. Aptal kelimesi “abdal”dan evrilmiştir. Giyinişleri, bedelleri uğruna dünyevîlikten vazgeçmeleri meczupluk olarak değerlendirilmiş, bu da sonrasında, günümüz anlamıyla “aptal”lığa bağlanmıştır. Kelimenin zekâ sorunundan önce bağlandığı yer deliliktir. Arapça kökenli “ahmak” kelimesi de yine “deli”likle bağlantılı gelişir. Fransızca kökenli “manyak” kelimesi de “merak, saplantı, manaya tutulmuş” anlamlarını içerirken bağlandığı yer yine deliliktir. Yine benzer anlamda kullanılan salak kelimesinin köken anlamı ise çok başkadır. Salak, sal- fiiline +(g)Ak ekinin eklenmesiyle türetilmiş ve “penis”, “penis teşhir eden” anlamlarından evrilmiştir. Halen yerel ağızlarda “yaşlı penisi” olarak da kullanılıyor.

Olumsuzu söyleme biçimlerine sanat anlayışları da yer edinmiştir. Bunları en yaygın kullanılanı ise dandiktir. Dandizm, 19. yüzyılda İngiliz sosyetesinden başlayarak şıklık adına Avrupa’da çığır açan bir akım. Özellikle Fransız sosyetesinde estetik bir olgunluk seviyesini yakalamış bu üslup edebiyata da sirayet etmiş. İngilizce “dandy” kelimesinden (fazlaca nazik ve kibar kimse) ilham alınarak taklit edilmemesi maksadıyla yapmacık üslup kullanmaya dandizm denmiştir. Marcel Proust’un giyinişi de Léon Pierre-Quint tarafından “Dandy şıklığı ile yaşlı ortaçağ bilgesi ihmalkârlığı karışımı” olarak yorumlanırdı. Akımının ürünü olarak dandy/dandik/dandirik günümüzde sadece düzmece, düşük nitelikli anlamındadır. Sözcük argo anlamıyla ilk defa 1932 tarihinde Osman Cemal Kaygılı’nın Argo Lugatı’nda yer bulur.

Olumsuzu söylememe biçimlerimiz, bizi oluşturan fikirlerden kaynaklanır. Bunun her zaman bilinçli geliştiğini söylemek zor. Ama tarihin ve dilin hafızasına baktığımızda “söylenegelme” durumunun bir başlangıcı olduğunu, güzel manadan olumsuza doğru kelimenin yapısal değişiminde ve bu halde kalıcılaşmasındaki en büyük katkının “öteki” kavramına bakışımız olduğu söyleyebiliriz.