Yaşar Kemal: Ölümünün Beşinci Yılında Kurdun Zil Sesleri









Yaşar Kemal, edebiyatın devlerinden. Edebiyat panteonunda yeri büyük destancıların, klasik romancıların sırasında. Kuşkusuz onu Kafka, Joyce ve Beckett gibi yazarlar arasında değil, Balzac, Kazancakis ve Marquez’in yanında düşünmemizin kişisel görüşü aşan nedenleri var. Modernizmin yansıtmacı estetiği bir tarafa iterek yabancılaştırma etkisiyle okuru metinden kopardığı, deneysel biçimcilikle zorlu deneylere sürüklediği metinler değildir Yaşar Kemal’in eserleri. O her şeyden önce hikâye anlatmayı sever ve bunu bir destancının defalarca kendini tekrarlayan diliyle, coşkuyla yapar. Eserlerini verdiği yıllarda özellikle Avrupa edebiyatında gelişen ve romanı “bir serüvenin yazısı değil, yazının serüveni” olarak gören Yeni Roman’dan haberdardır, ancak onun yapmak istediği sırtını hikâye anlatma geleneğine yaslayan bir edebiyattır. O, her şeyden önce, insanı, onun acılarını, başkaldırısını anlatmak ister; kayıtsız şartsız “halk”a ve “doğa”ya bağlılığını başta İnce Memed olmak üzere pek çok ölümsüz eseriyle ortaya koyar. İyilikle kötülük arasındaki başı sonu olmayan mücadelenin hikâyesini, insanın özünü, insan sevgisini, umudu ve düş gücünü anlatan bütün yazarlar gibi o da sesini ait olduğu zamanın dışına taşırmaya, zamansız olmaya devam ediyor. Yaşar Kemal’in coşkulu anlatımını, ışıklı dilini, kendi deyimiyle, Kafka’nın “kurşun geçirmez karanlığı”yla yan yana düşünmek zordur. O, dengbejler, âşıklar, abdallar ve destancılar soyundandır. Güzin Dino’nu onu Homerosoğlu Yaşar Kemal diye anması da bu yüzdendir. 

Kurgulanmış Bir Benlik, Benlikleşmiş Bir Kurgu

Yaşar Kemal, Alain Bosquet’e verdiği söyleşide hayatının geniş bir özetini yaptığı birinci cevabını “Zilli Kurt” hikâyesiyle noktalar. Hikâyeye göre, köylünün malına zarar veren kurdu cezalandırmak için bulduğu bir yöntemle kurdun boynuna asılan zil kurdun artık hiçbir ava yaklaşamamasına neden olur; böylece kurt açlıktan ölür. Yaşar Kemal, hikâyeyi şöyle bitirir: “İşte Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri de bu kurt metodunu köylülerden öğrenmiş, her hoşuna gitmeyen insanın boynuna bir zil takıp bırakıyordu bozkıra. Ben sizi bilmem, benim gençliğimde boynumda hep zil oldu. Arkadaşlarımın da. İşte yazılacak roman budur. Ya korkumdan yazamadım ya da korkumdan. ‘Zilli Kurt’ olma kokusu korkuların en belalısıdır.”

Oğuzertem, Bilkent Üniversitesi’nin Yaşar Kemal için düzenlediği sempozyumun açılış konuşmasında tembel bir yazar olduğunu söyleyen Yaşar Kemal’in ciltler dolusu kitabına bakarak bu “dev” yazarı biz fani okurların “anlayamayacağını” anlatır. Bunun gibi, İstanbul’a ilk geldiği günlerde Abidin Dino’nun evinde Oktay Rifat’la ilk tanışmasında neler yaptığını, neler yapacağını anlatır da anlatır Yaşar Kemal. Oktay Rifat, “Bunların hepsini bir ömürde mi?” diye sorar. O günden sonra da, her karşılaşmalarında şair, bu soruyu tekrarlar. 

Yaşar Kemal nitelik ve nicelik bakımından araştırmacıların gözünü yıldıran eserler bırakarak aramızdan ayrıldı. Ancak bu edebiyat devinin yazdıklarının yanında yazmadığı bir külliyat da var. Onun en otobiyografik kitapları “Kimsecik Üçlüsü”nde anlatılan çocukluk yıllarının ardından, hayatının sonraki evrelerini anlatmayı tasarladığı bilinse de ömrü yetmez. Bununla beraber, biyolojik engellerin dışında, yukarıda “zilli kurt” korkularının yazdırmadığı eserlerin hacmi de büyük bir yekûn tutar. Yaşar Kemal, Bosquet’e yazamadığı iki olaydan bahseder. İlki, ismini Nurullah Hancılar diye hatırladığı Kadirli Ortaokulu’nun müdürüyle ilgilidir. Okulda görev yapan bir Türkçe öğretmeninin kendisi hakkında derslerde kara propaganda yapmasından usanan Yaşar Kemal, okul müdüründen öğretmeni uyarmasını ister. Bunun üzerine müdür hakkında korkunç bir kampanya başlar. Müdür, okulu kuşatanlar tarafından linç edilir. Rus casusu ve komünist lideri olduğu söylenerek birkaç yıl hapsedilir. Yaşar Kemal, ikinci olayda ismini vermediği Foçalı bir gencin başına gelenleri anlatır. Savrun Nehri kıyısında tanışıp ahbap olduğu genci o günlerde yazdığı “Dükkâncı” öyküsünü okumak üzere evine davet eder. Kadirli’de komünistliğiyle adı çıkan Yaşar Kemal’in yanında bir gencin görülmesi üzerine jandarma ve halk kısa zamanda eve baskın verir. Olayın devamını Yaşar Kemal şöyle anlatır: “Bizim şanlı Kadirli halkı olayı duymamış mı, hiç durur mu, yüksek hamiyetleri kabarmış ki hamiyet derim sana. Yüzlerce kişi caddeye dökülmüşler, çocuğu candarmaların elinden aldılar. Neredeyse linç ediyorlar. Pislik, taş, karpuz kabukları, ne bulurlarsa garibanın üstüne atıyorlar. Bana gelince, alışmışlar benim komünistliğime, bana bir şey yaptıkları yok.” Yaşar Kemal İnce Memed’den önce bu iki “barbarlığı” anlatmak istediğini söyler. 

Yaşar Kemal’in yazılmış ancak kaybedilmiş bir külliyatı da vardır. Her akşam Ruslarla telsizle konuştuğuna inanılan yazar, birçok ilk ve en çok sevdiği eserini jandarma baskınlarında kaybeder. Demir Çarık adlı romanı, arzuhalcilik yaptığı yıllarda kendisine gelip başından geçenleri anlatan bir adamın hayatını anlattığı adsız romanı ve askerde tanıdığı Topal Hasan adındaki bir erden esinlenerek yazdığı “Kızamık” adlı öyküsü aynı akıbete uğrar. Her seferinde yazıları, folklor derlemeleri çuvallara doldurularak götürülür ancak aranan o telsiz bir türlü bulunamaz. O günleri acı bir ironiyle anan Yaşar Kemal, bazı eserlerini jandarmanın elinden kurtarmak için bulduğu yollardan söz eder. Örneğin, ilk hikâyelerinden oluşan Sarı Sıcak’ı o yıllarda arzuhalcilik yaptığı daktiloyla çoğalttığını, kopyalarını üç ayrı evde sakladığını, İstanbul’a gelirken bunları arkadaşlarından topladığını anlatır. 

Hikâyenin ve vakanın eserlerinde önemli bir yer tuttuğu görülen Yaşar Kemal’in hayatı da eserleri gibi olaylarla dolu doludur. Çok az yazara nasip olacak türden bir “yaşantı zenginliği”ne sahiptir. Henüz çocuk denecek yaşta Torosları köy köy gezerek ağıt, destan derlemesi yapar (Ağıtlar I derlemesi 20 yaşındayken basılır). Bir yandan kendi türkülerini söyleyerek ağıt yakması, Âşık Kemal diye çağrılması o yıllardadır. Taşrada ırgat kâtipliğinden, su bekçiliğine kentte kütüphane hademeliğinden gaz kontrolörlüğüne girip çıkmadığı iş kalmaz. Her seferinde birkaç haftalık çalışmanın ardından komünistlik suçlamasıyla işten attırılır. İzini kaybettirene kadar bir süre çalışır, sonra yine aynı akıbet gelir bulur; bu yüzden en uzun devam eden işi arzuhalcilik olur. 

Yaşar Kemal, Ortaçağ’da suçluların boynuna asılan levhaları andıran ziliyle yazarlığa atıldığı ilk yıllarından başlayarak korkunç bir yaşam kavgası verir. Ev baskınları, hapisler, soruşturmalar genç yaşta psikolojisini çökertir. Bosquet’e söyleşi verdiği sıra, nispeten rahatladığını, artık geçim sıkıntısı yaşamadığını ancak Türkiye’de her şeyin bir anda değişebileceğini söylerken eski günlerden gelen sağ kalma içgüdülerini sergiler. Usta yazar, bu söyleşide İstanbul’a geldiği günlerde parasızlıktan Gülhane Parkı’nda bir bank üzerinde geçirdiği günlerden Thilda Kemal’le türlü imkânsızlık ve yokluk içinde romanlarını yazdığı evlilik hayatına bugün birçoğumuz için ancak romanlarda ve filmlerde mümkün görünecek yoksulluk anılarını paylaşır. En büyük eserlerini vermek için canını dişine takarak çalışan yazarın içinde olduğu sefaletin boyutunu anlamak için Güzin Dino’nun yeni evli çiftin eviyle ilgili anlattıklarının okunması gerektiğini geçerken belirtelim. 

Alternatif Bir Biyografi

Bütün bu yazılamayanlar ve kaybedilenler dışında Yaşar Kemal’in sessiz kaldıkları da vardır. Örneğin, Yaşar Kemal’in Mehmet Ali Aybar ile Kayseri’de askerliğini yaparken tanıştığı onun aracılığıyla Dr. Albay Yusuf Balkan’la görüştüğü Bosquet’le söyleşisi dâhil birçok kaynakta verilir. Yaşar Kemal’in ifadeleriyle, Mustafa Kemal’in Nutuk’unda adını “sevgiyle” andığı, “Nâzım Hikmet’in şiirlerinin çoğunu ezbere bilen” Albay Dr. Yusuf Balkan sayesinde Talas’ta boş bir askeri hastaneye görevli olarak gönderildiği; burada, Sait ile Faik (veya Faruk) Molu adlı üniversite öğrencisi kardeşlerin (başka bir kaynakta ayrıca Yavuz Fevzioğlu) kitaplığından faydalandığı anlatılır. Talas’a geldiğinde Sivil hayatta komünist damgası yediği için askerliği hâlihazırda zor geçiyordur; hem fiziksel hem ruhsal olarak çökmüştür. Bundan sonrasını başka bir kalemden takip edelim: 

“Kayseri’ye geldiğimden beri sessiz sakin bir hafta geçmişti. Bir akşam kapı çalındı. Zaten hep yalnızdım. Aşağıya indim. Kapıda bir asker…

‘Albayım geldi mi?’ diye sordu.

Babam herhalde yarım saat sonra gelecekti. Kapıdaki Mehmetçik pek halsiz görünüyordu. Avurtları çökmüştü.

‘Hastaneden dün taburcu edildim. Albayım evi tarif etti’ dedi.

Bir şey anlayamadım. Yorgun yorgun soluyordu. İçeri girip oturmasını teklif ettim.

‘Hayır, burada beklerim’ dedi.

Konuşması düzgündü. Sıradan bir nefer değildi herhalde. Başlığını çıkardı, terlerini siliyordu. Sağ gözünün yerinde bir çukur vardı. Yani bir gözü yoktu. Sonradan anlatmıştı:

‘Vatanı satar mısın it?’ diye bölük çavuşu basıyormuş tekmeyi… Sıtmanın üstüne bu dayaklar gelince, hastanelik olmuş. Babam on beş gün onunla meşgul olmuş, ama fazla tutamamış… ‘Yataklarımız fazla değildi… Yeni hastalar, yaralılar geliyordu. Onu fazla tutamadım. Biraz iyileşince taburcu ettim’ diyordu babam.

Zavallı pek halsiz, perişan görünüyordu. Kapının eşiğine çöktü. Yanına yaklaştım.

‘Su ister misin?’ diye sordum.

Sürahiyi ve bardağı getirdim. Ağır ağır zahmetle içiyordu. Asker kepini çıkardı. Kafası üç numara tıraşlıydı.

‘Daha ister misin?’ diye sordum.

Bu kez bana tek gözüyle daha dikkatli baktı. Sanki bir zindan ağzından bakıyordu. Bu tek gözde neler yoktu ki! Öfke, kin, hiddet, ihtiras, hazin… Bu tek göz, bu harap çehrede ışıl ışıl parlıyordu. Gözdeki yük, bin kişiye yeterdi.

İşte Yaşar Kemal’i böyle tanıdım. Ama o zamanlar ‘Yaşar Kemal’ değildi. Yaşar Kemal olmasına yıllar vardı.” 

Bu anılar, Yusuf Balkan’ın oğlu Aydemir Balkan’a ait. 2017 tarihli kitabın önsözünde Galatasaray Lisesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’ni birincilikle bitirdiğini, 1950’li ve 60’lı yıllarda Cumhuriyet’in ve Akis’in Paris muhabirliğini yaptığını öğrendiğimiz, anı ve roman türünde Kavak Yelleri, Mavi Yıllar, Akşam Nöbeti kitaplarının yazarı Aydemir Balkan, Tanıdığım Eşsiz İnsanlar kitabında Atatürk, Nâzım Hikmet, Alparslan Türkeş ve Yaşar Kemal’le ilgili anılarını anlatıyor. Balkan, birbiriyle uzlaştırılması birçokları için güç görünebilecek bu insanları ulusalcılık/Kemalist sol penceresinden bakarak aynı çatı altında topluyor. Yaşar Kemal’le anlattıklarına bakıldığında gençlik yıllarında yazarla sıcak bir ilişki kurduğu da anlaşılıyor. Bosquet’le söyleşisinde Kayseri günlerini, “Ben burada da bir cennet bulmuştum ve hastaydım. Sinir bozukluğum burada geçmeye başlamıştı.” şeklinde aktaran Yaşar Kemal’in, Balkan’ın yukarıda alıntılanan anısını doğruladığı iddia edilebilir. Ancak Yaşar Kemal’in Balkan ailesiyle ilişkisinden hayatının herhangi bir döneminde herhangi bir şekilde söz etmemesinin yazarın biyografisiyle ilgili karşımıza bir soru işareti çıkardığını kaydedelim. 

Yaşar Kemal hakkında yapılan çalışmalarda Balkan ailesiyle kurduğu ilişkiye rastlamamamızın bir nedeni Balkan’ın anıların 2017’de yayımlanmasıysa, bir diğeri de Yaşar Kemal’in aileyle olan bağlarının zamanla epeyce zayıflamış olmasıdır. Aydemir Balkan anılarında, babası Yusuf Balkan’ın cenazesine Yaşar Kemal’in katılmamasına epey içerlemiş görünür. Oysa Balkan’ın kitabının Yaşar Kemal’e ayırdığı bölümün adı “İnce Memed’den Önce Yoksulluk Yılları”dır ve bölümün satır aralarında Yaşar Kemal’in bu yılları neredeyse tümüyle ailenin desteğiyle geçirdiği ima edilir. Aydemir Balkan, babasının siyasete atılmak için askerlikten istifa etmesinin ardından İstanbul’a taşınan aileyi Yaşar Kemal’in burada da bulduğunu yazar. Balkan’ın anlattıklarına göre, havagazı şirketindeki işi Yusuf Balkan, Tıbbiye’den arkadaşı Vali Fahrettin Kerim Gökay vasıtasıyla ayarlar. Baba Balkan ona bazı dostlarını tanıtır: Rumeli’den, Milli Mücadele yıllarından tanıdıklar, CHP’nin ileri gelenlerinden dostlar, İsmail Habip Sevük, Mehmet Ali Aybar, Mehmet Ali Cimcoz gibi üniversite ve entelektüel çevreden isimler. Aydemir Balkan, sonraları Yaşar Kemal’in ziyaretlerini sıklaştırdığını, o günlerde Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuyan, sonradan bir öyküsüyle Yunus Nadi Ödülü’ne değer görülen kız kardeşi Ayperi’yle edebiyat ve siyasetle ilgili baş başa uzun sohbetler ettiğini anlatır. Yaşar Kemal’in Ayperi’ye âşık olduğu aile arasında bilinen bir sırdır. “Belki de ilk aşkıydı, belki de son” dediği kardeşi bir başkasıyla evlendikten sonra da ilişkileri devam eder. Ayperi’nin sanat ve siyaset çevrelerinden isimleri bir araya getirdiği Kartal’daki evindeki toplantılarda dönemin devrimci sosyalistleri, yazarlar, artistler, çizerler, ressamlar arasında Yaşar Kemal’le beraber, İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu, Haldun Dormen, Nuri İyem gibi isimler vardır. Balkan, Yaşar Kemal’in bu misafirlere hiç tahammülünün olmadığını, bir köşeye çekilerek somurttuğunu anlatır. Aileyi yakından tanıyanlar, bir süredir röportajlarıyla adından söz ettiren Yaşar Kemal’i sorarlar: “Kürt müydü, Kürtçü müydü? Bu saçma soruları bana yöneltenler oldu. Kürt olsa ne olur, olmasa ne olur? Nefis bir Türkçeyle bu güzel eserleri veren birisi Kürt olur mu? Yaşar Kemal ileride ansiklopedilere Kürt yazarı diye mi geçecek? Elbette hayır!” Biraz sonra şöyle devam eder Aydemir Balkan, eskilerin tecahül-i arif dediği söz sanatının güzel bir örneğiyle: “Yaşar Kemal’in Kürtlüğü konusunda yıllarca hiçbir şey duymadım. Belki Kürt, belki de değil…” 

“Bir insanın başka bir insanı aşağılaması, bir ülkenin, bir toplumun başka bir toplumu aşağılaması değil de nedir? Bunun için benim edebiyatım angaje bir edebiyattır. Bunun için ben bir angaje insanım.” diyen ve kendini “sosyalist militan ve Marksist” olarak tanımlayan Yaşar Kemal, zor günlerinde desteğini gördüğü bazı çevrelerden zamanla uzaklaşmış, düşünsel bir kopuş yaşamış olmalıdır. Balkan ailesiyle ilgili suskunluğunda, Yaşar Kemal’in zamanla öne çıkan Kürt kimliği ve -kim bilir- Balkan’ın sözünü ettiği kırık “aşk” ilişkisinin payı olduğu düşünülebilir. İkinci neden için kesin bir şey denemez ancak ilkiyle ilgili kitapta bolca örnek var. Balkan, “eşsiz insan” dediği Yaşar Kemal’le ilgili beğenilerini sunarken Kürtlerle ilgili düşüncelerini, içlerindeki nefret söylemi dozajının farkında dahi olmadan, paylaşır. Kürtçenin yarısının Arapça, Farsça ve Türkçe olduğu, Yaşar Kemal’in Nobel ödülü alabilmek için “Kürt ve Kürtçülük davasına soyun(duğu)” gibi ulusalcı reflekslerini ortaya koyduğu yorumlar (Orhan Pamuk’un “bir milyon Ermeni” sözleriyle ilgili benzer ithamlarla), Vedat Dalokay, Kamran İnan’la ilgili anlattığı -‘Benim Kürt arkadaşlarım var’ tınılı- anekdotlar bu sıradandır. 

Eşref-i Mahlûkat İnsanlar ve Bir Dev 

Bu yazı Yaşar Kemal’in edebi ve siyasi yönünü tartışmak/tartışmaya açmak iddiasında olmadığı gibi, dört başı mamur bir obituary de değil. Bu nedenle, bitirirken başvurduğum “Eşrefleşmek” de, gerçek anlamda bir “kavram” olmayacak. Barış Bıçakçı’nın sinemaya da uyarlanan ünlü romanı Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de ana hikâyenin oldukça dışında kalan ilginç bir bölüm var. Romanın anlatıcı kahramanı Ender’in babasının en iyi dostlarından biri olan Reşit Bey’in Eşref-i Mahlûkat adında bir roman üzerinde çalıştığı anlatılır. Eşref Bey, özü Doğu-Batı olan meselenin karikatürize edilmiş bir görünümüdür. O, “kavramlarla düşünmek yerine, ayıp, suç, günah gibi dini-ahlaki bir terminolojinin esareti altında” düşünür. Reşit Bey’in hayat hikâyesini, tamamlayamadan öldüğü biricik eserini anlatan babaya göre “bizi biz yapan ‘yaşamamak’ [ve doğal olarak, ötekini ‘yaşatmamak’ Ş.Ş.Y.] fikriyle” hepimiz kahır çekiyor, ekşiyor, “Eşrefleşiyor”uzdur. Bir bakıma, filozof-yazar G. Santayana’nın “gelenekselcilik, yeni ve yabancı olanı devamlı küçümseme, içeriği olmayan bir katılık, otoriteye ve basit olana değişmez bir bağlılık” olarak tanımladığı Filistenizm’in alaturka karşılığı.   

Yaşar Kemal, “Ben Kürt sorununu hep sosyalizm çerçevesinde düşündüm.” derken de bir “Marksolog” olmadığını vurgularken de kavramlarla düşünmeye çalıştı. Fethi Naci ve Doğan Özgüden’le kurduğu Ant (1967) dergisinde yasaklı Nâzım Hikmet’in şiirlerini bastı, Enver Gökçe’ye yer verdi, Kürt tarihiyle ilgili yazılar yayımladı, Türkiye İşçi Partisi’nde faaliyet gösterdi, ciltler dolusu roman, röportaj, derleme, hikâye, köşe yazısı üretti; birçok insanın hayal bile edemeyeceği velût bir düşünce ve eylem üretimi içinde olduğunu gösterdi. Oysa bugün dahi alamadığı Nobel’le, Nobel’i kimlerin engellediğiyle, ne kadar Türk veya Kürt olduğuyla ilgili tartışmalarla bu dev yazarın boynuna kurt zilleri asmaya devam ediyoruz. 

Yaşar Kemal ahir ömrüne kadar müesses nizamın gadrine uğramış, yazdıkları, yazamadıkları ve sustuklarıyla dolu dolu yaşamış bir edebiyat devidir ve insanlar evrenin atomlardan değil, hikâyelerden oluştuğuna inanmaya devam ettiği sürece gür ve coşkulu sesiyle yeryüzünde umudu büyütecektir.