Almanya’nın Hanau kentinde 19 Şubat 2020 Çarşamba akşamı saat 22 dolayında cadde üzerinde bir kişiyi öldüren bir ırkçı, olay yerinden kaçarken bir başka kişiyi daha hayattan kopardı. Ardından bir nargile cafenin kapısından açtığı dört el ateş, burada da bir cana mal oldu. Buradan kaçtıktan sonra bir kişiyi daha öldürüp, bir mini marketin girişine ateş açtı ve burada dört cana kıydı. Hemen yanındaki bir başka nargile cafeye de ateş açan saldırgan, burada da bir kişinin ölümüne neden oldu. Görgü tanıklarının ifadelerine göre hedeflerini ‘göçmen görünümlü’ kişilerin arasından seçen saldırgan ardından bıraktığı dehşet bilançosu dokuz ölü ve beş yaralıdır. İlk saldırıdan yaklaşık bir saat sonra evine dönen saldırgan, ancak beş saat sonra gece üç sularında girilebilen evinde, annesi ile birlikte ölü bulundu.
Maruz kalanların içine düştüğü vahşet ve olayın ardında bıraktığı onulmaz acı bir yana, sadece yaşanan vakanın akışını anlatan bu bir kaç satır bile yaşanan dehşetin büyüklüğünü göz önüne seriyor. Yazarken parmaklarımı acıttığını hissettiğim bu ürkünç sahneleri kaleme almamın iki nedeni var. Birincisi ırkçı gözü dönmüşlüğü tasvir etmek için onun kendisi kadar dehşet verici bir sözcük bulmakta çektiğim güçlük. İkincisi ise Alman kamuoyunun olayın üzerinden geçen iki haftalık sürede gösterdiği reflekslerin, meselenin basit bir polisiye vaka olarak unutulmaya terkedileceğine dair bir izlenim yaratması. Bu nedenle Hanau’da neler yaşandığına dair tarihe not düşmek zorunluluğu bulunuyor. Maalesef bugünlerde Alman medyasına ve Alman marketlerinin boşalan raflarına göz atanlar, henüz hiçbir can kaybına malolmamış Corona virüsünün, pek çok yuvaya ateş düşüren ırkçılıktan kat be kat yüksek bir kamuoyu ilgisine mazhar olduğuna şahit olacaktır.
Hanau, giderek yayılan siyasetten bürokrasiye pek çok noktaya sirayet eden ırkçılığın can aldığı ilk yer değil. 1990’lı yılların başlarında hortlayan ırkçılık, Almanya’da siyasetin dikkatinin yeniden birleşme sürecine odaklandığı bir dönemde kendine yayılma alanı buldu. Artan ırkçı saldırılar 1993 yılında Solingen’de aynı aileden beş cana mal olan ırkçı kundaklama ile zirve noktasına ulaştı. Irkçılıkla mücadelede sembol bir vakaya dönüşen Solingen olayının ardından arttırılan tedbirlerle aşırı sağın şiddet içeren saldırıları hızla azaldı. Solingen’de yaşanan acı tecrübe ardında, tüm acısına rağmen sevgi ve karşılıklı anlayışı dilinden düşürmeyen Mevlüde (Genç) Ana ve koruması dahi olmaksızın kurbanların yanına koşan dönemin Kuzey Ren Vetfalya Başbakanı Johannes Rau gibi sembol isimler bıraktı. Hanau saldırısı sonrası Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier ve Hessen Başbakanı Volker Bouffier’in olay yerine gitmeleri ve verdikleri mesajlar çok önemli ve değerliydi, ancak mekanlara çiçek bırakmaktan daha fazlası yapılamaz mıydı? Sadece Christchurch kurbanlarının değil tüm dünyanın yüreğini ısıtan Yeni Zelanda başbakanı Jacinda Ardern’in tavrını veya Charlie Hedbo saldırısı sonrası Paris’te kol kola yürüyen devlet başkanlarını Hanau’da henüz göremedik, ama ailelerle daha yakın bir insani temas kurulamaz mıydı? Umarız ki 4 Mart’ta yapılacak geniş katılımlı anma töreni bu anlamda dönüm noktası olur.
Irkçılık birleşme sonrası ikinci büyük yayılma alanını 11 Eylül Saldırıları sonrasında yükselen İslam karşıtlığı üzerinden buldu. Cami inşaatlarına karşı örgütlenmelerle ve İslam karşıtı söylemle kendisine yeni bir meşruiyet alanı yaratan ırkçılık bu yeni evrede, giderek yaygınlaşan interneti de kendi yararına kullanmayı bildi. Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) örgütü bu yıllarda özellikle göçmen kökenli küçük esnafı hedef alan cinayetler ve bombalı saldırılar gerçekleştirdi. Türkiye kökenli sekiz ve Yunanistan kökenli bir esnafı 2000-2006 yılları arasında öldüren örgütün bilinen son cinayeti 2007 yılında bir polis memuresinin öldürülmesi oldu. 2011 sonunda gün yüzüne çıkan örgütün 2013-2018 yılları arasında süren yargılamaları sırasında yaşanan delil karartma vakaları ve gün yüzüne çıkan skandallar ırkçı terörün sadece sokakta değil, bürokraside de destekçilerinin olduğunu gösterdi.
Irkçılığa son büyük yayılma fırsatı 2015-2016 yıllarında ülkeye Ortadoğulu mültecilerin alınmasıyla doğdu. Bu dönemde mülteci yurtlarına yapılan saldırılar, kimi Doğu Almanya kentlerinde insan avını andıran sahnelere doğru evrildi. 1990’lı yıllarda sokakta, 2000’li yıllarda İslam karşıtı söylemde kendine yer bulan ırkçılık, üçüncü yayılma evresinde siyasi karar mekanizmalarını da etkisine almaya başladı. Euro karşıtı bir söylemle siyaset sahnesine çıkan ve 2014’ten sonra göçmen ve mülteci karşıtı parti kimliğine bürünen Almanya için Alternatif (AfD) Partisi, ırkçı söylemin siyasi mümessili haline geldi. Daha önce kurulmuş uç sağ partileri aşan bir yaygınlık ve etkinliğe ulaşan bu parti, Thüringen eyaletinde halen süre gelen siyasi krizde görüldüğü gibi kurulu politik dengeleri alt üst edebilecek bir güç ve beceriye kavuşmuş bulunuyor.
Yeni kuşak ırkçılık giderek daha sofistike stratejilerle gücünü arttırıyor ve odak noktasında yerleşik siyasi ideolojilerin bir süredir aksattığı ‘küçük insanlar’ var. Bir yandan popülist söylemleriyle küçük insanlara bir siyasal identifikasyon alanı sunarken, diğer yandan kendilerine dayanışma ve destek bulamayan başka küçük insanları hedef tahtasına koyuyor. Hanau Saldırısı bugüne dek yeterince ciddiye alınmayan ırkçılık tehdidinin ağır sonuçlarından biri ve tedbir alınmazsa muhtemelen sonuncusu da olmayacak. Hanau saldırısından sadece beş gün önce ortaya çıkarılan bir sağ terör örgütünün yakalanan 12 üyesinin pek çok noktada göçmenlere saldırılar düzenleyerek ülkeyi iç savaşa sürüklemek istedikleri biliniyor.
Irkçılık ile mücadelenin formülü esasında oldukça basit: Hedef aldığı ‘küçük insanı’ kucaklamak. Kucaklama tabirini burada sadece ‘dahil etme’ anlamda değil, kelimenin gerçek anlamına uygun biçimde duyguların ve insani sıcaklığın yer bulduğu bir siyaset anlamında kullanıyorum. Irkçılık, söylemleri taklit edilerek değil, belki ancak insanlara ulaşma yöntemleri taklit edilerek yenilebilir.