Aşk ile Vatan, Ne Kadarlık Mesafe?
Işıl Kurnaz

Dünyanın bize ne yaptığı sorusuyla başlıyor sanırım tarih yazımı. Zamanın bir ucunu diğer bir ucuna dikmenin, ortaya anlamlı ve dikişli bir bütün çıkarmanın adı. Ama ondan daha başka bir işlevi daha var: Geçmişin izini sürmek, ağır ve küflü bir hatırlamaya tekabül ediyorsa -yani unutturma siyaseti denilen bir şey varsa- tarih yazımı geçmişte ne olduğunun önündeki engelleri kaldırmak, o perdeyi aralamak, o toz bulutunu oradan üflemekle de ilgili. Cumartesi Anneleri bu yüzden tarih yazımının sözsüz bir parçası, 12 Eylül hatıraları da öyle, gözaltında nasılsa kaybedilenlerin toplumsal bellek diyerek hafızamızın bir parçası olmaları da... İnsanın, tarihin bir noktasına gömülmüş o kırık dökük hikayesini, tarihin her zaman çizgisel olmadığını, takvim tutmazlığını da hesaba katmak gerekiyor. Çünkü resmi tarih diye bir şey var ve takvim yapraklarını koparmakla da ilgili. Sanki bu yüzden diyor Norman Ohler, “Aşkta da tarih yazımında da hep nafile yere mükemmel kişiliği ararız. Lakin insanın gerçekliği genellikle daha kırık döküktür.”

Aşk ile tarih-yazımı arasındaki ilişkiyi düşündüren, Norman Ohler’in anlattığı Harro ve Libertas’ın hikayesiydi, Tanıl Bora çevirisiyle Ağustos ayında çıktı.[1] Aşkın her zaman birbirinin içinde yok olmakla ilgili olmadığını gösteriyordu sanırım. Aşkın, direnmekle ilişkisine bakıyordu, faşizme karşı direnişin muhakkak aşktan azade olmak zorunda olmadığına, aşkın her zaman bu uğurda feda edilecek bir şey olmayabileceğine dair bir hikâye.

Harro ve Libertas, Nazi iktidarına karşı mücadele eden iki aşık. Schulze-Boysen-Harnack Direniş Örgütü diye bilinen, daha sonra Kızıl Orkestra diye adlandırılacak bir direniş grubunun kurucusu, birbirlerinin eşi ve aşığı, yol arkadaşı ve suç ortağı. Anti-faşist mücadeleye destek için istihbarat toplayan, direnişi herkesin olduğu geniş zeminlere yaymaya çalışan, hayatı tehlikede olanlara yardım eden, esneyen, hatta bazen kendilerine “gevşeyen bir grup” diyen bir örgüt. Anti-faşizmin suç olduğu yerde Harro ve Libertas, suç ortaklığı ve yol arkadaşlığı yaparken, Harro kurumların içinden uzun yürüyüş dediği bir yolu seçiyor, yani legalleşerek devletin içine sızmayı tercih ediyor, “Truva atı” şiarıyla. İp cambazlarına benzetiyor kendini üstelik, her ne kadar seçtiği yol pratiğe dönük olsa da gücünü yiyip bitirdiğini, kendisini inkâr etmesine sebep olduğunu söylüyor. Çünkü Nazi devletinde, faşizmin tam ortasında, sözümona normal bir yaşantısı varmış gibi yaşamanın acı gerçeğiyle anbean karşı karşıya.

Yine de vatan duygusunu aşkla teyellemek, onun içindeyken dönüşmek diye bir şey var mı? Bu, Libertas’la ilgili bir soru, o değişiyordu, değişecekti. Yaptıklarının hepsini rasyonel politik mülahazalarla yapmayan, eskiden yararlandığı sisteme karşı suç ortağı haline gelen çünkü başlangıçta faşist rejimle ilgili çok da olumsuz düşünmeyen, milliyetçi-muhafazakâr bir aileden gelen Libertas’tı. İçine doğduğumuz evin de, coğrafyanın da kader olmadığını, eyleme geçmenin, çoğunluklar ve kalabalıklar içinde farklı bir tavır almanın herkes için mümkün olduğunu gösteriyordu biraz da.

Harro’nun sorusu şuydu: Direnmek için aşktan vazgeçmek gerekli midir?  Aşkın şu potansiyel dönüştürücü gücü, tarih-yazımının bir noktasında kendisine yer açıyordu işte. Büyük cümlelerle “yanlış bir hayat doğru yaşanmaz.” demiyorlardı da, yaşamakla hayat arasında geniş bağlar kuruyorlardı. Yaşamanın da hayatın da, her ikisinin de değişip dönüşebileceğine, dallanıp budaklanarak şekilleneceğine, kök salarken özgürleşebileceğine ilişkin bağlar. Çünkü bu hikayede aşk, sadece birbirlerine besledikleri kendilerine dair bir şey değildi, aynı zamanda dünyaya da dairdi.

Aşk ile dünyanın geri kalanı arasında çok büyük bir mesafe var mı? Sanki varmış gibi gösteren haleyi değiştiriyordu Harro ve Libertas. Bu mesafenin açılmasında, ikili ilişkileri ve duyguları, bencil ve fabrikasyon bir insan modeline indirgemeye uğraşan kapitalist biçimlerin etkisi var muhakkak. Yani sanki aşk ancak o şekilde, öyle olurmuş, olmalıymış gibi işleyen, dünyada başka hiç kimse ve hiçbir şey yokmuş gibi davranılırsa büyülü olurmuş gibi duyguyu kilitleyen ve başka bir aşka yaşama şansı vermeyen varoluş tarzının. Halbuki gerçekten büyülenmek için, önceden öğretilmiş o büyüyü bozmak gerek. Aşkın, ancak “başkaları”na rağmen olursa, aşığı dünyadan koparacak kadar güçlü olursa aşk olabileceğine dair o romantik muhayyileyi silikleştiriyor Harro ile Libertas -ki bu bilgi, nesilden nesile kadim bir bilgi gibi hâlâ.[2] Yani aşkı, dünyayla bağımızı koparan ve başımızı öyle döndüren bir noktadan okumak, onu zaten o özelliğinden ötürü kutsallaştırmak.

Aşk davasının, bir de karşı-davası var kuşkusuz: Devrimci siyasetin, anti-faşist mücadelenin ve direnişin, sadece kendisinin aşkla yapılabilecek bir eylem olduğunu, aşkın ancak o uğurda feda edilirse, taviz verilirse, ondan vazgeçilirse büyüyeceğini söylemek. Bunun da direnişte ısrar ederken, dünyayla bağları bu sefer tersinden kesen, koparan bir tarafı var.

Harro ve Libertas’ın hikayesi, aşk ile siyasetin bir aradalığına, tarih-yazımının bir öznesi olarak yaşadıklarımızla aşkın, bir araya gelebileceğine dair bir hikâye daha çok. Dünyayla kurduğumuz o bağların, muhakkak herhangi bir ucundan kesilmek zorunda olmamasıyla ilgili: Aşkın anlatılagelen bir duygu olarak içinde taşıdığı potansiyelleri görme ihtimali olduğunu vurgulayarak.  Harro ile Libertas, aşkın içindeki o potansiyeli, birbirine açılırken dünyaya da açılabilmenin siyasetini mümkün kıldıkları için önemli, bunun imkanını gösterdiği için.[3]  Aşk ile siyaset, aşk ile dünyaya dokunmak arasındaki o mesafeyi kısalttığı için. İki insanın birbirine sığmaya çalışırken, dünyayı aşması mümkün mü? İdam edilen Harro’nun annesi, oğlunun arkasından söylemişti: “Dünyadayken korkarsınız. Ama korkmayın, ben dünyayı aştım.”

Harro ile Libertas’ın infazının ve davasının tutakları silinmiş, bu gizli dava da onun izleri de Nazi devleti tarafından yok edilmiş. İnfaz kararına ulaşmak dahi 2006’ya dek mümkün olmamış, Ohler bu hikâyenin peşine düşerken, ona, “artık mevcut olmayan bir kaydı arıyor olmanız mümkündür.” denmiş.

Ama öte yandan izler ve hafıza, o kadar da unutkan değiller galiba, çünkü hikayeleri anlatılageldi. Kenan Evren’e atfedilen bir sözdü sanırım, “Öyle bir nesil yaratacağız ki kim olduğunuzu hatırlamayacaklar.” Harro’nun annesi, infazdan sonra oğlunun eşyalarını istediğinde, “Oğlunuzun adının insanların hafızasından ebediyen silinmesi gerekiyor.” diyor savcı, “Bu da ilave cezadır.”

Aşkın, çok kez vatanla da ilgili olmadığını kim söyleyebilir? O en vatansever soruya, “Nasıl bir vatan yapacağız?” sorusuna[4], aşk ve direniş olmadan nasıl bir cevap verilir? O oğulların ve kızların adı, insanların hafızasında ebediyen kalacaksa, Kenan Evren yine de her şeye rağmen “öyle bir nesil” yaratamamışsa, direnişe sığınan aşkın, aşktan taşan direnişin imkânı hala varsa…  Sahi, uzun yürüyüş aşkı nereye götürür? Belki de bazen, aşkın içinden vatana doğru götürüyordur.


[1] Norman Ohler, Harro ile Libertas: Bir Aşk ve Direniş Hikayesi, Çev. Tanıl BORA, Ağustos 2021, İletişim Yay.

[2] Bu aşk biçimine dair Sezen Ünlüönen yazmıştı, Görsel Mecralarda Aşk Üçgenleri, Birikim Haftalık,  https://birikimdergisi.com/haftalik/10661/gorsel-mecralarda-ask-ucgenleri

[3] Aksu Bora, Öğrenilmiş Bir İdeolojidir Aşk, Gazete Duvar, İrfan Akta Röportajı, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/02/16/aksu-bora-ogrenilmis-bir-ideolojidir-ask

[4] Tanıl Bora, Vatan, Birikim Haftalık,  https://birikimdergisi.com/haftalik/10717/vatan