14 Mayıs Seçimlerinin Handikapları
Işıl Kurnaz

14 Mayıs seçimlerine ilişkin son yazısında Ahmet İnsel, açıkça şu soruyu soruyor: “Yakın tarihimizin en önemli seçimi mi?” Buna toptancı ve indirgemeci yanıtlar vermeden ama çok açık iki düzlemin adını koyarak devam ediyor: “Önümüzdeki çifte seçimde otokratik rejimin konsolide olması ya da sona ermesi gibi iki taban tabana zıt seçenek arasında seçim yapılacak.” Bu hem tartışmanın düzleminin belirlenmesi, hem de hikayenin ucunun bırakılmaması açısından oldukça önemli bir başlangıç noktası. Hikayenin ucunu kaçırmıyor çünkü devam ediyor, sadece seçimin kazanılması değil, yeni bir alternatifin kurulması da Meclis aritmetiğinin Emek ve Özgürlük İttifakı lehine genişlemesini de gerektiriyor. İşler ve demokratik bir ülkenin, sadece kazanılmış bir Cumhurbaşkanlığı koltuğuyla olamayacağını, tahrip edilmiş tüm kurumların, yerinden edilmiş tüm güvencelerin yeniden hayata geçirilmesinin yolunun parlamentoya yeniden işlev kazandırmakla mümkün olacağını biliyoruz. Yürütmenin ve yasamanın hem ayrılığı hem de işlerliği, yasama çoğunluğunun da demokratik bir ittifakı mümkün kılacak şekilde şekillenmesine bağlı. Yasa yapabilen, Cumhur İttifakı’nın antidemokratik yasa tekliflerine direnebilecek bir yasama çoğunluğu, içinden geçtiğimiz hasar ve onarım sürecinin önemli dinamiklerinden biri olacaktır. [1]

Sadece yürütmenin başı olarak Cumhurbaşkanı’nın değil, yasama organındaki çoğunluğun da Cumhur İttifakı’na teslim edilmemesi bu açıdan hayatidir. Bu yüzden geçen sene Seçim Kanunları’nda yapılan değişiklik, ittifakların oyunun sayılmasında önemli bir fark da yarattı. Bu seçime kadar ittifak sisteminde ittifakın aldığı oy, tek bir oy olarak sayılıyor ve daha sonra bu toplam oy, ittifak içindeki partilerin arasında dağıtılıyordu. Bu da bizim gibi oyun boşa gitmesi endişesinin bir seçmen davranışı olduğu ülkelerde, oyun hiç değilse heba olmasını engelleyen bir işlev görüyordu. Ancak geçen sene yapılan değişiklikle, alınan oyların ayrıştırılması hükme bağlandı. Bu durumda her parti, doğrudan kendi oy oranını alacak ve oylar önce ittifaka sonra partilere değil, doğrudan partilere dağıtılacak. Bu da haliyle boşa giden oy endişesini tetikleyecek bir değişiklik olarak elimizde duruyor.

Bu yüzden seçim ve seçim sonrası hakkında konuşmak kadar, seçim öncesini de mercek altına almak oldukça önemli. Nasıl ki seçimde adaletin sadece seçim gününde ya da öncesinde değil, sayımda adalet olarak da anlaşılması gerektiğini söylüyorsak, seçim sadece ne kadar önemli olduğu ile tanımlayabileceğimiz bir süreç değil. Seçimin handikapları da titizlikle dikkate alınmalı. Nedir bu handikaplar?

Türkiye, afetin gölgesinde, izlenemeyen, güvencesiz ve kapalı bir seçim sürecine giriyor. Kapalı çünkü İçişleri Bakanı açıkça seçimi, darbe girişimi olarak nitelemekten geri durmuyor. 14 Mayıs, bizler için artık sadece bir seçim değil, bu açık tehdit karşısında bir hayat meselesi olarak da önemli görünüyor. Seçimin tarihi bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından verildi, basına açıklandı ve kararı alındı. Dayandığı seçim sandığını ve sine-i milleti her zaman eksik meşruiyetinin gerekçesi olarak gören siyasal iktidar, seçim dilini bu şekilde değiştirdi. Bu yüzden sadece afet koşullarını değil, 11 ilde resmen olağanüstü hal altında girdiğimiz bu seçimlerin ülkenin tüm sathında fiilen olağanüstü hal altında işletileceğinin sinyallerini de görmek mümkün.

Bir başka handikap deprem bölgesindeki vatandaşlarla ilgili çünkü çadırların ve konteynırların ikametgâh olarak gösterilememesinden ötürü oy kullanamama riskiyle karşı karşıya olan büyük bir vatandaş toplamından bahsediyoruz. Şehirlerini terk etmiş depremzedeler, seçim için tekrar illerine dönmeye zorlanmakta, yıkılan evlerinin olduğu bölgelere oy kullanmaya yönlendirilmekte. Bunların hepsi oy kullanacak vatandaşların sandıktan uzak durmasına sebep olacağı gibi, oy kullanmak üzere gelen vatandaşlar için ikincil travmaya sebebiyet verecek nitelikte. Hayatlarının ve evlerinin gölgesinde oy kullanmaya zorlanan vatandaşlar için iller arası sandık değişimi yapılması gerekliyken maalesef YSK bunu yapmadı. İl içinde sandık değişimi ihtimali varken, illerini terk etmiş depremzedeler için iller arası imkânın yaratılmaması seçme hakkını zora sokmakta.

Yatağa bağlı seçmenlerin, il veya ilçe merkezinde ikamet etmesi gerekliliği, deprem bölgesindeki yatağa bağlı seçmenler için ayrıca zorluk yaratıyor. Bu yüzden de yatağa bağlı seçmenlerin seyyar sandıkta oy kullanması için yapılması gereken işlemler, deprem bölgelerinde maalesef yapılamadı.

Deprem bölgesinde yaşayan vatandaşlar, seçim çevrelerinden ayrılmışlar ve doğal seçim bölgelerini terk etmişler. Adres kayıt sistemi MERNİS üzerinden YSK’ya aktarılan adreslerin deprem gündemi dikkate alınarak evleviyetle güncellenmesi gerekli. Depremzedelerin deprem bölgelerini terk ettiği durumlar dikkate alınmadan yapılacak seçimler ne kadar güvenli ve adil olacak?

Deprem bölgesi olan 11 ilde yaşayan 14 milyonu aşkın nüfusun ancak yaklaşık 133 bininin kayıt güncelleme yaptığını biliyoruz ancak geri kalan vatandaşların durumu bilinmiyor. Depremzedeler, seçme ve seçilme, vatandaşlık hakları bakımından da mağdur edilmekte.

Seçim güvenliği, sadece oy ve sandık güvenliği değil, seçim takviminin ilanıyla birlikte sağlanan güvenliktir. Depremzedeler için bu güvenliğin koşullarının sağlanmadığını görmek mümkün. YSK’nın kurulmasının sebebi, seçimlerin yürütmenin gölgesinden ayrı bir yargı denetimi altında yapılması, yürütmeye güdümlü yeni bir yargısal mekanizma yaratmak değil. Ancak seçimlerin handikaplarına eklenen bir başka düzenleme bu konuda da şüphe uyandırıyor. Seçmen kütüklerinin hazırlanması, geçen seneye dek yerel idarenin görevi ve yetkisindeyken, 2022 yılındaki değişiklikle merkezi idareye devredilmiştir. Belediyelerden alınan yetki, İçişleri Bakanlığı’na bağlı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’ne verilmiştir. Yani YSK  listeleri kendi oluşturmamakta, doğrudan İçişleri Bakanlığı bünyesinden almaktadır.

Seçimlere ilişkin diğer handikap, 24 Ocak 2023’te görev süreleri dolan YSK üyeleri yerine gelen yeni ve üye başkanın ilk kez seçimleri yönetecek olmasıdır.[2] YSK ile ilgili sorunlar sadece üyelerden değil, YSK kararlarının kapalı devre sistem yaratarak her türlü yargısal mekanizmadan muaf olmasıyla da ilgili tabii ancak yine de handikap burasıyla sınırlı değil. Bir başka sorun da Cumhurbaşkanıyla ilgili.

Seçim kanunundaki eski düzenleme, başbakan ve bakanların seçim sürecinde resmi makam araçlarını ve unvanlarının getirdiği kamusal ayrıcalıkları, seçimlerde fırsat eşitsizliği ve adaletsizlik yaratılmaması açısından kullanmamasıyla ilgili yasakları düzenlemekteydi. Bu kaldırıldı. Ardından YSK son kararında, bakanların kamu görevlisi olmaması sıfatıyla istifa etmeleri gerekmediğini söyledi ancak örneğin uzun yıllar açılan hakaret davalarında neden kamu görevlisine hakaret olarak değerlendirildiklerine ilişkin bir açıklama getirmedi. Sadece bu da değil, yürütmede üst düzey görevli bu kişilerin sahip olduğu imtiyazların seçim sürecinde nasıl dengeleneceği konusunda hiçbir düzenleme de yapılmadı, sadece varolan eski düzenlemenin uyum gerekçesiyle kaldırılması ve yerine hiçbir düzenleme ikame edilememesiyle süreç iktidarın keyfine terk edildi. Yani Seçim Kanunu’ndaki düzenleme kaldırıldı ancak istifa da etmeyen bakanların, seçim sürecinde fırsat eşitliğini zedelememesine ilişkin ilkenin yerine hiçbir şey konulmadı.

Ayrıca 2017 Anayasa değişikliğinden önceki Cumhurbaşkanı’nın partisiz ve tarafsız konumu gereği, eski düzenlemede Cumhurbaşkanı için yasak öngörülmemişti. Ancak 2017 Anayasa değişikliğinden sonra partili ve taraflı bir cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiği için aynı kamusal ayrıcalıkların ve unvandan kaynaklı olanakların, seçim sürecinde Cumhurbaşkanı tarafından kullanılmamasına ilişkin hiçbir hüküm getirilmedi. Partili ve dolayısıyla niteliği itibariyle taraflı bir cumhurbaşkanının, sahip olduğu tüm kamusal ayrıcalıklar, devlet olanakları, bütçesi ve yürütme üzerindeki tek başlı yetkisi, seçim döneminde kendisi için propaganda yasağı konulmadığı için seçimlerin güvenilirliği, siyasi partiler arasındaki eşitlik ilkesi ve adil bir seçim ortamını bertaraf ettiğini söylemeye sanıyorum gerek yok, malumun ilamıdır. 

Son bir handikap ise il ve ilçe seçim kurulu başkanlarıyla ilgili. Kanuna göre il ve ilçe seçim kurulu başkanları, bölgedeki en kıdemli hâkim oluyordu. Bu da göreli de olsa bir seçim güvencesi niteliğindeydi. Bu kamusal bir görevdi ve haklı sebep olmadan isteğe bağlı çekilmek mümkün değildi. Yeni düzenlemeyle, il ve ilçe seçim kurulu başkanları, bir kura ile belirlenecek. Yani kim olduğu, eskisi gibi belirli ve öngörülebilir olmayacak. Ama buradaki en kritik nokta şu: Bu görevi istemeyen hakimlere, isterlerse kuraya katılmama hakkı veriliyor. Özellikle yerelde, taşrada ama genel olarak her bir bölgede, bir hâkimin, gelebilecek siyasi baskılardan ötürü bu görevi istemeyebileceği ortadayken, özellikle siyasi iktidarın görüşünde olmayan hakimlerin, bu görevden kolaylıkla çekilmesinin yolu açılıyor. Dolayısıyla kura da bu göreve talip olan ve muhtemelen “taraflı” olan hakimler arasında yapılıyor olacak. İl ve ilçe seçim kurulu kararlarına itiraz YSK’ya yapıldığından ve YSK’nın kararlarına karşı yargı yolu kapalı olduğundan, bu kurulların verdiği kararlar oldukça önemliydi. Ancak il ve ilçe seçim kurulları nezdinde yaratılan kapalı devre sistem,[3] tüm yurttaşlık itirazı haklarını tehlikeye düşürecek nitelikte.

Seçimlerin önemi kadar, handikaplarının da seslendirilmesi oldukça önemli. Tüm bu handikapları, bu şerhi düşebilmek için tekrarlamak gerekiyor. Ama tabii, handikaplar her zaman içinden çıkılmaz labirentleri yaratmıyor. Çünkü handikaplar, aşılmak içindir!


[1] Prof. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz, Yeni Cumhurbaşkanı İçin Yasama Çoğunluğuna Sahip Olmanın Önemi, https://www.politikyol.com/yeni-cumhurbaskani-icin-yasama-cogunluguna-sahip-olmanin-onemi/

[2] Yeni YSK’ya ilişkin: https://www.dw.com/tr/depremzede-se%C3%A7menler-sand%C4%B1%C4%9Fa-nas%C4%B1l-gidecek/a-65452173

[3] AYM’nin İsmail Taşpınar kararı ilçe seçim kurullarının niteliği bakımından önemli bir tartışma yaratmıştır.