Matthias Kleff, bir lisede aday öğretmen olarak çalışıyordu. Adaylık süresi sona erdi. Asli öğretmen kadrosuna atanmasını beklerken ataması yapılmadı. Kleff, bunun nedenleri araştırmaya karar verdi. … ve bir gün bir Anayasa düşmanı olduğunu öğrendi.
Kleff’in hikayesi, Peter Schneider’in Bir Anayasa Düşmanı romanında anlatılır.[1] Roman, dönemin Almanyası’nda aşırılar kararnamesiyle Anayasa’ya karşı eylemde bulunanların, Marksist Parti’ye üye olanların, sokak gösterilerine katılanların ve sakıncalı olanların nasıl kamudan tasfiye edilirken aynı zamanda haklarının izini sürmelerinin imkansızlaştığını anlatır. Kleff’in yolu, adeta bir iç istihbarat servisi gibi işlev gören Anayasayı Koruma Ofisi’ne bile düşer ama bir türlü neyle suçlandığını öğrenemez. Bildiği tek şey, bir anda anayasa düşmanı olup çıktığıdır. Anayasa düşmanı olduğunu öğrendikten sonra şunu söyler: “İnsanların, özgürlüklerini kısıtlayan koşul ve baskılara ne denli çabuk alıştıklarına bakarak dehşete kapılıyorum.”[2]
Bu hikâyeyi Türkiye’ye uyarlamamıza gerek yok elbette, Türkiye kendi düşmanlık hikayelerini el yazısıyla kendisi yazıyor. Üstelik Almanya’nın aşırılar kararnamesinden çok daha yaratıcı, zira sadece sakıncalı olmanın değil, sakıncasız olmanın da bedelini ödetiyor: “Çanakkale ilinde görev yaptığı sürede, mesai bitimlerinde ikametgahına gittiği, geceleri hiçbir yere çıkmadığı, az konuştuğu, hiçbir gazete ve dergi ile ilgilenmediği, içine kapanık bir kişi olduğu intibaını verdiği için H.C.’nin durumu, Türkiye Komünist Emek Partisi’nin “Faaliyetine devam et fakat sessiz kal” temel ilkesine uymaktadır. Bu nedenle adaylık süresi içinde memuriyetine son verilmiştir.”[3]
Anayasa Düşmanlığının Ekonomisi
30 Ocak’ta Resmî Gazete’de bir Anayasa Mahkemesi kararı yayımlandı. Karara göre, 1. sınıf askeri hâkim statüsünde görev yapan bir hâkim, kendisine Yargıtay ve Danıştay üyeleri için belirlenen ek tazminat oranı hesaplanarak maaş bağlanmasını talep etmiş ancak bu talep reddedilmişti. AYM, itiraz konusu kuralı anayasaya aykırılık açısından inceledi ve Yargıtay ve Danıştay üyeleri ve AYM üyelerinin eşit duruma getirilmesini sağlayan normu iptal etti. Yani Yargıtay ve Danıştay üyeleri ile AYM üyelerinin eşit olmadığını, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin ilk derecede görev yapan birinci sınıf hâkim ve savcılardan belirgin şekilde imtiyazlı konuma getirilmelerinin de onların aralarındaki çalışma barışını bozacak nitelikte olduğunu söyledi. Bir başka ifadeyle AYM, Yargıtay ve Danıştay üyeleri ile birinci sınıfa ayrılmış hakimleri statü bakımından eşit, kendi statülerinin de bunlardan farklı olduğunu ifade etti.
Karar, 30 Ocak’ta yani henüz Resmî Gazete’de yayımlanmış olsa da AYM’nin üyelerin maaşlarına ilişkin bu hükmü iptal ettiği 11 Ekim 2023’ten beri biliniyor. Yargıtay’ın AYM kararına bu denli cansiperane direnmesinin[4], üyelerinin maaşlarının ekonomisiyle ilgili olduğu uzun bir süredir dillendiriliyor. Evet, mesele belki Yargıtay için sadece Can Atalay’dan ibaret değil, daha büyük bir yetki ve fonksiyon tartışması ama mesele bizim için bir yandan da sadece Can Atalay’dan ibaret olmalı. Çünkü bazen siyaset yapabilmek ve mevzilerimizi kaybetmemek için onlar için küçük olan resmi, yine onlar için büyük olan resme feda ettirmemiz gerekiyor. Bu hikayede de benzer bir çatışma göze çarpıyor çünkü: Yargıtay üyelerinin maaşlarının AYM üyeleri ile eşitlenmesine ilişkin hükmün iptal kararının yayımlandığı gün, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesine ilişkin karar Meclis’te okutuluyor.
Bu yazının anayasa düşmanı Can Atalay. Ancak sadece seçilme hakkı gasp edilen Can Atalay değil, ayrıca seçme hakları da ellerinden alınan seçmenleri de artık birer anayasa düşmanı. Hukuk literatüründe ayrımı sıklıkla yapılan anayasal devlet ile anayasalı devlet arasındaki fark, Türkiye’de artık şöyle bir kriterle de anlatılabilir: Anayasal devletle anayasalı devlet arasındaki fark, anayasanın dostu ve düşmanı olmaya ilişkin sınırın siyasal iktidar tarafından belirlenmesi ile ölçülür.
Öte yandan bu farkla beraber hakimlik teminatının ekonomi politiği, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasındaki soğuk savaşı bir başka raddeye getirdi. Can Atalay’la ilgili çok temel ve ilkel hukuk kurallarını yerle bir eden vakanın teknik detaylarına Birikim’deki bir başka yazıda yer verdiğim için tekrar etmeye gerek olmadığını sanıyorum ama zaten bu mesele, artık bir teknik hukuk meselesi değil.[5] Aslına bakarsanız, yaşadığımız hiçbir hukuk sorunu, hiçbir zaman teknisyenlik meseleleri de olmadılar. Artık Türkiye’de hukuk, bir teknisyenlik işinden ziyade bir zanaat meselesi, yani bir tür el becerisi gerektiren iş. Çünkü elinizin bir yerlere uzanması, dilinizin dönmesi, elinizden iş bitirici hamlelerin gelebilmesi gerekiyor. Bülent Nuri Esen’in 1963’te anayasa hukukunu tetkik edecekler için hazırladığı kitapçığa Anayasa Anahtarı dediğini biliyor muydunuz?[6] Türkiye artık 1963’te değil tabii, bu yüzden de yeni Türkiye’nin anayasasına, anayasa anahtarı gerekmiyor, daha çok bir maymuncuk yeterli olabiliyor. Anayasa hukuku tekniğinin nüvelerini ve ilkelerini barındıran, ondan anlamlı ve işleyen bir bütün çıkarmaya çalışan, sadece o dili konuşan biricik bir anahtardansa, her kapıyı açan bir maymuncuğun fırsatçılığı bugünün Türkiyesi’nin anayasal dilini daha akıcı konuşuyor.
Kararın okunmasının hemen ardından TBMM sitesi güncellendi ve Milletvekilliği Sona Erenler Bölümü’ne Can Atalay eklendi.[7]
Ancak bu fotoğrafın dipnotunda bir yanlışlık var çünkü bildiğimiz bütün şekillerde eminiz ki Can Atalay’ın milletvekilliği, Anayasa’ya göre sona ermedi, anayasaya göre sürdürülmeliyken AKP’ye göre düşürüldü. Anayasa’nın hükmü açıktı ve Atalay’ın kovuşturulmasının, milletvekili seçildikten sonra durması gerekiyordu.
Biliyorsunuz, Anayasa’nın 85. maddesi gereği yasama dokunulmazlığının kaldırılması ya da milletvekilliğinin düşmesinin 84. maddenin 1., 3. veya 4. fıkralarından kaynaklanması halinde Anayasa Mahkemesi’ne kararın iptali için başvurulabilir. Can Atalay’ın örneği ise 2. fıkrayla ilgili olduğu için iptal isteminin dışında ancak ortada Atalay’la ilgili ihlal kararı olan ve uygulanmayan AYM kararları var. Dolayısıyla sistemin tam manasıyla parlamenter haklar bakımından tıkandığı bir noktadayız. Bugüne dek Anayasa Mahkemesi, yasama dokunulmazlığı ve milletvekilliğinin düşmesine ilişkin olarak 39 kere incelemede bulunmuş. İlk inceleme, 1967 tarihinde yine o dönemin TİP milletvekili olup komünizm propagandasından vekilliği düşürülen Çetin Altan’a ait.[8] 2. karar ise yine TİP Milletvekili Behice Boran’ın milletvekilliğinin düşürülmesine ilişkin. AYM kararı Boran’a dair mealen şöyle söylüyor: Komünizm propagandasından vekilliğin düşürülmesi meselesini Çetin Altan için incelediğimizden, Behice Boran hakkında “ayrıca karar verilmesine yer olmadığına…”
Tabii bir de Anayasa’ya eklenen geçici 20. madde ile dokunulmazlıkları kolektif olarak kaldırılan dönemin HDP’li milletvekilleri var. “Anayasa’ya aykırı ama evet diyeceğiz.” cümlesiyle anayasaya karşı hilenin meşrulaştırılarak Anayasa Mahkemesi’nin muhalefet oylarıyla bertaraf edildiği bu vaka, Türkiye siyasetinin rotasını değiştiren bir seyre yol açtı.
Bütün bu seyrin bize gösterdiği süreklilikler orada duruyor yani Türkiye’de milletvekilliğinin düşürülmesi 1967’den beri özellikle sol, muhalif ve seyirden izleyebileceğimiz gibi Kürt siyasi hareketinin vekillerinin siyaset dışına itilmesi için yapılagelen sistematik bir politika.[9] Dolayısıyla milletvekilliğinin düşürülmesi kurumu, ne tesadüfi ne de salt bireylerle ilgili. Bu durum 1960’lı yıllardan beri milletvekillerinin kişiliklerini çoktan aşan, bir siyaset biçiminin meşru siyaset arenasından tasfiyesiyle ilgili büyük bir bütünün fragmanlarını oluşturuyor. Ama bu sürekliliğin, günümüz AKP dönemine ilişkin bir ayrıksı noktası da yok değil. Evet, vekilliklerin düşürülmesi bir sürekliliği imliyor doğru ama kendisi legal siyaset yapma imkanlarından başörtülü milletvekilleri ve kapatılan siyasi partileri nedeniyle mahrum bırakıldığından sürekli şikâyet eden ve Türkiye tarihinde ilk kez 20 yıldır tek başına iktidar olmasına rağmen bu mağduriyetten hala siyasi rant devşirebilen bir siyasal parti, ezeli mağdur statüsünü nedense hiç kaybetmiyor. Anayasa düşmanın bu hikayede kim olduğu ise muğlaklığını koruyor.
[1] Peter Schneider, Bir Anayasa Düşmanı, Milliyet Yay., Çev. Semih Tuğrul, 1977.
[2] Schneider, s. 118.
[3] Bülent Tanör, Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu, s.52.
[4] Teknik hukuk disiplini açısından bu ifadeyi kabul edememekle birlikte…
[5] Sürecin detaylarına Gökçer Tahincioğlu’nun analizinden ulaşmak da mümkün: https://t24.com.tr/haber/aym-kararina-uymayan-yargitay-in-dedigi-oldu-anayasaya-uyulmadi-tip-milletvekili-can-atalay-in-vekilligi-dusuruldu-aym-kilini-bile-kipirdatamadi,1149563
[6] Bülent Nuri Esen, Anayasa Anahtarı, Ajans-Türk Matbaası Ankara, 1965.
[7] https://www.tbmm.gov.tr/milletvekili/milletvekiligi-sona-erenler
[8] https://anayasa.gov.tr/media/6817/1967-22-nrm.pdf
[9] https://anayasa.gov.tr/tr/kararlar/yasama-dokunulmazligi-ve-milletvekilliginin-dusmesi/