Sosyalist Feminizm: Hepimizin Serpilebileceği Yeni Bir Dünya
Işıl Kurnaz

Tüm dünyayı, aşkı, emeği, sosyalizmi, kadınları, erkekleri ve kuirleri önce sırtlanan, sonra kendisiyle birlikte ayağa kaldıran bir kitaptan söz edeceğim. Gül Varlı Karaarslan’ın demir leblebi bir metni su gibi akıttığı çevirisiyle İletişim Yayınları’ndan çıkan, Frieda Afary’nin  Sosyalist Feminizm: Yeni Bir Yaklaşım kitabından. Teorik kitapların kendilerini muazzam bir yolculuk olarak okuttuklarında ortalığa yayılan o kokuyu da duyumsayarak elbette. Yolculuk bittiğinde bir varış noktasına varmış olmuyorsunuz da o varış noktasından yeni sapaklar çıkarıyorsunuz kitap boyunca. Dalgalı ama berrak, yakıcı ama ufuk açan yarıkları hissettiğinizde olduğu gibi.

Frieda Afary, İran-Amerikalı bir sosyalist feminist, çevirmen ve kütüphaneci olarak yapıp ettiklerinin kesişim noktasından dünyaya bakarken, herhangi bir yeri dışlamadan, tüm teorik ve kavramsal izlekleri yeryüzüne düşürme çabasıyla yazıyor bu kitabı. Bugün yaşadığımız her bir özgül sorunun, birbirinden farklı ama ayrılmaz olduğuna dair bir alt metinle ilerliyor. Kökleşmiş yapıları, birbiriyle alakasız teoriler olarak değil, belli bir sistematik yapının içinde derinleştiriyor. Bunu yaparken sosyalist feminizmle benzer bir hattı paylaşan, o hatta paydaş olan her bir düşünürün düşün dünyasıyla hesaplaşıyor elbette ama temelde yatan soruyu izleğinden düşürmeden yapıyor bunu: Dünyanın her bir yüzeyinde kitlesel kıyımlar, bireysel ihlaller hüküm sürerken, kişiden kişiye ve coğrafyadan coğrafyaya kişisel ve ülkesel çıkarlar ve ayrıcalıklar uğruna feda edilmeyen ilkesel bir hayat kurmak nasıl mümkün olur? Doğru bir hayatı inşa etmeye ve insanın kendi kaderini tayin etme hakkına karşı gelen bir kapitalist sistemde, dünyayı açarak anlamanın yolu yordamı nedir?

Bu temel izleğin arkasından gidiyor diyorum çünkü sadece antikapitalizme indirgenmiş küreselleşme karşıtlığının da, salt sömürüye indirgenmiş bir baskının da dünyayı anlamlandırmak ve politik bir tercihte bulunmak için yeterli olmadığını söylüyor. Bu sayede aslında politik eylem denilen şeyin sadece ne olduğuna değil ne olmadığına dair bir soruya da cevap arıyorsunuz. Sermayenin tek kutbuyla sınırlandırılmış bir kapitalizm ve piyasa karşıtlığının, dünyanın her yerinde farklılaşmış özgül sorunlara ilkesel yanıtlar vermesinin imkansızlığını ve çözüm tutmazlığını anlatıyor. Öte yandan çözüm olarak sunulmuş yapıların arkasına gizlenmiş örüntülerle de hesaplaşıyor elbette. Örneğin, yarı zamanlı ya da evden çalışma seçeneğine sahip olan kadınların bu şekilde istihdamdan dışlandığı ve piyasa için istenmeyen konumuna itildiği, sırf bu seçenekleri kullandıkları için üçlü vardiyalar yaparak zaten az olan uyku sürelerini de büyük ölçüde azaltmak zorunda kaldıkları gibi. Dolayısıyla feminist hedeflerin depolitizasyonunun bir politik risk olarak, piyasa tercihi ya da dar anlamıyla bireycilik diyebileceğimiz bir örüntüyle nasıl gizlendiğini ifşa ediyor Afary. Kadınların güçlenmesi ile özgürleşmesi arasındaki o kadim sorunu somutlaştırarak masaya yatırıyor. Her güçlenme özgürlük getiriyor mu sorusu, feministlerin kimliklerle ve ideolojilerle hesaplaşarak uzun zamandır sordukları sorulardan. Afary, bu tehlikenin ayırdında bir noktadan kuruyor pozisyonunu. Kapitalist anlamdaki tercih ve güçlendirme mitini çürütüyor, bunu yapıbozuma uğratıyor tabii ama daha sonra tekrar kurmak kaydıyla. Çünkü sorunu, adlandırdığı ve eksiklerini tespit ettiği noktalarda nihayete erdirmiyor. Eline aldığı bu sorun yumaklarını, kimi yerlerde girift toplumsal ilişkilerin de içine girerek çözmeye uğraşıyor. Kendisiyle uğraşan her kitaptaki o büyülü haleye sahip bu yüzden, yanıtlar verirken yeni soruları da sordurabilme kudretine.

İçinden geçmekte olduğumuz aktüel politik hikayeleri, geniş bir ideolojik düzlemde değerlendirirken, bunların her birini ayrı ama bağlantılı birer fenomen olarak ele alıyor. Bu, dünyayı anlamlandırmak için işlevsel bir araç çünkü ne feminizm ne de toplumsal cinsiyet, sadece kendi kafeslerine ve kadın sorununa hapsedebileceğimiz tekil gündemler değiller. Kendilerinden büyük toplumsal ve siyasal süreçlerin içinde onlar da yerine göre karmaşıklaşıyor, girift yollara sapıyor ve dönüşüyor. Elbette dünyayla birlikte. Bu yüzden kimi sosyalistlerin iddia ettiğinin aksine, sosyalizm geldiğinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kendiliğinden çözüleceğine dair miti çözdürüyor Afary. Çünkü feminizmi içinde yaşadığı toplumsal ilişkilere doğru genişlettiğinizde, siyasi kimliklerin açmazlarını da görebiliyorsunuz. Feminizmin sunduğu mercek, metastaz yapmış kimlikleri dönüştürme gücüne sahip oluyor böylece.

Bu türden bir bakış, dünya, ancak büyük bir küresel coğrafya değil de parçalara ayrılmış bir bütün olarak görüldüğünde anlamını buluyor elbette. Hem farklı, hem bağlı. Bu yüzden ABD Yüksek Mahkemesi’nin Teksas’da kürtaj yaptıran bir kadına doğrudan ya da dolaylı olarak yardım eden ABD’nin herhangi bir yerindeki kişiyi yakalayan ve ona dava açan sorumlu yurttaşlara devlet tarafından 10 bin dolar ödül verilmesi kararıyla, Arjantin’de 2020’de işçi kadınların güçlü feminist eylemleri, Meksika’da suç olmaktan çıkarılan kürtaj, Afganistan’da Taliban sonrasındaki kadın hareketiyle arasında ilişkiler, geniş toplumsal ve tarihsel bağlar örülüyor.

Sosyalist kavramsallaştırmalar içinde kök salarken, feminist yanıtlar bulmanın büyüsüne kapılıyorsunuz bu yüzden kitap boyunca. Küresel yavaşlamanın (slowbalization)[1] devlet desteğini ticaretten çekerken, toplumsal hayatı emeğin daha hızlı sömürüsüyle felce uğratmasının, sadece tekel-finansla değil, hayatın örülme biçimleriyle ilgisine bakıyorsunuz. Irak işgalinin sadece bir militer işgal olarak değil, feministlerin yaptığı gibi dine dayalı aile yasalarına, kadın cinayetlerine karşı çıkarak çoklu gündemlerle konuşulması gerektiğini görüyorsunuz.

Emek gücünün yeniden üretilmesi tartışmalarına sadece Marx’ın kullanım değeri ve değişim değeri, yabancılaşmış emek kavramlarıyla sınırlı olmayan çünkü ataerkilliğin özerk bir sistem olmadığını anladığınız bir izlekte, ev içi emek ve yeniden üretim emeğinin değer üretip üretmediği üzerinden yani evin içinden bakmayı öğrenmenin muhakkak feminizmi bu geniş düzlemlere yerleştiren sistematikle ilgisi var. Ama bunu söylerken yazarın kendisiyle çarpışılması da mümkün oluyor. Afary’nin, ev içi emeğin parasal olmayan bir dizi toplumsal ilişkiyi temsil ettiğine yönelik Bhattacharya’dan taşıdığı tartışmada, bu emeğin parasal olmamasının yarattığı erkeklik kriziyle baş etme imkanlarına dair yanıtlar arıyorsunuz. Bu yanıtı bulamamanız, bir soru olarak kitapta asılı kalıyor.

Verili bir bilgi olarak sunulan kapitalizmin tarihsel olarak cinsiyete dayalı işbölümünden beslendiği bilgisinin o kadar da muhakkak olmadığını Angela Davis’i de hatırlayarak tekrar düşünmenize yol açıyor bu yolculuk. Ne de olsa işverenin emek gücünün nasıl üretildiği ve sürdürüldüğüyle zerre kadar ilgilendiği yoktur. O daha ziyade kârın mevcudiyetiyle ilgilidir. Ama öte taraftan farklı kesişen kimliklerin siyasi taarruz altında oldukları bir iklimde, ikame edilebilir bir işçi kavramına ne yanıt verileceğini siz bir kenar notu olarak iliştiriyorsunuz bu kitaba. Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanıyken söylediği cümleyi hatırladığınız gibi. “Suriyelileri gönderirsek iş yeri sahipleri isyan eder.”[2]

Bu durumda kadınların ezilmesi, sadece kapitalizmle kurumsallaştırılabilir mi? Yabancılaşmış emek toplumsal cinsiyet baskısının kitapta iddia edildiği gibi temeli mi, yoksa veçhesi mi? İşçilerin nesneye aktardığı hayatla, kadınların dünyaya aktardığı hayat arasındaki bağlantılar, sadece işçiler olarak kadınlar anlamında değil, ilişkisel bir soru olarak nasıl beraber düşünebilir? İnsanlığın ölçüsü olarak kadın-erkek ilişkileri, nasıl eşit ahlaki faillerin ilişkisi haline gelir? Bunun, tüm insani duyu ve niteliklerin özgürleştiği yabancılaşmamış cinsellikle ilişkisi nedir?

Bütün bu sorulara çok boyutlu cevaplar ararken, bir sıfır çarpan meselesi haline gelmiş kesişimsellikle de hesaplaşıyor Afary. Kesişimselliğin, fark yaralarını derinleştiren değil, ortaklaştıran, onları zamansızlaştıran değil eşzamanlaştıran politikasına değinir. Onu bir politika olmaktan çıkaran bir sekterliktense, bütün bunları çoğu zaman bir eşzamanlılık içinde yaşadığımız dönüştürücü deneyime odaklanır. Bunu şimdiyle ve kuir teori ile de ilişkilendirebilirsiniz tabii. Örneğin, Judith Butler’ın 8 Mart’ta yayımlanan o röportajını okumuş muydunuz? “Benim yaşımda, dünyayı nasıl anladığım konusunda yaşın cinsiyetten daha önemli olduğunu düşünüyorum. Her şey kimliğe indirgendiğinde endişeleniyorum. Kimlik tek başına bir politika değildir.”

Tüm bunlardan bahsederken kitabın adandığı Audre Lorde’u anmamak mümkün mü? Çoğulculukla sınırlı ve tahakkümü meşrulaştırmanın ötesine geçmeyen bir farklılık kavramına meydan okuyuşunun[3] büyüsüyle Audre Lorde’u hatırlamamak yani... Kesişimselliğin nasıl farkın hayatımızdaki yaratıcılığı inkâr etmeden anlaşılabileceğini düşünüyorsunuz böyle olunca; farkı, karşıt birer fark olarak değil, birbiriyle bağımlı ilişkiler bütünü olarak nasıl göreceğinizi. Hepimizin içindeki zulüm yapılarını da bu fark izleğinden okuyorsunuz, hepimizin serpilebileceği yeni bir dünyayı[4] tanımlamanın yollarını da. Bu yeni dünyada, eski dünyanın kalıntılarını da içinizde barındırıyorsunuz elbette. Kesişme noktalarından akan trafiği müzakere etmediğinizde kesişimsel yaralanmaların meydana gelme riskini[5] taşıyorsunuz çünkü ve muhtemelen kesişimsel yaralarınızı içinizde taşıdığınızı fark ediyorsunuz. Kesişimselliğin sabit bir kategori olarak ezen ve ezilen anlamında değil, hepimizin çelişkili pozisyonlarını hesaba katarak ilişkisel tahakküm yapıları içinde nasıl düşünüleceğini öğreniyorsunuz.

Akademik feminizmin içe dönüklüğünün eleştirisi de yolunuzu açıyor, içeriden dışarıya akışın nasıl mümkün olacağı da. İçerinin ve dışarının da feminist bir tanımını yapıyorsunuz böylece. Fatmagül Berktay, kadın kurgusunu meşum kadınlar, solucanlar, maymunlar ve zehirli sarmaşıklarla anlattığı o konuşmasında anlatır, Virginia Woolf’un Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi’ne alınmayınca “içeride mi dışarıda mı olmanın daha iyi olduğunu” sorguladığını. Sonunda dışarda olmanın daha iyi bir şey olduğuna karar vermiştir Woolf, çünkü dışarısı daha geniş ufuklar sunuyordur. Dolayısıyla dışarıya çıkıyorsunuz kitap boyunca.

Bu dışarılıklardan biri olarak kuir kuramla Marksizmin diyaloğuna da değiniyor Afary. Bunu, salt bir Butler eleştirisi ekseninde incelemeden, daha ziyade kapitalizm hissetme biçimlerine odaklanır. Aşkın, kültürel bir sözleşmeden ziyade, bir emek türü olduğuyla ilgili bir bilgi de vardır burada, yabancılaşmamış insan ilişkilerinin peşine düşme gayreti de. Emeğin erotik gücünün, onun psişik ve duygusal yönüyle ilgili olduğuna dair yine Lorde’u anar burada. Aile ya da aşk dönüşmeden, üretim tarzları da dönüşemeyecektir! Çünkü aşk, ne bir zafer ne de yenilgidir bu anlatıda. Daha ziyade bir özgürlük biçimidir. Eşitlik yoksa aşk da yok’a, özgürlük yoksa aşk da yok eklenir böylece.

Bir yolculuk olarak kadınların ve toplumsal cinsiyet kimliklerinin sadece dünyayla kesişim noktalarını değil, ayrık kümelerini de hesaba katan Afary bir gün sonu da alır elbette kitabında. Kadınların özgürleşmesi kolektif olmalıdır çünkü sosyalist feminizm ne tek yönlü bir istikamet, ne de kendinde cevapları olan bir devlet modeli olarak kurgulanabilir. Daha ziyade umudun ütopik bir tahayyülünü[6] andırır. Gerçekleşmesi namümkün bir ideolojik tahayyül olarak değil elbette, içindeyken dahi kat edilmesi gereken bir yolculuk olarak. Çünkü aşk ve sevgi, cinsiyet ve hepimizin arasındaki ilişkisel bağlar gibi bu sosyalist feminizm de bir emek meselesidir.


[1] Küresel yavaşlamanın, global kapitalizmin devasa problemleri kadar yavaş siyasetle de ilgisini düşündürmek için, Tanıl Bora, Yavaş Siyaset. https://birikimdergisi.com/haftalik/11653/yavas-siyaset

[2] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/suleyman-soylunun-suriyeliler-gidince-once-o-is-adamlari-isyan-edecek-sozlerine-chpden-sert-tepki-1933076

[3] Sosyalist Feminizm, s.123.

[4] s.124.

[5] s.126.

[6] Nancy Fraser’a ait bir kavram.